Nurdanhaber-Özel
B. SİYASÎ MÜESSESELERİN İHYA VE ISLAHI:
İman ve kendine güven prensipleriyle psikolojik altyapıyı güçlendirmeye, hürriyet ve meşruiyyet prensipleriyle ferdin sosyalleşme sürecini ferd-toplum dengesi içinde geliştirmeye çalışan Bediüzzaman, bu prensipler çerçevesinde meşverete dayalı yeni bir siyasi iletişim ağı kurmaya, hilafet ve meşihat gibi müesseseleri bu çerçevede islah etmeye gayret etmektedir.
Ona göre meşruiyyet ile denetim altına alınan hürriyet, siyasî iletişim ağının temeli olan şûrâ müessesesinin ön şartıdır. Âlem-i İslâm’ın istikbaldeki terakkisi için ilk şart olarak değerlendirilen meşru hürriyet aynı zamanda şûrâ ve hakimiyet mekanizmaları ile doğrudan irtibatlıdır:
“Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. (…) Şimdi hakimiyet-i İslâmiyye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hakimiyetin bir cüz-ü hakikisine mâlik olur.” 38
Şûrâ ve hakimiyetin cüz-ü hakikisi konusunda Bediüzzaman siyasî ve sosyal katılım ile ilgili olarak klasik dönem İslâm siyasî düşüncesinin boyutlarını aşarak yeni bir takım unsurlar getirmiştir. Halife’nin ferdî siyasî hakimiyetinden, Müslümanların hakimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olmaları suretiyle hakimiyetin toplum katmanlarına yayılması gerektiği görüşüne geçiş, gayrimüslimlerin klasik ehl-i kitap hukukundan vatandaş hukukuna geçerek şûrâ mekanizmasına eşit olarak katılmaları gibi konular bu yeni unsurlar arasında özellikle tebarüz etmektedir. Bediüzzaman İslâm birliği ve Müslümanların siyasî hakimiyeti fikrini savunmakla birlikte gayrimüslimlerin siyasî katılım ve idare içinde yer alışlarını şeriat nokta-ı nazarından mümkün görmektedir. Buradaki en önemli yenilik pratik siyaset mekanizmasının işleyişinin inanç-bağımlı bir olgu olmaktan çok bir sanat olarak değerlendirilmesi ve bu çerçevede gayrimüslimlerin görüşlerine itibar edilmesi gerektiği fikridir:
“Saatı yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço veya Berhamın reyi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesalih-i siyâsiyye ve menâfi-i iktisâdiyye dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetmemek lâzım gelir.” 39
“Daire-i itikadı, daire-i muamelata karıştırmamak” 40 görüşüne dayanan bu yaklaşım Osmanlı’nın son döneminde geliştirilmeye çalışılan vatandaşlık kavramını şer’an tezkiye etmektedir.
Hakimiyet konusuna getirilen yeni yaklaşım da hükûmeti bir hizmet yeri olarak değerlendirmekte ve amaç-hükûmet fikrinden araç-hükûmet fikrine doğru bir kaymayı beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede gayrimüslimlerin vali ve kaymakam olmalarında da bir sakınca yoktur, çünkü “meşrutiyet, hakimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayrimüslimler reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.” 41
Bu durum fıkhî hükümlerin yeni siyasî çerçeveler içinde nasıl tekrar gözden geçirildiğinin bir misalidir. Bazı zaruretler ve ihtiyaçlar hükümlerde ve kurumlarda ciddi değişiklikleri beraberinde getirmektedir, çünkü “ihtiyaç her işin üstadıdır” 42 Bediüzzaman:
“Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh, bizim padişahımız hem sultandır, hem halifedir ve Âlem-i İslâm’ın bayrağıdır. Saltanat itibarıyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, Hilafet itibarıyle üç yüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin makes ve istinadgâh ve medetkârı olmak gerekir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.” 43 diyerek hilafet ve saltanatın bir elde toplanması konusundaki geleneksel görüşü tekrar etmekle birlikte özellikle hilafet müessesesinde şûrâya dayalı ciddi bir yenilenmenin zaruretini vurgulamaktadır.
Ona göre İslâm dünyasının canlanması ve ayağa kalkması için hilafet müessesesinde bütün İslâm âleminin katılımını sağlayacak bir düzenlemenin yapılması kaçınılmazdır:
“Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle değil koca âlem-i İslâm’ın belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba hem makes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.” 44
Hilafet müessesesinde yapılacak en önemli yenilenme şûrânın ve bu şûrânın oluşturduğu şahs-ı mânevînin hakim mevkiine gelmesidir. Meşihat’ın gerçek gücüne kavuşması ancak bu yolla olabilir. Şûrâ mekanizmasının ve bu mekanizmadan gücünü alacak olan bir şahs-ı mânevînin hakim olması gerektiği doğrultusundaki görüşleri Bediüzzaman’ın bu asrın ilk çeyreğinde hilafet müessesesini yeniden düzenleyerek İslâm birliğini sağlama çabalarına yaptığı özgün bir katkıdır.
Bu görüş fıkıh usulüne de yeni boyutlar getirmektedir. İçtihadın ve hilafeti meşru kılan bey’atın ferdîliği yerine ruh-u cemaat, şahs-ı mânevî gibi daha anonim ve soyut kavramlara yönelinmiş olması, 19. yüzyılda anonimleşen ve soyutlaşan devlet ve hakimiyet kavramları ile İslâmî müesseseler arasında yeni ve özgün bir bağ kurma çabası olarak değerlendirilebilir:
“Eski zamanda değiliz. Eskiden hakim bir şahs-ı vahid idi. O hakimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ie zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücenis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Ta ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor. Hatta diyebiliriz ki, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lakaydlık ve içtihadtaki fevza, meşihatın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü hariçte bir adam reyini, ferdiyete içtihad eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinad eden bir şeyhul-İslâm’ın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır. Her müstaid çendan içtihad edebilir, lakin içtihadı o vakit düstur-ül-amel olur ki, bir nevi icma veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhul-İslâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada daima icma ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-ı ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.” 45
Bediüzzaman, hilafetin ilmî meşveret yolu ile güçlendirilmesinin Darul Hikmetil Aliyye’nin yeniden düzenlenmesi suretiyle gerçekleştirilebileceğini ifade etmekte ve bu tür bir şûrâ müessesesinin kurulamaması halinde İstanbul hilafetinin merkez olma şansını kaybedeceğini ifade etmektedir:
“Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir. Bu şûrânın bazı mukaddematı olan cemaatı-ı İslâmiyye teşkilatı ve evkafın meşihata ilhakı gibi umurun daha evvel tahakkuku münasip ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat izhar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelit olan ayan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek halis İslâm bir şûrâ lâzımdır.
“Birşey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilemezse atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dârul-hikmetil-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, meşihattaki devairin rüesasıyla beraber şûrânın âzâ-yı tabiiyesi addetmek ve hariçteki âlem-i İslâmdan, şimdilik on beş yirmi kadar İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ulemasını celbeylemek, bu mesele-i uzmanın esasını teşkil eder.” 46
Bediüzzaman’ın sadaret ile hilafet müesseseleri arasında yaptığı mukayeseler, Osmanlı sınırlarında hükümran olan sadaret ile bütün âlem-i İslâm’ı temsil mevkiindeki hilafet kurumu arasındaki mesuliyet uyumsuzluğunun getirdiği sonuçları ortaya koyması bakımından çok önemlidir. Gerçekten siyasî otoritenin fiilen ulaşamadığı bölgelerdeki Müslümanların İslâm birliğini temsil eden hilafet müessesesi ile kuracağı ilişkilerin niteliği o dönemin en önemli meselelerinden birisidir.
Hilafet müessesesini işletmenin teorik zorunluluğunu ve sömürgecilere karşı sağladığı uluslararası siyasî avantajlarını gören Osmanlı idarecilerinin temel pratik sorunu ellerindeki siyasî güç ile yani sadaret ile İslâm coğrafyasının tümünü etki altına alacak bir siyasî iradeyi ortaya koyamamış olmalarıdır. Sultan II. Abdülhamid Han’ın çok yönlü diplomasi ile nisbeten ortadan kaldırmaya çalıştığı bu siyasî güç (sadaret)/mesuliyet alanı (hilafet) dengesizliği İttihad Terakki yöneticilerince I. Dünya Savaşı’nda askerî yollarla kaldırılmaya çalışılınca savaşı müteakib önce sadaret sonra da hilafet müessesesi tarih sahnesinden silinmiştir. Siyasî güç ile dini mesuliyet alanı arasındaki dengesizliğin ve tutarsızlığın ortaya çıkaracağı sonuçlar konusuna I. Dünya savaşı sonlarında İstanbul’da bulunduğu dönemde dikkatleri çeken Bediüzzaman bu anlamda daha sonra ortaya çıkacak gelişmelerle ilgili önemli işaretlerde de bulunmuştur:
“Sadaret, meşihat iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiye’nin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.” 47
(devam edecek)
Dipnotlar
37 Münâzarat, s. 28.
38 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41.
39 Münâzarat (Osm.), 38-39 zikr. Mürsel Safâ, Siyasî Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî, İst.: Yeni Asya Yayınları, 1989: 155.
40 Münâzarat, s. 34.
41 Münâzarat, s. 39-40.
42 Sünûhat, s. 39.
43 Sünûhat, s. 36-37.
44 Sünûhat, s. 37-38.
45 Sünûhat, s. 38-39.
46 Sünûhat, s. 39-40.
47 Sünûhat, s. 33-39.