Nurdanhaber – Prof. Dr. Sıtkı Göksu
Allah insanlara verdiği nimetlerin karşılığında şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı zararlı bir küçümsemedir. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir hürmet, saygıdır.
İktisat ve kanaat en büyük hazinedir. İsraf ise bu hazineleri kaybetmeye vesile olduğu için dünya ve ahirette büyük bir zarardır. Onun için İmam-ı Azam Ebu Hanife “Hayırda ve ihsanda-fakat hak etmiş olanlara-israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.” demiştir
“Dildeki tat alma duyusu kapıcıdır.” Kimler için kapıcıdır? Evet, gaflette olanlar ve ruhen ilerlemeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun zevklenmesi hatırı için lüzumsuz yere harcamalara ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.
Fakat hakikî Allah’ın nimetlerine karşı şükredenlerin ve hakikati-doğruyu bulan kimselerin ve kalbi uyanık olan zatların tat alma duyusu, Allah’ın sonsuz rahmetinin mutfaklarına bir gözetici ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o dildeki tat alma duyusunda yenilen şeyler adedince ölçücüklerle İlâhi nimetlerin nevilerini tartmak ve tanımak, bir manevi şükür- insanın organ ve aletlerinin şükrü suretinde bedene, mideye haber vermektir.
İşte, bu surette tat alma duyusu yalnız cismani vücuda bakmıyor.
Kesinlikle kalbe, ruha, akla dahi baktığı yönüyle, mideden yüksek derecede hükmü var, makamı var.
İnsan meşru dairede lezzetini takip edebilir. Bunun bazı şartları vardır:
- İsraf etmemek şartıyla
- Ve sırf şükür vazifesini yerine getirmek
- Ve Allah’ın ihsan ettiği türlü türlü nimetleri hissedip tanımak kaydıyla
- Ve meşru olmak-haram olmamak ve alçaklık ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o dildeki tat alma duyusunu taşıyan lisanı şükürde kullanmak için lezzetli yemekleri tercih edebilir.
Bu hakikate işaret eden bir hadise ve Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (k.s.) kerameti:
Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) (Evliyaların büyüğü) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazlı ve ihtiyar bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyar hanım, gitmiş oğlunun odacığına, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan-az gıda ile geçinmesinden zayıflığı ile, annesinin şefkatini çekmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın-Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (k.s.) yanına şikayet için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazlı olduğu için demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” (Allah’ın izni ile ayağa kalk). O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, kendine güvenilen ve kendine inanılır olan çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi harika kerametlere nail olması dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak, manevi kuvvetli haberle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir. (19. Lem’adan alınmıştır.)