DU’Â VE ZİKİR ÖNEMSENMEZ VE HEM İ’TİKÂDDA HEM DE AMELDE İSTİKAMET KAYBEDİLİRSE O DEVLET ÇÖKER
“Rivayette var ki: “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” Yani فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ âyetinin sırrıyla bin sene hâkimane ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani ancak beşyüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.” Şualar ( 589 ).
İslam Tarihi bu minvâl üzere cereyan edegelmiştir. Şunu hatırlayalım ki, Emevîler, Âl-i Beyte zulümde ifrât edip israf ve sefâhete dalınca, Emevî Devleti yıkılmıştır. Abbâsîler, ne zaman ki, itikadda Mu’tezile ve Şiʻaya meyledince ve Ehl-i Sünnet âlimlerine zulmü arttırınca yıkılmışlardır. Osmanlı Devleti de yerinde saydığımız sebeplerle istikametten ayrılınca yıkılmaktan kurtulamamıştır.
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti ve hükümeti de aynı tehlikelerle karşı karşıyadır. İtikadda ve fıkıhda, modernistler ve reformistler, İlahiyat Fakültelerinde cirit atmaktadır. Müftüler, İmamlar ve hatta Din İşleri Yüksek Kurulunda Ehl-i Sünnet Dairesinden çıkanlar at oynatmaktadır. Buyurun beraber okuyalım bu istikamet dışı bir çağrıyı:
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof.Dr. Bünyamin ERUL’un açıklamaları:
“Değerli kardeşlerim, son yıllarda sanal medyada Hz.Peygamber (s.a.v.)’e şu kadar salâvat getirilmesi, şu kadar Yasin, Tebareke okunması hattâ hatimler edilmesi şeklinde kampanyalar düzenlenmektedir.
İyi niyetle de olsa, bu tür gayretler, bizleri yanlış bir din anlayışına sürüklemektedir…
Allah’a ve Rasulüne olan sevgimiz, İslâm dâvâsına sahip çıkmamız, bu tür gayretlerle değil, *Yüce Kitabımızın ahkâmına ve Sevgili Peygamberimiz (sav)’in ahlâkına sarılarak gerçekleşir.
Allah’ın emir ve yasaklarına, Rasülünün sünnetlerine uyarak gerçekleşir.
Dâvâ, dilde kalan duâ ile değil, eyleme ve davranışlara dönüşen çabalarla kazanılır…
Sahabe ve Selef âlimlerimiz, fetihleri ve zaferleri oturdukları yerden yüzlerce binlerce duâ ve salâvat ile değil, bizzat mallarını ve canlarını ortaya koyarak kazandılar…
Sizi, bu hususta asılsız çağrılara değil, Allah ve Rasul’ünün hayat veren gerçek yoluna; Kitab’a ve Sünnete davet ediyorum.
Bizler, Kur’an ve Sünnetleri yaşadık da, bu yetersiz mi kaldı?!..
Ortada 14 asırdır yaşanan bir İslâm varken, işimiz bu tür bid’at ve hurafelere mi kaldı?!..
Rasûlüllah (s.a.v.) ve Ashab hiç bir zaman oturdukları yerden tesbih çekerek veya sadece Fetih Sûreleri okuyarak başarılı olmadı…
Bedir’de sahada, Hendek’te mücadelede, Mekke’de yollarda idi.
Tabii ki bununla birlikte duâ da ediyordu…
Lütfen bu tür asılsız kampanyalara iltifat etmeyin!..”
Beyefendi, bu ifadeleriyle Erzurum’da yıllardır okunan bin bir hatimlere, bütün tasavvuf ehlinin devam ettiği vird ve zikirlere, Osmanlı devleti’nin musibet ve savaş zamanlarında tavsiye ettiği Şifâ-i Şerif okumalarına ve saireye bilerek yahut bilmeyerek muhâlefet ediyor. Bu çağrının tamamen İslam Dininin akaidini ve fıkhını bilmemekten kaynaklandığını ümmi Müslümanlar bile anlar. Ancak biz bunu biraz daha açacağız.
BU AÇIKLAMA KUR’AN’IN EMİRLERİNE AYKIRIDIR!
“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ (Furkan, 77) ferman ediyor. Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ “Bana dua ediniz ki, ben de icabet edeyim” emrediyor (Mü’minûn, 23/60)..” Sözler ( 317). Acaba bu arkadaş bu âyetlere de mi inkârla yaklaşacak?
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.” (Yunus, 10/12)
“(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah’a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder). Zaten bizim ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez. ” (Lokman, 31/32)
Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah’a dua etmek, sadece samimî olarak Allah’a inananlara has bir durum değildir. Allah’a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah’a yönelir ve O’na dua ederler.
Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur: ” Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur.” (Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1) Dua aynı zamanda bir ibadettir. “Dua ibadetin ta kendisidir. ” (Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16)
Dua bir ibadettir. Hattâ ibadetin ruhudur.
Nasıl ki, bir çocuk eli yetişemediği bir ihtiyacını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani acizlinin diliyle dua eder ve isteklerini elde eder.
Öyle de, insan bütün canlılar içinde nazik ve nazlı bir çocuğa benzer. Cenab-ı Hakkın dergâhına acziyle ağlamak veya ihtiyacıyla dua etmekle yönelir. Yoksa bir sinekten korkan haylaz bir çocuk gibi, “Bu insanları kendi gücümle emrimde çalıştırıyorum” deyip nankörlük etmek, insanın yaratılışına aykırı olduğu gibi, üstelik âhirette şiddetli bir azabı da hak eder.
DUʻANIN ÇEŞİTLERİNİ BİLENLER BÖYLE KONUŞMAZ; FİʻLÎ DUʻA DA DUʻANIN BİR ÇEŞİDİDİR
Bir kısım insanların ve bahsi geçen zatın iddia ettiği, dua ve zikir etmeyelim, fi’ilen Kur’an ve Sünnet’e uyalım iddiası, duanın çeşitlerini bilmemesinden kaynaklanmaktadır. “Dua ubudiyetin (kulluğun) ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duası ile gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum.”(Mektubat, s. 280; Sözler, 295).
Duanın çeşitleri vardır:
1. Kabiliyet diliyle dua: Bitki ve hayvanların duasıdır. Bütün tohumlar, çekirdekler hal ve istidat dilleriyle Cenab-ı Hakka şöyle dua ederler:
“Ya Rab! Senin isimlerinin nakışlarını tafsilatlı olarak göstermek için bizi geliştir. Küçük hakikatlerimizi sümbül ve ağaçla büyük hakikata çevir. Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her tarafında kendi türümüzün bayrağını dikelim. Yeryüzü mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize yardım et. Dünya sergisinde Senin güzel sanatlarını kendi dilimizle sergilemek için güç ver.”
Bitkilerin bu duasının kabulü için sebepler bir araya gelir. Meselâ, güneş, su ve toprak çekirdeğin etrafında bir vaziyet alarak şöyle derler: “Yâ Rab! Bu çekirdeği ağaç yap!” Çekirdek ağaç olur. İşte sebeplerin bir araya gelmesi bir çeşit duadır. Çünkü o ağacı şuursuz sebepler yapmıyor, onu yeşerten Cenab-ı Hak’tır. Ayrıca bitkilerin tohumları da rüzgâr vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına ulaşır ve kendi türünün bayrağını dalgalandırır.( Mektubat, s. 280).
2. Fıtrî ihtiyaç diliyle dua: İnsan ve hayvan bütün canlılar, iktidar ve iradeleri ile elde edemedikleri zaruri ihtiyaçlarını Cenab-ı Hak’tan isterler. Her bir varlık o ihtiyaç diliyle hayatlarını devam ettirmek için Cenab-ı Hak’tan rızık hükmünde ihtiyaçlarını isterler. Bu duaları kabul olunur, ihtiyaçları münasip vakitte ummadıkları yerden gönderilir.
3. Iztırar diliyle yapılan dua: Muztar durumda kalan her insan Yüce Allah’a iltica ederek dua eder, göremediği bir hâmisine sığınır, Rabbine yönelir. Tarih boyu insanlığın yapmış olduğu keşif ve icatlar da bu duaya dâhildir. Muztar olan bir insanın yaptığı duanın büyük bir tesiri vardır. Bazan böyle duaların hürmetine en büyük bir şey en küçük bir şey kadar insanın emrine girer. “Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zat mahlûkata hâkimdir. Öyle ise mahlûkata dahi Hâlık’tır (yaratıcıdır).” (Mesnevî-i Nûriye, s. 70) Bu üç çeşit dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.
4. Her zaman yaptığımız meşhur dua dır ki, bu da iki kısımdır:
a. Fiʻilî dua: Sebeplere teşebbüs etmek fiilî duadır. Çift sürmek gibi. Toprak rahmet hazinesinin kapısı olduğundan çiftçi o kapıyı sabanıyla çalar. Bu dua doğrudan Cenab-ı Hakk’ın isim ve ünvanına yönelmiş olduğundan çoğunlukla kabul olunur. Beyefendinin dediği budur; zaten bunu kabul ederken diğer duaları inkâr etmek fahiş bir hatadır.
b. Kavlî dua: Dil ve kalble yapılan dua: İnsanın eli yetişmediği bir kısım ihtiyaçlarını istemesidir. Bunun en mühim tarafı, en güzel meyvesi şudur: “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, benim kalbimden geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, âcizliğine merhamet eder, fakirliğine medet eder.”(Mesnevî-i Nûriye, s. 216).
Ehl-i Sünnet olarak bizler, bu dua çeşitlerini birini esas alıp da diğerlerini reddetmiyoruz ki, yukarıda ileri sürülen iddialar doğru olsun. Tam aksine, hangi çeşit dua olursa olsun, ihmal edenleri, tıpkı Prof’un dediği şekilde biz de kınıyoruz. Ancak kavlî dua ve zikir edenleri azarlamıyoruz.
TEKRAR EDİLEN ZİKİRLERE DİL UZATANLAR EVVELA KUR’AN VE SÜNNET’E BAKMALIDIRLAR
Önce Kur’an’dan bazı âyetleri hatırlatalım:
“Öyle ise beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim. Ve bana şükredin ve beni inkâr etmeyin.”[ Bakara Sûresi, 152.Âyet.). “Ve Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kesilerek O’na ulaş.”[ Müzemmil Sûresi, 8.Âyet). “Ey imân edenler! Allah’ı çok zikirle zikredin.”[ Ahzab Sûresi, 41. Âyet). “Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah’ı zikredin!”[ Nisâ Sûresi, 103. Âyet). [5]
Her organın bir kulluk şekli vardır; kalp ve dilin kulluğu da zikr iledir. Zikretmeyen dil görmeyen göz, işitmeyen kulak, tutmayan el gibidir. Nitekim bir hadiste Resul-i Ekrem (asm) buyurmuşlardır ki:
“Rabbini zikredenle etmeyenin hâli diri ile ölünün hâli gibidir.”[ Buharî, Daavât, 66). Yani Rabbini zikreden kimse diridir, Rabbini zikretmeyen kimse de ölüdür. Zikrullah etmeyen kimse her ne kadar dünya işiyle meşgul olsa da zâhiri ibadetten uzak ve muattal olduğu gibi bâtını da bâtıldır. Kalbi uyanık ve zâkir olan kimse dünya işi ile meşgul olsa da kalbi zâkirdir. Nitekim âyet-i celîlede böyle insanlar için: “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar.”[ Nur Sûresi,37. Âyet) denmektedir.
İlk dönemlerden itibaren “kitâbü’z-zikr, kitâbü’d-duâ, kitâbü ameli’l-yevmi ve’l-leyle” gibi başlıklar altında, günlük hayatta düzenli biçimde ya da herhangi bir durumda okunması tavsiye olunan duaları rivâyetleriyle birlikte derleyen birçok eser hazırlanmıştır. Sonraki dönemlerde bu tür derlemelerde zikrin mahiyeti, çeşitleri, faziletleri ve faydalarına da önemli bölümler ayrılmış ya da zikir konusunu başlı başına ele alan eserler telif edilmiştir. [DİA, c.44, s.411.]
Bu meslektaşımızın Hadisçi olduğunu biliyoruz. Keşke Hadisin büyük imamlarından İmam Muhyiddin Nevevî’nin Kitâb’ül-Ezkâr’ını tekrar mütalaa eyleseydi.
ZİKİRDE TEKRARIN SIRRI NEDİR?
Neden zikirler tekrar tekrar yapılır. Binlerce defa İhlâs okunur. Bin bir hatim yapılır. Bu ve benzeri soruların cevapları, İslamiyetin ubudiyet esaslarında gizlidir.
Evvela şunu ifade edelim ki, zikirlerdeki tekrarlar birinci derecede Resûlüllah’ın sünnetidir. Talimatı veren de O’dur. Zira Resuullah her namaz sonrası 33’er defa Sübhanellah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber denmesini kendisi emir buyurmuşlardır.
Peygamber Efendimiz (asv)’den rivayet edilen ve belli sayılarda okunması isetenen dualar, zikirler, tesbihler vardır. Bunların, bu sayılara uygun olarak okunması sünnettir. Maddi kilitlerin kendilerine münasip anahtarları olduğu gibi manevi kilit hükmünde bazı sırların da kendilerine münasip ölçülerde anahtarları vardır. İşte bazı ilahi sırların açılabilmesi için belirli sayıda tesbihin veya salavatın çekilmesi uygun olur. Bu sayı kasten çekilmez ise o ilahi sırra erişilmesi mümkün olmayabilir. Fakat sehven, yani unutarak yanlış çekilmiş ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden kabul etmesini bekleriz.
4444 Tefrîciyye veya 41 Yâsîn gibi belli sayılarda okunan dualar, zikirler, salavât, âyetler ve sureler hakkında ise, -namazlardan sonra 33 adet olarak söylenen tesbîh, tahmîd ve tekbîr gibi bazı rivayetler müstesna tutulursa- emreden, tavsiye eden bir nas yoktur. Müslüman istediği kadar Tefrîciyye diye anılan salavât veya Yâsîn Suresi veya dua okuyabilir. “Bunu şu kadar okumak sünnettir, farzdır, dinin emridir…” derse veya böyle inanırsa bid’at gerçekleşir. Böyle bir inanç olmaksızın, şahsî veya başkasının tecrübesine dayanarak “Bu kadar okumanın şuna faydası oluyor, oldu” der, okur ve tavsiye ederse bu bid’at olmaz ve sakıncası da bulunmaz.
Bilindiği üzere Peygamberimiz’e (sas) salatü selam getirmek, bizim ömür boyu mükellef olduğumuz hasbi görevimizdir. Bu konuda Ahzap Sûresi’ndeki ayette ve birçok hadislerde salatü selam okumamız emredilmektedir. Nitekim namazlarımızda tekrar ettiğimiz “Allahümme salli…” ve “Allhümme barik…” duaları da emredilen salavat dualarından bazılarıdır. Bizler bu gibi salavat-ı şerifeleri her fırsatta okur, Peygamberimiz (asv)’e salatü selam getirmeyi vazgeçilmez görevimiz olarak biliriz. Bunu yaparken de dünyevî bir karşılık beklemeyi aklımıza dahi getirmeyiz..
“Dua bir ibadettir! Kul, kendi aczini ve fakrını dua ibadeti ile ilan eder. Zahiri maksatlar ise dua ibadetinin vakitleridir! Hakiki faideleri değil. Çünkü ibadetin faidesi, ahirete bakar! Dünyevi maksatları hasıl olmazsa, o dua kabul olmadı, denilmez, belki daha duanın vakti bitmedi denir, dua yapmaya devam edilir…”
Tekrar tekrar salavât getirmeğe itiraz edenlere (Tefriciye duasını 4444 defa okumak giibi) ise şu cevap yeterlidir:
“Eğer desen: Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?
Elcevab: O Zât (A.S.M.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva’-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva’-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.” Mektubat ( 301).
Biraz anlaşılması her zaman kolay olmasa da aşağıdaki soru ve cevabı da nakletmek durumundayız:
“Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud (sınırlı sayıda) ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”
Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile… Meselâ: Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazında “Ettahiyyatü lillah” der. Yani: Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir.
Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Ya Hâlıkım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenab-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” Şu sırra işaret eder. Hem
سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَ رِضَاءَ نَفْسِكَ وَ زِنَةِ عَرْشِكَ وَ مِدَادِ كَلِمَاتِكَ وَ نُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ اَنْبِيَائِكَ وَ اَوْلِيَائِكَ وَ مَلٰئِكَتِكَ
“Ey Allahımız! Seni yarattıklarının sayısınca, Senin râzı olduğun şekilde, Arş-ı Aʻzam’ın ağırlığınca, kudret ve kelâmından çıkan kelimeler adedince hamdin ile beraber tesbih ediyoruz. Ve seni Peygamberlerinin, evliyanın ve Melâikelerinin tesbîhâtı ile teşbih ediyoruz” gibi hadsiz adedle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır. Hem nasıl bir zabit, bütün neferatının yekûn hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de: Mahlûkata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Bütün halkın ibadetlerini ve istianelerini, kendi namına Mabud-u Zülcelal’e takdim eder. Hem سُبْحَانَكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ بِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ der. Bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirir. Hem اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَ مُرَكَّبَاتِهَا “Ey Allahımız! Kâinattaki atomlar ve bu atomlardan meydana gelen varlıklar sayısınca Hz. Muhammed’e salât ü selâm eyle” der. Herşey namına bir salavat getirir. Çünki herşey, Nur-u Ahmedî (A.S.M.) ile alâkadardır. İşte tesbihatta, salavatlarda hadsiz adedlerin hikmetini anla.” Sözler ( 361 – 362 ).
HÜLASA, ZİKRİN VE DUʻANIN TADINI TATMAYAN BİLMEZ
“Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” Mektubat ( 473 ). Buna Erzurum İslamî İlimler Fakültesinde Hocamız olan Yunus Kaya’nın misalini verelim. O şöyle anlattı:
“Güz mevsiminde Tortum Köylerinden bir grup Erzurum’a ticaret için gelirler. Alış-verişlerini tamamladıktan sonra köylerine ulaşmak üzere yola çıkarlar. Ancak vakit akşama yaklaşmaktadır ve Tortum Çayı geçilmelidir. Bu soğuk mevsimde Tortum Çayını geçmek özellikle yaşlılar için zordur. Aralarında müzakere ederler ve şu karara varırlar: İçlerinden biri, çayın suyuna bakacak; çok soğuk değilse geçip köye gidecekler; yoksa yakın bir köyde misafir kalacaklar. Normalde bir gencin çıkıp çayın suyuna bakması icab ederken içlerinden en yaşlı olanı elinde asası ile çaya koşar. Asasını Tortum Çayına sokar ve netice; ÇOK SOĞUKMUŞ der. İşte zikir ve duanın tadını tatmayanlar tarih boyu böyle davranmışlardır.
“Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta’dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat’-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz’î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.
İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah’a şükreder.” Mektubat ( 444 )