Nurdan Haber

Mesnevî’deki o sorunun cevabı nedir?

Mesnevî’deki o sorunun cevabı nedir?
06 Ekim 2015 - 11:26

Nurdanhaber-Haber Merkezi

İlâhi adaletle ilgili soruların çoğu, insanların sosyal hayattan aldıkları payla ilgili oluyor. Zenginlik-fakirlik meselesi sıkça gündeme geliyor. Ve çoğu zaman şöyle bir soruya muhatap oluyoruz:

“İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, İlâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?”

Öncelikle bir hususu açıklamak isteriz:

Toplum hayatında, yüksek makamlara çıkmak, servet sahibi olmak çoğu insanımızın ortak arzusudur. Ama kâinattaki rahmet tecellileriyle bu arzumuz birlikte değerlendirildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşırız:

Bu dünya bizim sandığımız gibi, bir saadet yeri değil. Eğer öyle olsaydı, dünyayı bize beşik, güneşi lamba yapan, bitkileri ve hayvanları hizmetimize veren Rabbimiz, bize de hayvanlar gibi dertsiz, tasasız bir hayat sürdürebilirdi. Bizi toplum hayatının içine atmaz; bitmek tükenmek bilmeyen problemlerle uğraştırmazdı.

En şerefli mahlûk olan insan, en büyük çilelerin hedefi!. Bu çok enteresandır ve bu nokta üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Bence, düğüm ancak şu gerçekle çözülür:

“Bu dünya insanların imtihan meydanıdır. Gerçek saadet ve azap diyarı ölüm ötesindedir.”

Bir hadis-i şerifte, “Dünyada rahat yoktur” bir başkasında ise “Dünya âhiretin tarlasıdır” buyurulur. Bu iki kelâmı birlikte düşündüğümüzde şu gerçek ortaya çıkar:

“Tarlada rahat yoktur.”

İnsan bir ömür boyu çalışır; günah olsun, sevap olsun bütün mahsûlünü âhirete gönderir. Demek ki, önemli olan tarlada çok kalmak, çok yiyip içmek değil, bir şeyler derleyerek köye dönmektir. Günümüz insanları saadeti tarlada arıyor ve bu konuda birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlar. Ve bu yarışta herkes yorulduğu için de kimse rahat yüzü görmüyor.

Okuma Parçası : KAZANMAK VE KAYBETMEK

“İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar.”

Hepimiz aynı rüyanın içinde olduğumuz için kavgamız sürüp gider. Az sonra uyanacağımızı bilsek, hele rüyada yaptıklarımızdan daha sonra hesaba çekileceğimizi düşünsek, haksız kazancın semtine uğramayız. Ama, insanlar bunun farkında değiller. Bu da imtihan sırrının ayrı bir cilvesi…

Olaylar da organlar kadar muntazam. Hepsinin bir vazifesi var. İnsanoğlunu ya cennete hazırlıyorlar, yahut cehenneme.

Bu dünya imtihanında sorular çok çeşitli. Ama hepsi hikmetli, hepsi faydalı. Fakat, nefsimiz bunların bir kısmından hoşlanıyor, bir grubundan da nefret ediyor. Halbuki, ölçü nefsimiz olmamalı.

Biz, sorulara müdahale etme gücüne de sahip değiliz. Ama, aklımızı, irademizi doğru kullanabilsek o hoşlanmadığımız sorulardan da fayda görebiliriz.

“Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular.” (Abdülkadir Geylanî)

Nefsimizin hoşuna gitmeyen soruların başta gelenleri: Hastalıklar, musibetler, yoksulluklar, ihtiyarlık ve ölüm…

Acılar da birer imtihan sorusu. Cevabı: Sabır. Meyvesi ise o tatlı cennet nimetleri.

Gelelim asıl konumuza:

Bazı dünya nimetlerinden faydalanma noktasında, insanlar arasında bir takım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, kadere teslim ve kısmete rıza hususunda da ayrı bir imtihan geçiriyor.

Bu imtihanı kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değil. Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun, daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine, dünya payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha düşkün insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.

Servet imtihanı oldukça ağır… Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu içinde yaşamak, kalbini dünyaya kaptırmamak ve maddî imkânlarına güvenmemek bu imtihanın en önemli soruları. Bunlar, nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez.

Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir.

Biz kendi aklımızca, servet ve makam sahiplerinin daha fazla şükür ve ibadet edeceklerini sanırız. Ama uygulamada çoğu kez bunun aksiyle karşılaşırız. İbadet ehlinin, genellikle, fakirler ve orta gelirli kişiler olduklarını görürüz.

Yanlış anlaşılmasın. Zengin olmak ve dünyaca muteber makamlara çıkmak elbette istenmeli ve bu konuda gerekli sebeplere baş vurulmalı. Ama, elde edilemeyince de üzüntüye kapılmadan, gam ve kederde boğulmadan, “hakkımda hayırlısı böyle imiş,” denilebilmeli.

Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak. Her şey gerilerde kalacak. Mahşer meydanına gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka bir şey getirecek değiller. Bu nokta dikkatten kaçmamalı. Önemli olan, bu kısa dünya hayatında şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir. Çünkü, böyle bir gelişin mükâfatı ebedî saadettir.

Dünya imtihanı hakkında daha çok şey söylenebilir. Kısa keserek, konunun bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum.

İnsanlar belli hedeflere, makamlara yahut servetlere iki yolla ulaşırlar. Bunlardan birisi meşrudur, diğeri gayr-i meşru.

Bir insan, zorbalık, haksızlık veya sahtekârlık yaparak yahut kul hakkını bir şekilde çiğneyerek bazı menfaatler elde etmiş olabilir. Şuurlu bir Müslüman, bu tip kazançlara heveslenmek şöyle dursun, onlara sahip olmaktan Allah’a sığınmak mecburiyetindedir.

“Falan hırsızlık etti de servet sahibi oldu; bana böyle bir fırsat düşmedi,” diyen insanın, Allah ve âhiret inancı sarsılmış demektir. Bu adamın asıl zararı, kaybettiği o maddî servetler değil, yitirdiği insanî ve İslâmî değerlerdir. Buna ağlamalı, buna üzülmeli ve bunlara yeniden kavuşmanın yollarını aramalıdır.

Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür; “Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr edilecektir” hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir.

Veya, gayr-i meşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir” dediği türdendir.

Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayr-ı meşru ise ona heveslenilmez.

Her iki halde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir.

Ben haksız kazanç üzerinde durmak istemiyor ve söz konusu soruyu, “meşru kazanç noktasında kullar arasında görülen farklılığın hikmeti nedir?” şeklinde kabul ediyorum.

Böyle bir kazanca talip olan herkes gerekli gayreti gösterir ve sebeplere harfiyen uyar. Ama neticede, bu insanlardan bir kısmının dünya nimetlerinden aldıkları pay, diğerlerinden daha fazla olabilir. İşte kader bu kısım için konuşulabilir.

Nur Külliyatından konuyla ilgili harika bir tespit ve değerlendirme:

“Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud’a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.” (Mektûbat)

Vücut, varlık mânâsına geliyor. Zıddı ise adem, yani yokluk. Vücut mertebeleri denilince hatırımıza öncelikle cansızlar, yarı canlılar, hayvanlar ve insanlar gelir.

Varlıkla yokluk arasındaki mesafe sonsuz. Var olan, büyük bir şerefe kavuşmuştur, isterse taş olsun, ateş olsun, yıldız olsun.

Cansızla yarı canlı arasındaki mesafe de sonsuz. Bitki olan, büyük bir nimete ermiştir; isterse yonca olsun, geven olsun, kavak olsun.

Bitkiyle hayvan arasındaki mesafe yine sonsuz. Canlı olmak büyük şeref; isterse böcek olsun, tavuk olsun, tavşan olsun.

İnsana gelince, onunla hayvan arasında o kadar büyük bir mesafe var ki, bir insana “hayvan” demek hakaret telâkki ediliyor; isterse o hayvan bülbül olsun, kanarya olsun, ceylan olsun.

Varlık nimetinden kendisine düşen büyük paya razı olmayan ve kadere âdeta küsen nefislere şu soruyu soralım:

Küçük bir bahçesi olmayan insan ve ormana hükmeden aslan. Bu iki şıktan hangisini seçersiniz?

Şıklara devam edelim:

Çoğu zaman denize girme imkânı bulamayan insan ve denizden hiç çıkmayan balık.

Senede birkaç kez uçak yolculuğu yapamayan insan ve havada her gün saatlerce uçan kuş.

Yüzde yüz yünlü kumaş giymeye güç yetiremeyen insan ve bir ömür boyu yün giyen koyun.

Kısacası, bütün yoksullukların kıskacında kıvranan bir insan ve hiçbir sıkıntısı, derdi, çilesi olmayan herhangi bir hayvan.

Her nefis, böyle bir tercih sorusunu saçma bulur ve “insanlık olmayınca dünyanın hiçbir zevkini, sefasını istemem” der.

Hiç kimse varlık nimetinden eline geçen hisseyi az bulup şikayet etme hakkına sahip değil. Ancak nâil olduğu ihsanlara karşı şükürle mükellef.

Gerçekten de öyle değil mi?

Bir hayvanın, “niçin insan olmadım” diye şikayet edebilmesi için şöyle bir varsayımdan yola çıkılması gerekiyor:

“Daha dünya kurulmadan insanla hayvan bir imtihana tabi tutulmuş olacaklar. Hayvan o imtihanda geçer not aldığı halde insan alamayacak. Buna rağmen insanlık şerefi buna verilecek, o ise hayvanlıkta kalacak.”

Böyle bir imtihana kimse girmiş değil. Ne bitkiler böyle bir tecrübede cansızları gerilerde bırakmışlar, ne hayvanlar bitkileri, ne de insanlar hayvanları.

Mimar Sinan, camisini yaparken istediği taşı arzu ettiği gibi yontturmuş ve dilediği yere koymuş. Böylece harika bir sanat eseri çıkmış ortaya. Şimdi kapının eşiğine yerleştirilen bir taş, “ben niye kubbenin tam ortasında yer almadım” diyebilir mi? Derse ne olur? Mimar, onu o şereften de mahrum bırakır ve camisinin semtine bile uğratmaz. Yine Nur Külliyatında harika bir tespit var:

“İnsan sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.”

Parmak uçlarındaki farklılıklar bunun bir göstergesi. Bu başkalık her yanımızı kaplamış. Ameliyatlarda doku uyuşmazlığı sebebiyle, bir başka bedenden değil de, aynı bedenden alınan bir parçanın kullanılması da bunun açık bir delili. Bedenlerdeki bu başkalıklar gösteriyor ki, asıl farklılık ruhlarda gizli. Çünkü, beden ruhun elbisesi hükmünde. Elbiselerin farklılığı ruhlardan ileri geliyor.

Akıl, kalp, hayâl, hafıza gibi ruhun temel birimleri her insanda mevcut; herkeste baş, gövde, el, ayak bulunması gibi. Ama bunlar arasında o kadar farklılık var ki! İşte bu başkalık insanların toplum hayatlarına da yansıyor.

Bu başkalıkların en önemli hikmeti, İlâhî ilmin ve kudretin sonsuzluğuna delil olmaları.

İnsanların yaratılışı fabrikasyon gibi değil. Aynı kâinat fabrikasının mahsûlleri olmalarına rağmen, aralarında müthiş farklılıklar var. Bir koyun da, bir kaplan da kâinatın mahsûlü, ama ne kadar başkalık arz ediyorlar. Bir çam da, bir lâle de kâinatın meyveleri, hiç birbirlerine benziyorlar mı? İşte türler arasındaki bu ayrılık, insanlar arasında da geçerli. Sanki insanların her biri ayrı bir nevi gibi…

Bir koyunla diğer bir koyunun başlarından geçen olaylar büyük ölçüde yakınlık gösterirler. Bazı küçük farklar görülebilir: Şu çayırda otlamamış da berikinde otlamıştır. Ama her iki halde de otlama fiili vardır ve bu fiil her ikisinde de aynıdır. Ama, insanlarda işlenen aynı fiil çok farklılık gösterir. Meselâ, yürüme fiilini ele alalım. Kütüphaneye, devlet dairesine, çarşıya, kumarhaneye, hasta ziyaretine ve daha nice farklı mekânlara giden insanların her biri değişik işler görürler. Ayrı manzaralar seyreder, farklı sohbetlerde bulunurlar. Ve sonuç olarak, farklı yanlışlıklar yapar yahut değişik sevaplar işlerler.

Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulalı beri, bu eser ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca, insanların her birini içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen farklı hâdiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara almak gerekiyor. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü olmuyor. Birisini yükselten aynı hâdise, berikini alçaltabiliyor. Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin nefret ettiğine bir başkası can atabiliyor.

Elbette bu beldede yaşayan insanlar da zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, sıhhatli-hasta, genç-ihtiyar, sakat-sağlam gibi bir çok ikili özelliklere sahip olacaklar.

Zenginin zekâtını, sadakasını tam olarak verdiği, “komşusu aç iken tok olan benden değildir” hadisindeki tehditten herkesin korktuğu, güzel ahlâkın bütün şubeleriyle hâkim olduğu bu beldede insanlar bir cennet hayatı yaşarlar.

Şunu söylemek istiyorum:

Bu dünya hayatını zehir eden hâdiseleri kendimiz ihdas ediyoruz. Birbirimize yük oluyor, zulmediyor, azap çektiriyoruz.

Bunlar olmasa, hepimiz İlâhî takdirle gelen bütün musibetlere karşı teslim, tevekkül ve rıza ile dayanabilir, sabredebiliriz..

Hâdiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hâkim olmuşsa, kanaat nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük servetlerin de sahibi olsak, bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti yakalamamız mümkün değil…

Şu nokta da çok önemlidir:

Çoğu insan, zengin olmayı ve lüks içinde yaşamayı saadetle karıştırır. Nice varlıklı insanlar saadetten mahrumdurlar. Öte yandan orta gelirli yahut fakir nice insanlar da mesut bir ömür geçirirler.

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Hutbe-i Şamiye)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

risale-inur.org
 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )