HAKKI YAVUZTÜRK
1934’de Kemaliye’de doğdu. Emekli sağlık memurudur. 1952’de Nur Risalelerini okumaya başlamış; Nur Müellifini müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur.
“Maddî ve manevî imkânsızlıklar içindeydik”
“İstanbul’a dönünce sıkıntılı bir devremiz başlıyordu. Çünkü bütün zamanını ve imkânını Risale-i Nur’a hizmete verebilecek, maddî ve manevî durumları müsait kardeş ve ağabeylerimiz yoktu diyebilirim… Meselâ teksir yapacak bir yerimizi yoktu. Ahmed Ağabeyin havlu dokuma atölyesinde iki katlı ranzalı yerler vardı ama, bunlarda ancak, elle risale yazıyor ve okuyabiliyorduk, o kadar. Üstelik işçiler içinde, namazsız ve lâkayd, en azından taraftar olmakla beraber, meselelerimizden habersizler vardı. Dost-düşman müşteriler gelip gidiyordu. Ahmed Ağabeyin ‘dişini sıkarak sabrettiği’ karpuz sergisi gibi dağınık bir işleri de vardı ki, bütün bunlarla birlikte, kâğıt almak, teksir mürekkebi almak, yer bulmak gibi işleri de ilâve ettiğimizde, şimdi düşünüyorum da Ahmed Ağabeyin memlekete gitmek hususunda benimle haber göndererek Hazret-i Üstad’tan müsade almak istemesi, o kadar dağınık ve karışıklıklar içinde, ‘hizmeti bırakıp gitmek değil’ bunalan ruhunun rahata kavuşmasını arzu etmektir, diyorum, kendi kendime, her ne ise… Evet o işleri de ilâve ettiğimizde diyorum, çünkü bu mevzularda etrafına bilgi vermekte çok ketûm olan Muhsin Alev Ağabey ve Ahmed Ağabeyimizden başka, Risale-i Nur’un iç hizmet işlerini pek bilen yoktu. O bakımdan Risalelerin teksir makinesine çıkarılması için bir hayli Ahmed Ağabeyin şartlarının müsait olmasını bekledik. Sonra Ahmed Fırıncı arkadaşımızın Çarşamba’da rahmetli eniştesinin evinin bir odasında teksir makinesi teşkilatını kurarak yapalım dedik. Yine tam muvaffak olamadık.
“Abdurrahman Ağabeyin evi dershane oluyor”
“Nihayet Abdurrahman Tan Ağabeyin Süleymaniye Mimar Sinan Caddesindeki dükkânı üzerinde, Mehmed Emin kardeş, Özer Şenler, Mehmed Fırıncı’larla, işi çok gizli tutarak teksir makinelerini yerleştirip çalışmaya başlamıştık. Bu risaleleri, bir nevi manevî kerameti olarak da, Kirazlı Mescid Sokağında eski yıkılan evimizin bir ev arayla bitişiğindeki evi Abdurrahman Tan Ağabeyimiz (dilimiz alıştığı için ağabey diyorum, esasında dayı demem lâzım. Çünkü annemin süt kardeşi ve akrabası idi) satın almış, Mehmed Emin kardeşin ikna ve ricasıyla da, daha ev sahipleri taşınmadan, evin o zaman çatı katı olan en üst katına teksir ettiğimiz Risale yapraklarını gayet gizlilikle taşımıştık. Ve tasnif etmek üzere gayet rahatlık ve ferahlıkla, sıra sıra dizip o dar yerlerdeki sıkıntılı tasnif meşakkatinden kurtulmuştuk.
“Daha sonra Mehmed Emin Birinci kardeşin, Abdurrahman Ağabeyden evi bu işte kullanma talebi üzerine, alt katı hâlâ dershane olarak kullanılan Süleymaniye Dershanesi, Risale-i Nur Dershanelerinin İstanbul’daki ilk çekirdeklerini teşkil etmişti. Biz artık bir değil, bir çok meşakkatlerden kurtulmaya başlıyorduk. Bir müddet sonra, havlu dokuma atölyesindeki ranzalı, gürültülü Risale-i Nur çalışma yerimizden, Süleymaniye Kirazlı Mescid sokaktaki Medrese-i Nuriyemize taşınacaktık. Rahmetli Abdurrahman Ağabey, hem dükkânının mağara gibi taş ve küçük, fakat müstakil olan üst katını hem de yeni aldığı evin üst katlarını bize tahsis etmişti. Dükkânın üstünde, âdeta gece yatıp uyumadan teksir yapıyor, evin üst katında da, tasnif ile cilde hazır hale getiriyorduk. Risale-i Nur okumaktan ibaret olan umumî derslerimizi de, o zamanlar Taştekneler Mescidi, Şehzadebaşı Camii, Soğanağa Kâtip Sinan Camii ve bazı evlerde ve muayyen zamanlarda yapıyor, hususen Horhor, Sofular Mescidi gibi yerlere, teksir işlerimizi dahi bırakarak gidiyorduk. Gerek neşriyat hususunun ve gerekse derslerin devamı, çeşitli aksaklıkları olmakla beraber, hizmette hepimize müstakil hareket etmek ve Risale-i Nur’a kendi malımız ve eserimiz gibi sahip çıkmak konusunda büyük bir tecrübe ve cesaret sahibi olmamızı sağlıyordu. ‘Kimin himmetli milleti ise, o tek başına bir millettir’ vecizesini Risale-i Nur’da beyan eden Hazret-i Üstad, her talebesinin âdeta tek başına dâvayı omuzlayacak bir himmetle hareket etmesini istemekteydi.
“Böylece, İstanbul’da o zaman basit çapta bir hizmet cemaatı teesüs etmişti. Her birimiz o şahs-ı manevînin birer âzası olmaya çalışıyorduk. Bazılarımız, başta ben, belki bunu idrak edemiyorduk ama, Üstadımız şuurla bunu istiyordu. Rahmet-i İlâhî veriyor, kader-i İlâhî de ağlarını örüyordu. Bunun böyle olduğunu, ancak yeni yeni idrak edebiliyor, Allah’ın bu büyük lütfuna karşı, Hâzâ min Rabbî diyoruz.
“Üstadı müteakip ziyaretim”
“Müteakip senelerde sayısını hatırlayamayacağım kadar Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğimi söylemiştim. Bunlardan bazılarını tafsilatıyla hatırlayamıyorum. Yalnız, Emirdağ’da rahmetli Zübeyir Ağabeyle Üstad’ın arkasında cemaat olarak namaz kıldığımızı; yine ziyaretimde, yoğurtla karıştırarak yapılar yumurtalı-yoğurt yemeğini bana ikramlarını, (o yemekteki lezzeti hâlâ unutamam) askere giderken ‘Allah’a ısmarladık’ demek için uğradığımda, o tarihlerde İşaratü’l-İcaz adlı eserin Isparta’da, rahmetli Hüsrev Ağabeyin kalemiyle yazılmış mumlu kâğıtlarla teksir baskısı yapılmakta olduğu cihetle, ‘Kardeşim, namaz tesbihatında hatırladım, derhal İstanbul’a dön! Teksir için lüzumlu kâğıtları İstanbul’dan, Ahmed Isparta’ya göndersin’ dediklerini, benim de, dönüp bu haberi intikal ettirdiğimi; yine bir başka ziyaretimde, Rahmetli Zübeyir Ağabeyi göstererek ‘Zübeyir’e bin lira maaş verseler, Risale-i Nur’a hizmetini bırakıp memuriyete girmez…’ meâlindeki hitaplarını ve yine o yıllarda bir kısım kardeş ve ağabeylerimizle birlikte otuz kuruş yevmiye üzerinden hesaplanarak, ‘bez kese’ içinde ‘tayın bedeli’ olarak tuğralı tek liralardan meydana gelen (sonradan bu liralar tedavülden kaldırılmıştır) paraları, kese içinde alışımı da o yılların en büyük ve en tatlı hatıraları olarak unutamadığımı zikredebilirim.
“Üstad’ın İstanbul’a en son gelişi”
“Son yıllar çok çalkantılı geçiyordu. O zamanlar, Üstad Hazretlerini gazetelerden ve diğer vasıtalardan âdeta gün-begün takip ediyorduk. Nihayet 1959 Aralık’ın son günleriydi ki Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a gelecekleri hususunda telgraf geldiğini ve daha sonra da Çemberlitaş-Piyerloti Oteline indiklerini öğrenmiştik. Başta kahraman Zübeyir Ağabey olmak üzere birçok Nur talebeleri oteldeydiler. Bir kısmı da daha sonra geldiler. Üstad Hazretleri çok yorgun olmasına, oteldeki odalarında istirahat halinde olmalarına rağmen, ilk gün akşam vakti odalarında bizlere topluca ders mahiyetinde eski Divan-ı Harp Mahkemesinde yaptıkları mahkeme müdafaasından bahisle, Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat ettikten sonra Beyazıt’tan tâ Sultanahmet, Divanyoluna kadar ‘Yaşasın zalimler için cehennem’ diyerek kendilerini takip eden kalabalıkla topluca geldiklerini, Risale-i Nur’da geçen bazı mevzuları da ayrıca ders olarak anlattıklarını, ayrıca; kendilerini birçok vilâyetten şimdi dâvet ettiklerini, ancak Ankara, Konya ve İstanbul gibi birkaçına gidebildiklerini, ayrıca menfi milliyetçiliğin zararlarından bahsettiklerini hâlâ unutamam.
“Ertesi günü 1960 yılının yanlış hatırlamıyorsam ilk günüydü, sabahleyin erkenden yine gelmiştim. Otelde birçok Nur talebesi kardeş ve ağabeylerimiz vardı. Ayrıca, Emniyetten memurlar, bir kısım gazeteci muhabir ve bilhassa foto muhabirleri de vardı. Hususen bir ara İstanbul Yenikapı Ortaokulundan tanıdığım Rüçhan adındaki foto muhabirini, Üstad Hazretlerinin otelin üçüncü katındaki odaları karşısında, bitişik komşu evin dam kiremitleri üzerinde fotoğraf makinesiyle birlikte görmüştüm. Nasıl o dama çıkmıştı bilemem. Gerçi hemen mâni olmuştuk, ancak ertesi günü gazetelerde Üstad Hazretlerinin namaz kılarken çekilmiş fotoğraflarını görünce, bizler görmeden, belki rahmetli Zübeyir Ağabeyin müsaadesiyle o veya arkadaşları tarafından çekilmiş olduğunu tahmin etmekteyim.
“Üstad Hazretlerinin bir müddet İstanbul’da kalacağını tahmin ettiğimiz için, nasıl olsa sonradan söyleriz, gelir ziyaret ederler düşüncesiyle en yakınlarımıza dahi söylememiştik. Halbuki aniden rahmetli Zübeyir Ağabey; ‘Üstadımız İstanbul’dan gidiyor’ demişti. Hepimiz çok üzülmüştük. Amma çaresizdik. Üstad’ın çok kısa bir süre kalmaları, hepimizi de âdeta şaşkına çevirmişti. Zira, ben dahil oradaki bazılarımızın dünya gözüyle bir daha göremeyeceğimiz gidişleriydi bu.
“Üstad İstanbul’dan ayrılıyor”
“Evet, hazırlıklar yapılmıştı. Artık İstanbul’dan gidiyorlardı. Topluca odalarındaydık. Av. Bekir Ağabey hepimizi ayrı ayrı Üstad Hazretlerinin cenahlarına göre bizleri düzenli şekilde vazifelendirmişti. ‘Sen sağında, sen solunda, bu ön, o arka taraflarında vesair gibi’ dizilmiştik. O sıra Üstad baktım, takdirle Bekir Ağabeyi izliyordu. ‘Maşaallah kardeşim sen tam Abdurrahman’ım gibisin…’ (rahmetli biraderzadesini kastederek) şeklinde, takdirli tabirler kullanıyorlardı. Düzenli bir halde otel odasından çıkmıştık. Yukarıda da belirttiğim gibi, otel; gazeteciler, emniyet mensupları ve diğer meraklılar tarafından hıncahınç bir şekilde doldurulmuştu… Hele otelin önü.. Üstad Hazretlerini kapı önündeki Hüsnü kardeşin kullandığı otomobile âdeta bindirmemize imkân yok gibiydi. Üstadı, başta rahmetli Zübeyir Ağabey, Bekir Bey, Fırıncı, Birinci, Zübeyir, Abdünnur, Abdülkafi… gibi şimdi hatırlayabildiğim birçok kardeşler ve ağabeylerle bir çember içine alarak zorla otomobile bindirebilmiş ve Kabataş araba vapuruna kadar takip ve teşci etmiştik.
“Nereden bilebilirdik ki; ‘bu helâket ve felâket asrının güneşi…’ İstanbul ufuklarından ufule gidiyordu. Âdeta güneş doğuda batmak üzere batıdan gidiyordu. Onu, ta Kabataş vapur iskelesine kadar uğurlamıştık. Evet, ne bilirdik ki o tarihten sonra geçecek her gün bir saniye gibi tez geçecek ve bir daha görmeden üç dört ay gibi kısa bir süre sonra; doğuda, nebiler, evliyalar yurdu Urfa’da ebede uful edecek. Nur içinde yatsın.”
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, dördüncü cildinden derlenmiştir…)