HASAN AKYOL
l92l’de Afyon’un Şuhut kazasının Azlıgara köyünde doğdu. Afyon’da Bediüzzaman’la birlikte hapiste kaldı. Ona hizmet etti.
“Üstad hapishanede devamlı yazıyordu”
“Ben Afyon hapishanesinde iken bir de duyduk ki, Bediüzzaman Said Nursi isminde bir âlim zat, bizim hapishaneye düşmüş. İlk önce yerlerimiz ayrıydı. Duyduğumuz ve gördüğümüze göre onun yanına kimseyi sokmazlardı. O kendisi zaten yanına kimseyi sokmazdı, kimseyi kabul etmez, kimseyle konuşmazdı. Ancak talebeleri yanına girip çıkabilirdi.
“Bir gün bana ‘Sen o adama hizmet edeceksin’ dediler. ‘Emir emirdir’ dedik. Onun yanına girdik. iş dediysek öyle iş değil, onun abdest ibriğini doldurmak, yerleri silmek, etrafı temizlemekti benim vazifem. Üstad ibriğe soy koyduğu zaman dört-beş defa çalkalardı. Yeni suyu doldurup boşaltırdı. Ondan sonra suyu koyar abdest almaya başlardı.
“O, akşamdan sabaha kadar kâğıtlara, defterlere, boş yapraklara, küçük cep defterlerine, kese kâğıtlarına devamlı yazı yazardı. Ama o yazarken biz okumuyoruz. O koğuşta tek başına duruyordu. Zaten herkesin kendine ait bir koğuşu vardı. O tek başına duruyordu. Yazdıklarını da burada yazıyordu. Sabah olduğu zaman koğuşu açarlar, yazdıkları yazıları, onun kırk beş kadar talebesine verirlerdi. Onlarda bu yazıları sabahtan akşama kadar kendi defterlerine yazarlardı. Bir türlü bitiremezlerdi. Bazen ben de onlarla birlik olur, onlar gibi yazılar yazardım.
“Üstad hapishane müdürünü kovdu”
“Üstad Hazretlerinin saçları uzundu. Bir gün Müdür Vekili Salih, kafasından uydurmuş koğuşa geldi. Ona: “Hoca Efendi’ dedi. ‘İdarenin emri var, bu saçları kestireceksiniz!”
“Hoca Efendi, bu adama baktı baktı, sessiz sedasız durdu durdu sonra elinin tersiyle:
“Defol git, münafık adam, çık dışarı, elimi Hakk’tan yana açtırma!’ diye tekrar etti. O zaman Müdür Vekili Salih Bey çok bozuldu. Kapıdan koşarak çıktı.
“Mahkumlar namaza başladı”
“Bir gün cezaevi karıştı, mahkûmlar birbirine düştü. Herkes birbirine öylesine düşmandı. Bediüzzaman bu duruma üzülüyordu. Ondan hiç ‘Oğlum, yavrum’ hitabı yoktu. Küçüğe de büyüğü de ‘kardeş’ diye hitap ederdi. Onlara:
“Kardeşler bir dakika müsaade ederseniz sizinle konuşacağım’ dedi. Millet durdu. ‘Niye böyle gücürgüne duruyorsunuz’ dedi. ‘Burası cezaevi değil Medrese-i Yusufiye. Alacaksınız abdestinizi, kılacaksınız namazınızı. Allah’a dua edeceksiniz. Burası medresedir. Yusuf Aleyhisselam’dan kalmadır.”
“Millet o zaman namaza başladı. Birbirlerine düşman olanlar düşmanlıktan vazgeçtiler. Hoca Efendinin hatırına barıştılar.
“Üstad’ın fareye şefkati”
“Bir gün talebelerinden Ceylan Çalışkan yanına geldi. Bir şey konuştular. Ertesi gün Üstad yatıyordu. Bir de baktım ki, koynuna fare girmiş. Bediüzzaman sakince uyandı. Ben de aval aval bakıyordum. Hiç fareye ‘Kışt’ diye kovmak aklıma gelmiyor. Üstad da bir şey demiyor. Fare bu sefer koynundan, elbiseyi bol bolduğu için koluna doğru yürümeye başladı, dirseğine kadar geldi. Üstad hayvana ne dedi biliyor musunuz?
“Hey, çık mübarek hayvan, hey çık?’ dedi.
“Fare de sanki bir emir bekliyormuş gibi, kolunun geniş yeninden çıkıverdi. Orada dikildi, kaldı. Üstad’ın elinden aşağıya inmiyor. Bense şaşkın şaşkın bakıyorum. Üstad bana:
“Ya kardeş’ dedi. ‘Şu yere bir lokma ekmek koyuver, mübarek hayvan ekmek istiyor’ dedi. Ben de bunun üzerine yere bir ekmek koyuverdim. Fare yere indi, ekmeği yedi, sonra çekip gitti.
“Üstad ezanı Türkçe okutmadı”
“Yanına kötü niyetle geleni bilirdi. Yani sıdkı bütün olanla, sıdkı bütün olmayanı bilirdi. Bizim hapishanede ezanı Kandil’cinin oğlu Ahmed okurdu. O zamanlar ezanlar “Tanrı uludur? Tanrı uludur?’ diye okunurdu. Üstad bir gün pencereden Kandilci’nin oğlu Ahmet’e:
“Hükümet ne derse desin, bana ne ceza verecekse versin “Tanrı uludur” diye uluyup durma, bana ‘Allahü ekber! Allahü ekber’ diye ezan oku” dedi. Ondan sonra Kandilci’nin oğlu Ahmet ezanı ‘Allahüekber! Allahüekber’ diye okumaya başladı. Kimse de ‘Niye böyle’ diye karışamadı.
***
“Bediüzzaman mahkemeye çıktığı zaman hem polis, hem de jandarmalar yanında yer alırdı. Gören de on-onbeş kadar adamı boğazlayarak öldürmüş sanacak Üstadı. Millet sokaklarda çok kalabalık olurdu. Gerçi hükümet ona zulmederdi, ama halk onu çok seviyordu. Bu sevgiden ötürü halk oylarını hükümete değil, DP’ye verdi. Halk çok merak ederdi rahmetliyi… O mahkemeye giderken sokaklar, caddeler mahşer yeri gibi kalabalık olurdu. Herkes onu göreceğim diye işini güçünü bırakır sokağa dökülürdü.
“Duada elleri ters çevirmenin izahı”
“Bediüzzaman’ın sakalı yoktu. Saçları uzundu. şeskin bakışlıydı. Şafii mezhebine bağlıydı.
“Bir gün namazdan sonra dua ediyordu. Elleri havaya doğru açıktı. Birden ellerini yere doğru eğdi, aşağıya çevirdi. Ona: ‘Hocam’ dedim. ‘Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allah’tan istemek. Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor, Bilmiyorum?..’
“Bu, kazasız ver, ya Rabbi demektir’ dedi.
“Üstad’ın ayakkabısı neden tozlanıyordu?”
“Ben Bediüzzaman’ı ayakkabılarını silerdim. Akşamları elime alıp tozunu temizlerdim. Ama sabah olunca ayakkabıları yine tozlu bulurdum. Bu her zaman böyle olurdu. Akşama silerdim, velakin sabaha yine tozlu bulurdum. Her hâlde Üstad geceleri gezip geliyordu…
“Üstad’ın parası hep aynı kalırdı”
“Üstad Hazretleri yemeği çok az yerdi. Yanında dört lira parası vardı. Ondan başka parası yoktu. Günde l0 kuruş yıldız çorbasına, l0 kuruş ekmeğe, l0 kuruş öte beriye, toplam 30 kuruş harcardı. Ama o dört lira hiç eksilmezdi. Günde ne kadar para harcarsa harcasın o dört lira hiç eksilmezdi, parası aynı kalırdı, bu durum her gün aynı olurdu.
“Üstad, atı çok severdi. Serbest olduğu zaman neresi tenha ise oraya atıyla gidermiş.
“Bediüzzaman beni çok severdi. Bana, kendi yazdığı bir kitap hediye etti. Şimdi onu kaybettim.
“Allah onun ruhuna gani gani rahmet eylesin…”
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, ikinci cildinden derlenmiştir…)