PARALEL NURCULUK SÖYLEMİ VEYA KOMPLO TEORİSYENLİĞİ – 5
Görülüyor ki; fikr-i beşer nâkısiyyetiyle semâvîliğe menşe ve medâr olamaz. Binâenaleyh asrın irşâdiyle muvazzaf Kur’ânî ve ilhâmî âsâr varken, onun ma’nen muvazzafiyyetini bilenler ve kabûl edenler, o âsâr ile hizmet etmeleri îcâb eder. O ilhâmî âsâr ise, asrımızda Risâle-i Nûr’dur. bunun için Bedîüzzamân Hazretleri, Risâle-i Nûr’un hakkını vermek ve makàmını bildirmek için şöyle telkînâtta bulunmuştur:
“… Nûrlardaki mal benim değil, Kur’ân’ın malıdır. Fikrimin mahsûlü değil, belki şiddet-i ihtiyaçım için bu zamânda en evvel o kudsî ilâclar bana verilip tercüman oldum.”
“Resail-in Nûr’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhûrat, ihtârât ile oluyor…” Kastamonu Lâhikası, sayfa 237
“…Ba’zı suâller soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve Mektublar; ihtiyarsız, def’î ve ânî bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevab versem; sönük düşer, noksan olur…” Mektûbât, sayfa 299
“…Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki,«İŞÂRÂT-I KUR’ANİYYE» namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş…” Sözler, sayfa 693
“… Ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîm’in kudsî elmaslarının kıymetlerine şübhe îras etmemek için, perişan ve -şahsî- dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam; hakiki sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bıkabilirler, zihinlerine “bir iltibas, bir şübhe gelir. 0nun için şahsî dükkânımı kat’iyyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam daha
hoşuma gidiyor…”
“… Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hakaikına âit ba’zı kemâlât, o hakaika dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü: Me’hazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul etti riyor… Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yâni onlara teveccüh edilse, o me’hazdeki kudsiyetin te’sîri kaybolur…” Mektûbât, sayfa 341
İşte bu hakikatlar sebebiyledir ki, Nûr Talebeleri, Risâle-i Nûr’un vazifedar olduğu sahada eser yazmamışlar, ancak takriz, takdim, tahşiye, tebliğ ve müdafaa ma’nâsında yazıları vardır. Çünkü insan, kendi mahsûlât-ı fikriyyesini daha çok sevmek ve beğendirmek hislerine sahibdir. Eğer bir had konulmazsa, pek çok Nûrcu kalemler, saha-i te’life koşar, teşettüt başlar. Bu gibi sebeblerle Hz. Üstâd, Nûr’un sahasında ve dâire-i Nûr’da olanlara; te’lifatla değil, Nûrların dersi, neşri, intişarı ve tebliği gibi Risâle-i Nûr’la hizmet yolunu göstermiştir.
Ezcümle, has daireye hitab eden bir mektubda:
“…Risâle-i Nûr’un şâkirdleri içinde çok âlimler, edib,ler ve muharrirler var. Hiçbirisi şimdiye kadar lahikaya girmeyen Risâle-i Nûr hesabına eser yazmadığının sebebi, bir hodgamlık ve hodfüruşluk olmamak ve Risâle-i Nûr’un haricinde başka meşguliyette bulunmamak ve başka muharrirlerin o cihette iştihalarını açmamak içindir…” diye ihtar ediliyor.
Diğer şiddetli bir ihtar da şöyledir:
“…Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enâneyyet-i ilmiye buluNûr. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâneyyetlidir. Çabuk enâneyyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enâneyyeti cihetinde imtiyaz ister, kendîni satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde; nefsi ise, enâneyyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzû eder tâki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u îmaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır* veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâneyyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risâle-i Nûr eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” * Mektûbât, sayfa 458
*Daha önce beyan ettiğimiz gibi bu parçada görülen (şerh ve îzâh) mes’elesinin şekli: “Risâle-i Nûr’un ba’zı mücmel yerlerini, yine Risâle-i” Nûr’la îzâh etmek” kàidesiyle mukayyeddir. Çünkü buradaki icmâle karşı, (Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.Envâr Neş, Kastamonu L. sht 52)’de ve sâir yerlerde, şerhin şekli hakkında tasrihat vardır.
Sa’y-u gayret bizden tevfik Cenabı Haktan. Selametle kalın.
Mehmet Nuri Turan
Devam edecek.