İŞARATÜ’L-İ’CAZ
Sure-i Bakara 26 – 27. Ayetler
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا
فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا
مَثَلًا يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَ يَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ ۞ اَلَّذٖينَ
يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَ يَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَ
يُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ
Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince: Evvelki cümledeki hükmü ispat için bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def’ediyor. Şöyle ki:
Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa بَعُوضَةً ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar.
Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden her rast geldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise âyinenin renkli yüzüne bakar, bir şey anlayamaz.
Hülâsa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üsluplarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden men’eden sineğin kanadı gibi; zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.
وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:
Evet, temsilat-ı Kur’aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise mezkûr temsilattaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:
Alçak nefis tarafından her şeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilat-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilatın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’an-ı Kerîm ihtisar ve kinaye tarîkıyla onların inkârı tazammun eden istifhamlarına مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için burada لَا يَعْلَمُونَ nin zikri lâzım iken مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا denilmiştir.
يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا : Bu cümle, onların temsilatının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kur’an-ı Kerîm usûl ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilatın âkıbetini yani temsilata terettüp eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalalet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa cebir olur. Ancak temsilatın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar “Ne için böyle oldu? Ne için i’caz bedihî olmadı? Ne için Allah’ın kelâmı olduğu zarurî olmadı? Ne için bu temsilat yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye birçok sualleri ortaya çıkardılar. Kur’an-ı Kerîm يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا cümlesiyle o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:
O temsilatı nur-u iman ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, bedihî değildir. Evet bu temsilat, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da yüksek istidatları neşv ü nemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi sağlam fıtratları, mücahede ile bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.
Sual: Diyorsun ki “Teklif, saadet içindir.” Halbuki ekser-i nâsın şakavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı bu kadar tefavüt-ü şakavet de olmazdı?
Cevap: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebep olmuştur.
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.
Kaynak: Risale-i Nur