Nurdanhaber – Ömer SEVİNÇGÜL
Seksen darbesinin kara bulutları bir karabasan gibi üstümüze abanmıştı.
Hem mahallemizin muhtarı hem de kasabamızın ileri gelenlerinden olan Mustafa Amca ile birlikte jandarma karakoluna gitmiştik.
Niyetimiz, ortada elle tutulur bir kanıt olmaksızın, sadece iftira ve dedikodu üzerine nezarete atılan bir masumu kurtarmaktı.
Jandarma kumandan bizi güler yüzle karşıladı, çay söyledi, sohbete başladık.
Her nasılsa söz iman meselesine geldi. Ben de fırsat bu fırsat deyip Risalelerden alıntılar yaparak bir şeyler anlattım.
Konu, kumandanın ilgisini çekmiş ve çok hoşuna gitmişti. Büyük bir dikkatle dinliyor, bazen sorular sorarak, bazen de yaşadıklarından örnekler aktararak sohbete katılıyordu. Memnun olduğu her hâlinden belliydi.
Mustafa Amca da konuşmalarımı gülümseyerek dinliyordu. Mahallesi adına övünç duyuyordu sanırım. Beni daha yakından tanıtmak istedi.
“Medarı iftiharımızdır. Kendisi Nur Talebesidir. Said Nursi Hazretlerinin kitaplarını okur” dedi.
Bu safça tanıştırma adeta bir fırtına tesiri yaptı. Hava buz kesti. Komutanın gülen yüzü asıldı. Benden yana bakmak bile istemiyordu.
Mustafa Amca şaşırdı. Bu ani değişimin sebebini anlayamamıştı. Bir komutana, bir bana bakıyor, bir şeyler sezmeye çalışıyordu.
Herkes susuyordu. Hava gergindi. Duvardaki saatin saniyeleri sayan mili, bana “Durma, konuş, susacak zaman değil” der gibiydi.
Ne olacaksa olsun diye düşündüm ve başladım konuşmaya.
“Komutanım” dedim, “siz yasaları uygulamakla görevli, adalete önem veren saygın bir subaysınız. İzin verirseniz bir soru sormak istiyorum.”
Yüzünü yarım dönerek, donuk bir sesle “Buyurun sorun” dedi.
“Makamınıza bir adam getirseler ve bu adam suçludur, nezarete atın deseler, hemen atar mısınız?”
“Olur mu öyle şey canım!”
“Peki ne yaparsınız?”
“Kanıt isterim. Tanıkları dinlerim. Suç olup olmadığını anlamak için yargı önüne çıkarmak gerekir.”
“Yani hemen hüküm vermezsiniz. Öyle ya, belki de onun aleyhinde konuşanlar hasımlarıdır.”
“Elbette.”
“Peki siz Said Nursi ile tanıştınız mı?”
“Hayır.”
“Kitaplarını okudunuz mu?”
“Okumadım.”
“Talebeleriyle konuşma imkânınız oldu mu?”
“Olmadı.”
“Şu hâlde bütün malumatınız aleyhinde yapılan konuşmalardan ibaret.”
“…..”
“İnsaf buyurun efendim, bu durumda verilen hükmün âdil olması mümkün mü?”
Kumandan biraz düşündükten sonra “Haklısınız, olmaz” dedi.
“Madem öyle, izin verirseniz ben bu zatı, onun davasını, eserlerini ve talebelerini size kısaca anlatayım.”
Kabul etti, anlattım. Dikkatle dinledi. Sorular sordu. Gereken cevapları verdim.
“Dilerseniz, size kitaplarından bazılarını getirebilirim” dedim.
Hava yumuşamıştı. O insaflı subay -şimdi kim bilir nerededir- harika bir âlicenaplıkla özür diledi. “En azından bir kitabını okumak isterim” dedi ve çaylarımızı tazeletti.