Abdurrahman İraz’ın Röportajı
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Mehmed Fırıncı:
1929 yılında Bursa İnegöl’ün daha sonra ismi Küçük Yenice olarak değiştirilen Yenice-i Müslim köyünde doğdu. Dedesi imam olan Mehmed Fırıncı (Mehmed Nuri Güleç) Ahmed Naci Efendinin oğludur.
Fırıncı Abi, İnegöl’de iki Yenice’nin olduğunu belirtiyor. Birisi Yenice, diğeri Yenice-i Müslim. Osmanlılar zamanında Ermenilere ait olan bu Yenice köyüne Cumhuriyet kurulduğunda Yunanistan ve Bulgaristan hududundan muhacirler getirilerek, köydeki insanlar mübadele edilmişler. Osmanlının Bursa’ya yerleşmesinden sonra kurulmuş beş- altı Müslüman köyden birisidir Yenice-i Müslim.
Büyükbabası Isparta’nın Uluborlu kazasının eşrafından bir zattır… Bir sebeple imamlık yapmak mecburiyetinde kalmış. Uluborlu’da bir düzine kadar medrese mevcutmuş o zamanlar. Uluborlu’nun bütün esnafı hem medresede okuyor, ahilik teşkilatını devam ettiriyor, hem de esnaflık yapıyormuş. Fırıncı abinin dedesi de bu ahi teşkilatı mensuplarındanmış.
Köyün ağalarından Demircioğlu Mehmed Ağa, kendisi imzasını atmayı dahi bilmediği halde, köyün yetim ve fukara çocuklarını okutmuş. Fırncı ağabeyin dedesi bu cihetle de Demirci Mehmed Ağa’nın yetiştirmelerindendir. Mehmed ağabeyin babası ise önce Rüştiye’yi bitirmiş, daha sonra ise İstanbul’da medresede tahsile devam etmiş.
O sırada başgösteren Çanakkale savaşına gönüllü olarak katılmak istemiş. Öğretmenlerinin savaşa iştirak etmesinden müteessir olmalarına ramen, yaşının küçük olması sebebiyle savaşa iştirak edemez.
Köyde ilkokulu bitiren Mehmed ağabey, 22 Mayıs 1945 yılında diplomayı aldığını belirtiyor. Daha sonra 1945’li yıllarda İstanbul’a yerleşen Mehmed ağabey ve ailesi Fırıncılık işine el atarlar. “Fırıncı” lâkabıyla bir ömür devam edecek birlikteliği de o zaman başlar.
1955 yılına kadar kardeşleriyle birlikte Fırıncılık yapar. Bu tarihten sonra fırıncılığı bırakan Mehmed ağabey, bütün ömrünü iman hizmetine vakfederek canla başla çalışır.
Bu kutlu hizmeti hãlâ aynı heyecanla devam ediyor…
PORTAKAL SANDIĞI ÜZERİNDEKİ İHLAS RİSALESİ
Risâle-i Nurları ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıdınız?
Risâle-i Nurları, ilk olarak İstanbul’da çıkan Büyük Doğu mecmuası sayesinde tanıdım. Daha doğrusu mecmuada Bediüzzaman Hazretlerinin nasıl bir ilim sahibi olduğu, neyle meşgul olduğu, nasıl bir hayat sürdüğü hakkında dört beş sayıda neşriyat yapılmıştı. Rahmetli Necip Fazıl’ın haftalık çıkardığı bir mecmuaydı. Ara sıra kapanır, tekrar açılırdı. Rahmetli, “Tünele giriyoruz!” der ve mecmuayı kapatırdı. Şartlar olgunlaşınca tekrar açardı.
O zamanlar Muhsin Alev ve Ziya Arun adlı iki üniversite talebesi bir Medrese-i Nuriye açmışlardı. Muhsin Alev, günümüzde Ali Konevi olarak biliniyor ve Berlin’de yaşıyor. Nur-u Osmaniye camiinin baş imamı olan Enver Ceylan Hoca, beni Kadırga’da Çemberlitaş’ın alt tarafında olan o Medrese-i Nuriye’ye bir sual sormam için gönderdi. Kendisi hãlâ hayattadır. Oraya ilk defa gidiyordum. Bu ilk gidişimde portakal sandığı üstünde bir kitap gözüme ilişti… Eski yazı… Elli altmış sayfa kadar… İhlâs Risalesi imiş . Okumaya başladım. Müthiş bir sual: “Neden ehl-i diyanet, ehl-i hak ihtilaf ediyorlar, ehl-i dalalet, ehl-i nifak olan guruplar ittifak ediyorlar?” şeklinde başlayan kısım ile en başında bulunan “mühim ve müthiş bir sual” ibaresi beni ilk etapta yıldırım gibi çarpmıştı.
O zaman kaç yışındaydınız?
1929 doğumluyum. Kasım 1949’dan bahsettiğimize göre, demek ki 20 yaşındaydım. Allah Razı olsun, gerek Muhsin ağabey, gerek -Allah Rahmet eylesin- Ziya ağabey çok hüsn-ü kabul gösterdiler. Sonra Ahmet Aytimur ağabeyle tanıştık. O çalışıyormuş aynı zamanda. Akşamları geliyormuş dershaneye. İlk gittiğimde ben, “Buraya her gün gelebilir miyim?” dedim. “Öğleden sonra, akşamüstü her gün gelebilirsin” dediler. Ondan sonra her gün gitmeye başladım. Onlar bana her gün Risâle-i Nurları okuyorlardı…
Siz bu arada fırıncılık da yapıyorsunuz, değil mi?
Tabiî. Fırıncılık işim devam ediyor o arada. Nur-u Osmaniye Camii’nin altında… Kapalı Çarşıya yakın bir yerdeydi fırınımız.
Sizin amcazãdenizin Büyük Köşkte köfte dükkânı vardı… Uzun yıllar o dükkânın sizinle bir ilgisi olduğunu düşünerek, yolumuzu oraya düşürür, köfte yerdik…
Esasında babamdan amcama, amcaoğluna geçmiş. Mustafa Efendi vardı. Babası Çanakkale de şehit olmuş. Ondan sonra diğer amcamın oğlu Mustafa ağabey ve benim büyüğüm olan Eşref ağabeyim vardı. O onların yanında çalışıyordu. Sonra kendisi dükkân açtı. Halen onun oğlu da devam ediyor. Yeğenim Said… Bizim ailenin Köftecisi…
MÜNACAT RİSALESİ’NDEN O KADAR BÜYÜK BİR HAZ ALDIM Kİ
Kadırga’daki dershanenin ardından Risâle-i Nur hizmetlerin nasıl gelişti?
Elhamdülillah çok istifade ediyorduk Kadırga’daki dershaneden. Her gün risale sohbetine katılıyordum. Derken o sıralar daktiloyla teksir edilmiş Asayı Musa çıktı. İnebolu’da basılmış. Onu alınca dünyalar benim oldu. Yeni yazı kitap yok. Biz de eski yazıyı bilemiyoruz. Sonradan elhamdülillah öğrendik, ilk zamanlar yeni yazıya ihtiyacımız oluyordu. Sonradan devam ettik. 1952 senesinin Ocak ayına kadar…
Bu arada seçimler oldu, iktidar değişikliği oldu. Ve Gençlik Rehberi basıldı. Gençlik Rehberi de tabiî benim için çok büyük bir nimet oldu. İki şekilde yayımlanmıştı. Bir Münacaat Risalesi arkasına eklenmiş olarak basılan, bir de Münacat Risalesi eklenmemiş şekilde… Hep Münacaat Risalesi ilâveli olan Gençlik Rehberlerinden alıyor, başkalarına hediye ediyordum. Saat üçten sonra hergün Münacaat’ı okuyup bitiriyor ve çok tesirinde kalıyordum.
Kapalı Çarşıda İbrahim Efendi vardı, kahveci. Onun dükkânında hücre gibi bir yer vardı. Oraya gidiyor, tek başıma orada Risale okuyordum. Tabiî çok istifade ediyordum. Münacat Risalesi’nden o kadar büyük bir haz aldım ki… Sonradan Sungur ağabeyden öğrendim ki, “Münacatın Türkçesi, Arapçasından çok daha şaşaalı oldu” demiş Üstad. Netice, o sıralarda devamlı okuyoruz. Sonra Medrese Kadırga’dan Süleymaniye’ye, elli numaraya geçti. Kapalı Çarşıda işim biter bitmez, doğruca elli numaraya gidiyordum. Anahtarım vardı. Onlar okulda oldukları için, gelene gidene kapıyı açıyordum. Bir müddet de böyle devam etti…
Saydığınız isimler; Ziya Arun, Muhsin Alev ve Ahmet Aytimur… İstanbul’un ilk nurcuları mıydı?
Evet. Onlar Konya’da lisedeyken tanımışlar Risâle-i Nurları. Daha sonra İstanbul’a geçmişler.
Zübeyir ağabeye risaleleri tanıtan da Ziya Arun mu?
Hayır. Rıfat Filizer sanırım. Geçenlerde bir röportaj okudum. Halit Sabri Efendinin oğlu, “Zübeyir’e ilk risaleyi ben verdim” diyordu.
BEDİÜZZAMAN’LA İLK GÖRÜŞME VE İLK İLETİŞİM
Peki, O sırada Üstad Hazretleri neredeydi?
Üstad Emirdağ’daydı. Henüz bir görüşmemiz yoktu o ana kadar. Fakat daha sonra 1952 senesinin ilk aylarında Gençlik Rehberi’nin mahkemesi için Hazreti Üstad İstanbul’a teşrif ettiler. O zaman biz ilk olarak Akşehir Palas Otel’inde bir sabah namazının ardından ziyaret edebildik. Elini öptük. Hem ders oldu, hem ziyaret… İlk ziyaretimizde böyle iki saat sohbetli, latifeli, Asayı Musa’dan ders yapılarak geçti. Hatt-ı Kur’an’la da (Osmanlıca) çıkmış. Yeni yazıyla olanı da bizim elimizde var…
O günkü ziyaretten hatırınızda kalan anılar, konuşmalar var mı?
Üstad adımı sordu. “Mehmed” dedim. Ama Üstad “Muhammed” diyor. “Ne iş yapıyorsun?” diye soruyor. “Fırıncılık” diyorum. “İnsanların ekmeğine hizmet etmek, çok sevaptır” dedi. “Üstad’ım, biz pasta, börek gibi şeyleri yapıyoruz. Ekmek değil” dedim. Üstad, “O daha sevap” diye üsteledi.
Sonra nereli olduğumu sordu. “İnegöllüyüm” dedim. Yarım saat sonra bir daha sordu. Herhalde Üstad benim cevap verdiğimi unuttu diye düşündüm. Yine aynı cevabı verdim. Aradan yarım saat daha geçti. Ve Üstad üçüncü sefer yine sordu. Fakat sorarken, “Esas, esas nerelisin?” diye soruyordu. O zaman aklıma geldi. “Dedem, Isparta Uluborlu’dan gelmiş. İnegöl’de imamlık yapmış” dedim. O zaman, “Demek sen Ispartalısın” dedi. Daha sonra Üstad hayatından bazı kesitler anlattı, aynı zamanda ders de yaptı. Meyve Risalesinin 6. ve 7. meseleleri okundu. 7. Meseleden ben daha çok istifade ettiğim için, o bana daha çok tesir etmişti.
O günkü ziyaretin sonunda Üstad hazretleri: “ Sen bana şekerle, tereyağı al” deyip para verdi. Yalnız arada, “Konya’da bir komünist komitesi benim zehirlenip öldürülmem için, kırk bin banknot ödül koymuş” dedi. Tabiî bana şekerle, tereyağı al deyince, irkildim. “Beni aldatsalar, zehirli mal verseler nasıl anlayabilirim?” diye düşündüm. Sonra Üstad’ın yanından ayrılıp, karşı odaya geçerken Muhsin ağabey’e, “Ağabey! Üstad’ın istediklerini siz alsanız?” dedim. “Ben karışmam kardeşim. Üstad sana hizmet verdi. Sen kendin yapacaksın” dedi. Tabiî çaresiz, gittim. Babamın dostu Halepli Ömer Bey vardı, yağcı… Onun yanına gittim, elinde Üstad’ın resmi bulunan bir gazete var. Meğerse Üstad’ı tanıyormuş. Durumu ona anlattım. Dedi, “Falan yerden bana taze tereyağı gelecekti, git bak; gelmişse, al getir.” Gittim. Gelmiş. Alıp getirdim. Ortasından böldürdük, tartıp aldık. Sonra Mısır Çarşısından şeker de aldım. Üstad’ın yanına gittim. Üstad Tereyağını aldı. ikiye bölüp yarısını bana verdi. Dedi, “Sen bunu al. Bana yarın börek yap, getir.” Ben de yağı götürüp, ertesi gün fırında börek yapıp getirdim. Bu şekilde başladı ilk hizmetim. Tabiî benim için unutulmayacak, çok güzel hãtıralar bunlar…
ÜSTAD BİZİ TEKRAR İSTANBUL’A GÖNDERDİ
Üstad’ın hizmetine bilfiil fırıncılığı da bırakarak girmeniz kaç yılında oldu?
1955 yılında… 1952 senesinden sonraki o iki-üç sene içinde askere gittim. Fırını Fatih Çarşamba tarafına taşıdık. Evimi de taşıdım. Evimin bir odası depoydu zaten. Isparta’dan gelen sandıklar hep oradaydı. Kitapları ciltletmeye götürüp getiriyorduk.
Üstad Hazretleri, 1953 yılında İstanbul’a tekrar teşrif ettiler. Bizim kiralık evi Üstad’a teklif ettik. Üstad da kabul etti. Bu dönemde de Risâle-i Nur hizmeti içendeyim ama ne iş olsa yapıyorum. Üstad hazretleri Ağustos ayından sonra yeniden Emirdağ’a döndü. Ben de askere gittim. Altı ay gibi kısa bir zaman askerlik yapıp geldim. Fırını yeniden toparlayıp çalışmaya başladım.
Süleymaniye’deki 46 numaradaki dershaneye gittim. Abdurrahman Efendi orayı yeni satın almıştı. Birinci ağabey, Hakkı Yavuztürk oradaydılar… Çünkü öbür taraf 50 numara dediğimiz dershane tamir edilirken yıkılmıştı. Bu sebeple 46 numaraya geçilmişti. Orada kalan hizmet ehli gençler askere gitti, onlar gidince nöbeti devralmış olduk. Üstad’ın emrinde İstanbul’da hizmete devam ettik.
Emirdağ’da, Isparta’da Üstad’ın yanında kalmak istiyorduk; yorganımızı, eşyamızı alıp gittik. Fakat Üstad “Aynen burası gibi kabul ediyorum. İstanbul’da hizmetinize ihtiyaç var. Şu anda İstanbul’da lâzımsınız” diyerek bizi tekrar İstanbul’a gönderdi. Bu sebeple İstanbul’da kaldık.
Evvela teksirle başladık. Yirmi üçüncü Söz, İman hakikatleri… Mesela Hanımlar Rehberini ilk defa yeni yazıyla Üstadımız tanzim ettiler, öyle bastık. Bu eser çıkınca Hanım hizmetleri epey gelişme gösterdi…
ÜSTAD İSTİKBALİ GÖRMÜŞ HAKİKATEN
Üstad Hazretlerinin size hususî olarak verdiği bir vazife var mıydı?
Üstad’ın 1953 yılında İstanbul’a ikinci defa gelişinin sebebi, bir lâhikanın neşri… Emirdağ’da bir jandarma çavuşu Üstad’ın sarığına ilişmek, başından sarığını almak istemiş. Üstad da bunu, “Haksız ve kanunsuz bir zulüm” olarak tavsif ediyor. Bu esnada Sungur ağabey Ankara’da… Mektup Sungur ağabey’e gidiyor. Sungur ağabey de Samsun’da Büyük Cihat adında haftalık olarak çıkan gazetenin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel’e gönderiyor. O zaman Millet Partisi’nin yayın organı gibi bu gazete… Hüseyin Yücel bahis mevzuu lâhikayı manşetten veriyor. Demokratların dindarlara nasıl zulmettiklerine en büyük delil, diye bir manşet… Tabiî hal böyle olunca, ortada bir suç yok ama Emniyet müdürü suçmuş gibi göstererek Hüseyin Yüceli ve mektubu yollayan Sungur ağabey’i çağırtıyor. Aslında Üstad’ı da istiyor fakat Üstad Samsun’a gitmeyip, İstanbul’a geliyor. Samsun, Üstad’ı çok ısrarla talep edince Üstad bir ara gitmeye karar verdi. Ve bir sabah beni çağırdı. Gittim. Üstad da çok heyecanlı… Dedi, “Biz şimdi Samsun’a gidiyoruz. Buradaki bütün teksir makinesi, daktilo ve kitapların götürülme, getirilme, her işini sana teslim ediyoruz.” Çünkü artık Samsun’da ne olacağı belli değildi.
Ben, “Üstad’ım! Bu kitap paketleme, getirme, götürme işlerini yaparım da, özür dilerim bu teksir makinesi, daktilo gibi işleri ben yapamam” dedim. “Sen yaparsın” dedi. Sonra nasıl gidilecek, nasıl gelinecek gibi başka şeyler konuşuluyor. Ben gene arada, “Üstad’ım, ben yapabilsem emrinize amadeyim ama ben yapabilecek durumda değilim” dedim.
Üstad bir daha hiddetli bir şekilde, “Sen yaparsın” dedi. Ve neticede ben gene rica ettim, “Üstad’ım!.. Ben bunları yapabilecek takatte biri değilim” dedim bu defa -tarif edemem- Üstad çok şiddetli bir şekilde, “Sen yaparsın” dedi. Orada Mustafa Gören diye bir kardeş vardı. Üstad onu göstererek, “Bu da sana yardım etsin” dedi. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Meğer yaparmışız… Üstad İstikbali görmüş hakikaten… Çok şükür Üstad’ın iltifatıdır bütün bunlar. Bizim yapabileceğimizden değil yani. Kabiliyetimiz hiç yok zaten…
FIRINCI LAKABI BEDİÜZZAMAN YADİGARI
“Fırıncı” lakabını almanızda Üstad’ın bir etkisi var mı?
Evet. İlk görüşmemizde ben, “Fırıncılık yapıyorum” dedikten sonra, Üstad Hazretleri, “Fırıncı Muhammed” diye hitap etmeye başladı bana. Ondan sonra ağabeyler de, talebeler de bütün konuşmalarda Fırıncı, Fırıncı diye söylemeye başladılar. Adımız Fırıncı kaldı. Birçok kişi adımı da, soyadımı da bilmez. Fırıncı ağabey olarak tanırlar.
BEKİR BERK AĞABEY NURCULUĞA VE NURCULARA VURULUYOR
Hakikaten biz de çok sonraları öğrendik Mehmed Nuri Güleç olduğunuzu… Peki, daha sonra nasıl devam etti?
Daha sonra teksirle kitap neşrine devam ederken, bu defa matbaa ile neşrine başladık. Elhamdülillah İstanbul’da hatt-ı Kur’anla da (Osmanlıca) birkaç kitap bastırdık.
1958 yılında Nazilli hadiseleri sebebiyle basında büyük bir sansasyon oluşturuldu. “Nazilli’de Nurcu avı!” diye manşetler atıldı. Birçok tevkifatlar, gözaltılar oldu.
Bu esnada, “Gazetelerin neşriyatına karşı cevap yazılsın” diye Üstad’dan haber geliyor ve Ankara’da ağabeyler cevab yazıyorlar. Mustafa Türkmenoğlu ve Mehmed Emin Birinci ağabey cevabı matbu hale getirdikten sonra Ankara’nın çeşitli adreslerine gönderiyorlar. Aynı zamanda Mektubat bitmiş, bir kamyona yüklenmiş ve İstanbul’a getirilmiş. İstanbul’da bizim başka bir yerimiz olmadığı için, depo olarak kullandığımız 46 numaranın arka odasına Mektubatları nakletmeye başladık.
Bu esnada Polisler geldi. Birinci ağabey’e el koydular. Kitapları mühürlediler. Kitaplar forma halinde tabiî. Ankara’da o zaman doğru dürüst ciltçi olmadığından, ciltler İstanbul’da yapılıp, dağıtılıyor… Birinci ağabeyi götürdüler. Biz de arkasından gittik. Emniyette saat ikiye kadar uzun sohbetler ettik. Mustafa Türkmenoğlu’nu da Pendik’deki evinden almışlar. Isparta’dan Rüştü Çakın ağabey, Tahiri ağabey; Emirdağ’dan Ceylan ağabey, Sungur ağabey, Zübeyir ağabey… Hepsini toparladılar. Ankara’da mahkemeye götürdüler. Büyük Ankara Mahkemesi diye…
Bu arada Tahsin Bey, Milliyetçilik hareketlerinden Bekir Berk ağabeyi tanıyor. Biz de duyuyoruz ama gıyaben tanıyoruz. Ona telefon ediyor Tahsin ağabey, “Bekir Bey, böyle bir davamız var. Kabul eder misin?” diye. Sonra, “Kabul eder misin ne demek? Emrediyorum bizim davamızı alacaksın” diyor. Bekir Berk ağabey kabul ediyor. Ve ağabeylerin yanına giderek, “Ben sizin davanızı mı müdafaa edeyim, yoksa tahliyenizi mi isteyeyim?” diye sorunca, ağabeyler, “Bizim tahliyemizi düşünme, davamızı müdafaa et.” diyorlar. Bu cevap karşısında Bekir ağabey Nurculuğa ve Nurculara vuruluyor, tabiri caizse…
Bu cevabı veren kim?
Ceylan ağabey diye biliyorum ben. Gerçi bütün ağabeyler zaten aynı cevabı verirdi. Daha sonra Ankara’ya gitmeden evvel bize haber verdiler, “Bekir beyle bir konuşun. Filan adreste” diye. Bekir ağabey de askerden gelmiş, yazıhanesini yeni açmış. Gidip ziyaret ettik. Ankara’ya gitmesi için dilekçeleri falan verdik. O gitti, biz de arkasından gittik Ankara’ya. Rahmetli Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler… Hep beraber…
O zamana kadar tabiri caizse, Süleymaniye’de daha ziyade kapalı bir rejim sürdürüyorduk. O vakadan sonra daha çok dışa açılmaya başladık. Hür Adam gazetesinde Risâle-i Nurları neşretmek için çabalıyorduk. Orada Sinan Bey’le görüşüyoruz, gidip, geliyoruz ama acaba Hazreti Üstad bu duruma ne der? Biz böyle yapalım mı? Yapmayalım mı? diye düşünüyoruz.
Daha sonra Zübeyir ağabey’den öğrendik ki, Üstad hazretleri, Hür Adam gazetesi geldiği zaman evvela tefrika halinde yayınlattığımız Asayı Musa bölümünü okutturuyor, sonra Risâle-i Nurla alakalı koydurttuğumuz haberleri okutturuyormuş. Bir de Ahmet Şahin Hoca’nın ilmihale dair bir köşesini başlatmıştık. Hal böyle olunca baktık ki Üstad Hazretleri kızmıyor. Böylece dışa açılmaya devam ettik. Bu iyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyorum ama benim için pek de iyi olmadı.
Elhasıl Bekir ağabey’in Nurcuların arasına katılması bu dava vesilesiyle oldu. Daha sonra bütün basında gündelik hale geldi bu haberler, tefrikalar… Bu hizmetler 1959 senesine kadar böyle devam etti.
(Devam edecek)