Ezan; tevhidi ilan ve rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyete davettir. Allah’ın azametini, rububiyetini ve ulûhiyetini ifade eden, insanın kalbini huzura gark eden ‘Allah ekber, Allahu ekber’ nidalarını, Tevhid bülbülü olan müezzinler günde beş defa minarelerden ilan etmektedirler.
1932 yılından 1950 yılına kadar tam 18 yıl, minarelerden; Allah’ın büyüklüğünü ifade eden, ‘Allah ekber, Allahu ekber’ tevhid nidaları yerine, ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur’ sesleri yükselmiş, ezanlar Türkçe olarak okutulmuştu.
1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelince, ilk icraat olarak ezanın tekrar Arapça olarak okunmasını sağladı. 16 Haziran 1950 yılında ikindi namazından itibaren ezanlar tekrar Arapça olarak okunmaya başlandı. O gün Türkiye’nin dört bir yanında bir bayram havası yaşanmış ve kurbanlar kesilmişti.
Bunu hala içlerine sindiremeyenler, eski günlerin hasretiyle yanıp tutuşanlar, her fırsatta ezanın, tekrar Türkçe olarak okunmasını gündeme getirmektedirler.
Yüce Allah’ın zatının ve sıfatlarının dengi olmadığı gibi, Lafza-i Celal olan Allah isminin de benzeri yoktur. Allah lafzının hemzesini kaldırsanız “Lillah” kalır. Bu da Allah için demektir. Lam’ın birincisini kaldırsanız “Lehu” kalır. O da O’nun, Allah’ın demek olur. İkinci Lam’ı da kaldırsanız o zaman da “Hu” kalır. O da O yani Allah demektir.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir unvan-ı mülahaza olduğundan “lafzullah” sair esma ve sıfata câmiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcibü’l-vücud unvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.” (29. Mektup)
“Tanrı uludur” cümlesi “Allah-u Ekber”in yerini tutmaz. Tanrı, Türkçede ilah ve mabud manasındadır. Mabud ise Allah lafzının karşılığı değildir. Allah lafzı, Cenab-ı Hakk’ın zatının ismi olduğu gibi, O’nun bütün isim ve sıfatlarını ihtiva eder. Allah dediğimiz zaman; Rezzak, Mabud, Gafur, Hâlık gibi bütün isimleri de söylemiş oluyoruz. Mabud, Allah’ın isimlerinden sadece birisidir. Kaldı ki, tanrı, hak olsun batıl olsun bütün mabutlar için kullanılır.
“Uludur” kelimesi, sadece büyüktür anlamındadır. “Ekber” ise “O her şeyden büyüktür” demektir. Buna göre bir mümin, Allah u Ekber derken Cenab-ı Hakk’ın azametinin insan idrakinin çok ötesinde olduğunu ifade etmiş olur.
Ezan doğrudan doğruya bütün İslâm âlemine taalluk ettiği için, asr-ı saadetten günümüze kadar bütün Müslümanların bağlandığı nurani bir zincirdir. Bu zincirleri koparmaya ve tahrip etmeye çalışanlar büyük bir yanılgı içindedirler.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Mesela biri dese: “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Hâlbuki o divane bilmez ki binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilan-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?” (29 Mektup)
“Ezan Türkçe okunsun, herkes ne manaya geldiğini anlasın” gibi bir mantıkla bunu söyleyenler olabilir. Sanki ezan Türkçe olarak okunsa bunlar camileri dolduracaklar.
Dünyada belli makamlara gelmek için birçok dil öğrenen insanların, her gün okudukları Fatiha’nın, günde beş defa dinledikleri ezanın, defalarca tekrar ettikleri; “Sübhanallah”, “Elhamdülillâh” “Lâilâheillâllah” ve “Allah u ekber” gibi mukaddes kelimelerin manalarını öğrenmeleri çok mu zor acaba?
Şunu ifade edelim ki, Arapçanın ulviyeti yalnız manasında değildir. Onun lafızları da manası gibi kudsidir, mu’cizedir. Kur’an’ın lafızları onun elbisesi değil, cildi mesabesindedir, cilt değiştirilemez.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:: “Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve arızi deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise… “ (29. Mektup)
Bilge olmak başkadır, âlim olmak başka. Kur’an sonsuz bir hazine, uçsuz bucaksız bir deryadır, herkes kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder, o deryadan kabına göre su alır.
“Hatta diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki: Her bir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.” (Bediüzzaman 29.Mektup)
Besmele; “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diye tercüme edilmektedir. Oysa Rahman, Rahim ve Allah isimleri Arapçadır.
Eğer “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla” diye tercüme edilse, Türkçe olur, ancak o zamanda tercüme olmaz. Çünkü Rahman ve Rahim kelimelerinin karşılığı bunlar değildir. Rahman, bütün rızka muhtaç olan canlılara rızık veren: Rahîm ise Cenab-ı Hakk’ın ahirette müminleri lütfüyle cennete, kâfirleri de adaletiyle cehenneme koymasıdır. Kaldı ki, bunlar Allah’ın isimlerindendir: isimler ise tercüme edilmezler. Mesela Abdullah’ı Allah’ın kulu diye tercüme edemezsin. İsmi Hasan olan birine sırf Türkçe olsun diye ona; “güzel” diye hitap edilmez. Günlük hayatta kullandığımız; insan, kalem, Âdem gibi birçok kelime Arapçadır. Arapçadan Türkçeye geçmiş ve Türkçe karşılığı olmayan birçok kelime var.
Elmalılı Hamdi Efendi Besmeleyi; “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diye tercüme ettiğimizde, Besmele’de geçen üç ismin sıralarının değişeceğine dikkat çekmektedir. Gerçek sırası Allah, Rahman, Rahim iken tercümesinde bu sıra Rahman, Rahim, Allah şekline dönüşmektedir.
Her bir ayetinde hatta her bir harfinde nice derin manalar bulunan Kur’an-ı Kerim’in tercümesi mümkün olmadığı gibi, onu sadece mealinden okuyarak anlamak da mümkün değildir. Bunun için medreselerde uzun yıllar sarf, nahiv, bedi, beyan, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve mantık gibi ilimleri tahsil etmek ya da müfessirlerin tefsirlerini okumak lazımdır. Bunun içindir ki, Arapçayı çok iyi konuşan Araplar bile Kur’an’ı anlamak için üniversitelerde veya medreselerde uzun yıllar tahsil görmektedirler.
Bir tıp öğrencisi 6 yıl tıp eğitimi alır ve hekim olur. Tıpta Uzmanlık Sınavında göz hastalıkları bölümünü kazanırsa, birkaç yıl daha eğitim görür ve uzmanlığını tamamlar. Pratisyen bir hekimin, göz hakkındaki bilgisi ile bir göz hekiminin bilgisi mukayese edilmez.
Yüksel UCA