Müjde Bediüzzaman’ın Talebeleri Urfa’ya Gelmiş
1. BÖLÜM:
Abdulkadir Badıllı?
Urfa’daki yirmibeş köyde ikamet eden Badıllı aşiretine mensuptur. Bu yirmibeş köyden biri olan Şeyh Zeliha Köyünde 1936’da doğdu. Ailesi Badıllı aşiretinin önderlerinden kabul ediliyor.
Kendi ifadesi ile “Baba sofi meşreptir” o nedenle eğitimi ile annesi ilgilenir. Annesinin teşviki ile daha çocukken başka bir köye gider ve orada üç ay kalarak Kur’an öğrenir. Sonra başka bir köye gider orada da tecvid alır ve yazıyı öğrenir.
Urfa’nın en önde gelen hafızlarından kabul edilen ve Kurra diye nitelenen, Kıraat-ı Aşereyi okuyabilen Muhammed Hafız’dan üç ay Osmanlıca yazı yazma, matematik ve ahlak dersleri alır. Kendi ifadesi ile “tahsil hayatı toplam bir yılı geçmez.”
1953’te Risale-i Nurları tanır. Ve artık ondan sonraki hayatı Risale-i Nurlarla geçer. Bir çok eseri vardır. Harran Üniversitesi’nden doktora payesi, üç yerden de icazet verilmiştir.
İlk defa Arapça Risale basmak ve Hicaz’da dağıtmak nasip olmuş. Bediüzzaman’ın eşyalarının sergilendiği bir müzeyi kurmak ve muhafaza etmek nasip olmuş bahtiyar bir insan.
Abdülkadir Badıllı Ağabeyle bir çok konuyu konuştuk…
“MÜJDE BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİ URFA’YA GELMİŞ”
Bediüzzaman’ın ismini ne zaman duydunuz, Risale-i Nurları ne zaman, nerede nasıl tanıdınız?
Şeyh Said hadisesi nedeniyle amcalarım ve bir kısım akrabalarım sürgüne gönderilmişti, onlardan Bediüzzaman’ın ismini ve şöhretini duyuyordum. Bilhassa Bekir amcam sürekli ondan bahsederdi, onun mahkemelerde yaptığı savunmaları anlatırdı. Ve, “Bediüzzaman şöyle demiş, böyle demiş” diye anlatırlardı, anlatınca da bir kahraman gibi yad ederlerdi.
Fakat bir şeyh gibi tanımlarlardı. İsmine “Şeyh Said-i Kürdi”, “Şeyh Said-in Nursi” derlerdi. Ben de bu “Şeyh” kelimesinden yola çıkarak “herhalde bir tarikat şeyhidir” diye zannediyordum. Fazla methini duyduğum için de gidip ona intisab etmek istiyordum, tarikatına girmek istiyordum. O zaman daha çok küçüktüm, henüz 15-16 yaşlarındaydım. Önüme gelen herkesten soruyordum ama kimse bilmiyordu.
Araya araya sonuçta Tillolu Tahsin abi isminde biriyle karşılaştım. Üstada Kastamonu’da hizmet etmiş. Bir gün bizim köye, babamın misafirler için tahsis etmiş olduğu odaya geldi. Orada “ben üstadı gördüm” dedi. “O çok farklı bir insandır” deyip kerametlerinden bahsetti.
Ben bunu duyunca hemen atılıp “bana adresini ver ben onun tarikatına gireceğim” dedim. O da “mesleği tarikat değil” demedi ama bana “sen daha küçüksün tavsiye etmem, seni rahatsız ederler, karakola götürürler, hapsederler” deyip adres vermedi.
Ondan da adres alamamıştım. Sonra bu böyle 1953’ün Eylül ayına kadar devam etti. O günlerden birinde babam Urfa’ya gidip gelince bana “Müjde. Bediüzzaman’ın talebeleri Urfa’ya gelmiş orada talebeleri var” dedi. Ben hemen heyecanla sordum “Neredeler?” diye. “Rızvaniye Medresesinin bir hücresinde Balıklı gölün kenarında” diye cevap verdi. “Ben onları gördüm, onların bir dilekçesini alıp valiye götürdüm, ayrıca senden bahsettim” dedi.
Bunun üzerine ikinci gün Urfa’ya geldim. Onların yanına giderek bir köylü edasıyla “Esselamüaleyküm” diyerek ayakta durdum ve “ben sizden Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin adresini istiyorum, gidip onun tarikatına gireceğim” dedim. Abdullah Yeğin abi vardı. Güldüler “hele gel otur” dediler.
“Sen Abdurrrahman beyin oğlu musun?” diye sordular. “Evet” dedim. Beni oturttuktan sonra bana Üstadı anlattılar, izah ettiler, “Üstadımızın mesleği tarikat değildir, ilimdir, marifettir, Kur’an’ın yoludur” dediler.
Fakat bu durum ilk başlarda benim hiç hoşuma gitmemişti. Kendi kendime “nasıl olur böyle bir insan tarikat sahibi değil ve tarikat dersi vermez” diye kabullenemiyordum. Neticede saatlerce bu konuyu bana anlatmak durumunda kaldılar o gece de orada kaldım ve bana sonuçta kabul ettirdiler.
Abdullah abiye “tamam, kabul ediyorum ama ne olur onun adresini ver ben gidip onu ziyaret etmek istiyorum” dedim.
HERHALDE BU ZAT RİSALE-İ NUR TALEBELERİNDEN BİRİDİR
Üstadı ilk ziyaretiniz bundan sonra mı oldu?
Abdullah Yeğin ağabey, “seni göndeririz ama bir şartımız var, madem Osmanlıca okumuş öğrenmişsiniz, sana bir kitap verelim onu yazıp bitirip bize getirirsen o zaman olabilir ki, seni gönderebiliriz” dediler.
“Peki, verin bakalım hangi kitaptır?” dedim. Bana elle yazılmış bir defter verdiler. “Risale-i Nurdan Küçük Sözler”miş meğer. Onu hemen aldım o günün şartlarına göre kalem divit, mürekkep aldım. Renkli bir şekilde yazdım. Dört günde bitirmiştim. Beşinci günü getirdim “buyrun yazdım” dedim. Görünce hayret ettiler. Dediler “şimdi biz seni ne yapalım?” Ben de “niye?” dedim. Dediler “sen buradan ayrılır ayrılmaz biz Üstadımıza bir mektup yazdık, dedik ki, ‘böyle bir genç var, 16-17 yaşlarında seni ziyaret etmek istiyor.’ Biz o mektubun cevabını almadan seni gönderemeyiz ama onun bir kaidesi var kesinlikle kabul etmez ve diyecektir ki, “o ta oradan kalkıp gelmesin ben onun ismini aldım, talebeliğe kabul ettim ve duama dahil ettim.”
“Şayet mektubun cevabı dediğimiz gibi gelirse seni gönderemeyiz, ama sana da söz verdik, şayet gitmek istiyorsan mektup gelmeden hemen kalk yola düş git, her an mektuba cevap gelebilir.” Ben onların bu tavsiyesine uyarak o gece orada kaldım ve sabah Gaziantep’e oradan trene binerek gittim. Giderken bana mektup verdiler Üstada vermem için, bir adres verdiler, Isparta Çarşı Camii yanında Bakkal Nuri Benli diye bir zatın ismini verdiler.
Isparta’da trenden indikten sonra Çarşı Camiine gittim orada baktım yaşlı bir zat abdest alıyor, eli de çolaktı, abdest alırken baktım başını üç kere meshetti, bu tarz meshetmeyi yani üç kere meshetmeyi Abdullah ağabeylerde de görmüştüm. O nedenle bekledim dedim, “herhalde bu zat Risale-i Nur talebelerinden biridir.” Ben de o zaman şalvarlı, yelekliyim, yani Halep kıyafeti ile gitmiştim.
“GEL ÜSTAD BEKLİYOR”
Abdestten sonra kendisine doğru yürüdüm bana dikkatle bakıyordu, “Esselamüalyküm” dedim. “Aleykümselam” dedi. “Amca” dedim “siz Nuri Benli’yi tanır mısınız?” Meğer kendisi imiş.
Bana bir şey demeden “gel” dedi. Aldı beni götürdü. Bir inşaatı varmış oraya çıktık. Orada bana döndü “sen Hocaefendinin ziyaretine mi geldin?” diye sordu. “Evet” dedim. “Nuri Benli benim, seni götürürüm ama Hocaefendinin tesbihatı uzun sürer, onun için biz biraz bir şeyler yiyelim, kahve içelim sonra seni oraya kadar götürürüm. Orada kendisi kabul eder mi etmez mi ona ben karışmam” dedi.
“Yalnız ihtiyatlı gideceğiz, benden 25 metre geriden geleceksin, ben yolun sağından gidersem sen solundan gideceksin” diye devam etti. Öyle oldu, gittik. Giderken kasten bizi ara sokaklara soktu, epey dolaştırdı, kıvrım kıvrım sokakları geçtik ve Üstadın şimdiki Isparta’daki evine gittik. Bizden yirmi gün önce Üstad oraya yerleşmiş. Kapıyı çaldı ben geride duruyorum. Kapı açıldı, birisi çıktı o da onunla bir şeyler konuştu, sonra bana bakmadan gerisin geri gitti. O gittikten sonra o zat bana işaret etti, gittim Zübeyir abi imiş. Adımı, memleketimi ve ne için geldiğimi sordu. Ben cevapladıktan sonra “burada bir iki dakika bekle, ben Üstadımıza haber vereyim” dedi. Gitti hakikaten üç dakika sonra geldi “gel Üstad bekliyor” dedi.
Beraber odasına çıktık, Üstad hazretleri yatağına uzanmış iki yastık sırtına koymuşlar, yorganı yarıya kadar çekmiş. Başında üç renkli sarık var yeşil, siyah, beyaz. Saçları uzunca omzuna kadar uzanmış. Gözleri yeşil idi, iki gözü farklı idi bir maviye benzer bir yeşil idi diğeri sarıyı andıran bir yeşildi. Ben renklerini öyle fark ettim, mübarek gözleri iri iriydi. Selam verdim, yanına gittim ellerini öptüm ama sesi çıkmıyordu. Beni kendine doğru çekti başımın arka tarafından öptü, işaret etti ben oturdum.
Konuşuyordu ama sesi çıkmıyordu. Zübeyir abi geldi oturdu onun dudaklarının hareketinden ne dediğini anlıyordu. O şekilde üç-dört dakika devam etti. Sualler soruyor. Sonra baktım ses çıkmaya başladı.
ÜSTAD YOL PARAMI BİLE VERDİ
Zübeyir abi tercüme mi ediyordu?
Evet. İlk dakikalarda tercüme etti. Dudak okuma sanatını biliyordu, anlıyordu. Sonra sesi çıkınca bana hususi halimi sordu. Annemin ismini, babamın ismini, aşiretimi, hangi Arap aşiretinden olduğumu… Üstad oraların bir kısmının Arap bir kısmının Kürt az bir kısmının da Türkmen olduğunu biliyor tabi. Ben sorularının hepsini cevapladım. Sonra bana ne iş yaptığımı sordu.
O zaman köyün yarısına yakın kısmı benim babamındı, o nedenle ben çalışmıyordum, çalışmaya ihtiyacımız yoktu. Dağlarda at koşturuyorduk, avcılık yapıyorduk, bunları kendisine söyledim. Av deyince “peki dedi sizin orada ne tür av hayvanları var?” diye sordu. Dedim “efendim ördek var, keklik var, tavşan var, ceylan var.” “Peki bir gün ava gittiğinizde ne kadar para masraf edersiniz?” diye sordu. Dedim “bazen olur ki, 10 lira da masraf ederiz.” O zaman 10 lira iyi bir paraydı, ortalama bir koyun veya keçi gelirdi. Dedi “Allah Allah bu parayla ehli hayvan alıp etini yeseniz daha iyi olmaz mı?” Yani “avcılık haramdır, günahtır, pistir” demedi. Ben “evet haklısınız” dedim ama bizim meselemiz et meselesi değil. Biz işin zevkindeyiz, hayvan uçacak biz nasıl vuracağız. Nefsimizin hoşuna giden o aslında.
Sonra “sen ta buraya kadar benim için geldiğine göre buraya gelinceye kadar ne kadar masraf etmişsen söyle ben onun iki mislini sana vermem lazım” dedi. “Söyle bakayım ne kadar para masraf ettin?” Ben sadece sustum, nasıl diyebilirim ki, bu kadar masraf ettim. Bir daha sordu ben gene sustum. Üçüncüsünde Bayram abi ayağa kalktı “Üstadım iki lira harcamış” dedi. “O zaman ben dört lira vereceğim, fakat ben dün oraya mektup yazdım ki, Abdülkadir’in buraya kadar gelmesine gerek yok dediğim halde geldiği için 1 lirasını kesiyorum” dedi. “Bir de bir haftalık tayinat parasını vereceğim” diye devam etti.
Ve kesesini açtı parayı saymaya başladı ama ben çok utanıyorum. Çünkü beni herkes şeyhlere, hocalara hediye götürür, para verir diye biliyor. Oysa burada Üstad benim yol paramı ve tayinatımı veriyor.
BEDİÜZZAMAN: RİSALE-İ NUR MESLEĞİNİN DÖRT ANA PRENSİBİ VAR
Serde ağalık da var? O nedenle çok ağır geliyordu değil mi?
Evet, dediğim gibi ağalık var. Kendimiz ağa değiliz ama babamız ağa. Çok ağır geliyordu. Normalde biz her gittiğimiz yere üstelik hediye götürürüz, burada hediye götürmediğimiz gibi bir de yol paramız veriliyor. Bir ara ben “benim cebimde harçlığım var, ihtiyacım yok efendim” dedim. “Olsun, insan babasının parasını almaz mı?” dedi kızdı. O nedenle mecbur aldık. Fakat maalesef o zaman çocukluk işte bilememişiz, sarfetmişiz. Böylece ziyaretimiz bir saat kadar sürmüştü.
Bir ara “Risale-i Nuru okudun mu?” diye sordu. Dedim “inşallah okuyacağım, bu kitabı da ben yazdım size hediye olarak getirdim” dedim. Kitabı eline aldı, defterin yapraklarını bir yandan çeviriyor bir yandan da bir çocuğun hoşuna gidecek sözler söylüyordu. Sonra, “Risale-i Nur mesleğinin dört ana prensibi var. Azami dikkat, azami sadakat, azami metanet, azami sebattır” dedi ama ben o zaman “azami” kelimesinin manasını bilmiyorum. Daha sonra Zübeyir abi bu kelimelerin ne anlama geldiğini diğer odada bana izah etmişti.
Biraz da iltifat etti “bu bir saatimiz inşallah bin saattir, çünkü Allah içindir” dedi. “Hüsrev gibi, Zübeyir gibi (Haşa onlar gibi olmamız mümkün değil) kabul ettiğini söyledi.” Ben de bundan cesaretle “Urfa’daki talebelerinizin yanında gelip kalmak istiyorum” deyince “benden kabul ama onlarla da istişare et” dedi.
Böylece birinci ziyaretimiz hitam bulmuştu. Geldim Urfa’ya hakikaten Abdullah ağabeylerle de kaldım. Ta 1959’un Aralık ayına kadar. Yedi seneye yakın bir süre beraber kaldık. Bu süre içinde birkaç kere gidiş, gelişlerim oldu. Hizmetler içindi.
Abdurrahman İraz
NurdanHaber Genel Yayın Yönetmeni
(Devam edecek)