İŞARATÜ’L-İ’CAZ
Sure-i Bakara 26 – 27. Ayetler
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا
فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا
مَثَلًا يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَ يَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ ۞ اَلَّذٖينَ
يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَ يَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَ
يُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
İkinci Mugalata: Onlar “Kur’an’ın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür.” diyorlar. Çünkü Kur’an’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir.
Bu cahil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur’an’ın muhatabı beşerdir. Kur’an’ın maksadı da tefhimdir. Yani beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki belâgatın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuç olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.
Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz u i’talar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i’ta edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse beşer kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.
Sual: Hakikaten eşyanın hakareti, hısseti; kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafîdir?
Cevap: Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nâzırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz’edilmiştir ki sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiçbir şey kudretin taallukundan hariç değildir.
Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın her şeye ihatasını iktiza ederler. Maahâzâ bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur’an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur’an’dan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Hâşiye[2]) bir sivrisineğin yaratılışı, sanatça filin hilkatinden dûn değildir.
Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.
Sual: Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye aittir?
Cevap: O gibi haller temsil getirene ait değildir ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. Çünkü her şeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği (Hâşiye[3]) onlara musallat kılmıştır; ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.
Kaynak: Risale-i Nur