HAKKI YAVUZTÜRK
1934’de Kemaliye’de doğdu. Emekli sağlık memurudur. 1952’de Nur Risalelerini okumaya başlamış; Nur Müellifini müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur.
“Evet, bekliyorduk ki, yanlış bir lâiklik anlayışı neticesi, ‘Allah’tan bahsetmeyi’ ilericilik ve medeniyetçiliğe zıt sayan öğretmenlerimizin bize devamlı maddecilik telkin eden bunaltıcı havasından kurtulabilelim. Nasıl her fen, her ders, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedermiş, öğrenelim.
“Aksaray parkında her sabah ders yapıyoruz”
“Başta da dediğim gibi, tek başıma okumakla pek bir şeyler anlayamamıştım, âdeta her Nur Talebesiyle tanışmak, o eserleri anlamama bir anahtar oluyordu. İşte tam bu sıralar Ahmed Aytimur, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Marangoz Hüseyin gibi ağabey ve kardeşlerle de tanışıyor ve onlarla alâkamı daha da sıklaştırıyordum. Ve hattâ kendi tanıdıklarımı da onlarla tanıştırmaya çalışıyordum. Artık haftanın muayyen günlerinde toplanıp ders okumayı ve dinlemeyi kâfi görmüyor, her sabah oturduğumuz Aksaray Yenikapı’daki evimize yakın olan Valide Camiine sabah namazlarında gidiyor, orada o zaman Aksaray parkı denilen yerde arkadaşlarla sabah namazlarından sonra bir-iki saat, broşür büyüklüğündeki (daktilo ile yazılmış) bir kısım Nur Risalelerini hayretle ve merakla okuyup dinliyorduk. Çok defa Muhsin Alev ağabeyimiz okur, izah eder, biz de dinlerdik.
“Meselâ, bir gün Onuncu söz adlı Haşir bahsine âit bir meseleyi okuyorduk. O teşbihli ve fevkalâde mantıklı ve güzel izahlı Risaleyi okurken, o kadar tesiri altında kalarak dinliyorduk ki, âdeta Roma’yı istilâ ederek, Arşimed’i çalışma yerinde yakalayıp öldürmek veya tevkif etmek isteyen askerlere, onun, ‘dairemi bozmayın’ dediği meşhur tarihî olay misali, etrafımızda olup bitenlerden habersiz, bütün benliğimizi veriyorduk, dersem mübalâğa etmiş sayılmam.
“Evet, o Haşir bahsinin o zaman o Aksaray parkında, âdeta tefrika edilen bir heyecanlı eserin, ‘devamı yarın’ der gibi, her gün parça parça okunması artık her sabahı iple çeker gibi beklememize sebep oluyordu. O zaman daktilo ile yazılmış broşür halindeki Onuncu Söz risalesinden sadece bir nüsha olduğu için mecburi bekliyorduk. Mecburi bekliyorduk, Muhsin Ağabeyimiz gelsin ve o Risaleyi getirsin, okusunlar dinleyelim diye. Benim o günler her sabah namazından sonra sık sık evden çıkıp gitmem rahmetli annemin nazar-ı dikkatini çekmiş, tereddütle: ‘Oğlum, böyle nereye gidiyorsun ki, sabah namazlarından sonra geç geliyorsun?’ diye sormuştu.
“Fakat ben, ilk zamanlarda anneme dahi bilgi vermezdim. Okul tatilini de kendimce tam değerlendirdiğimi kabul ediyor, âdeta içim içime sığmayacak şekilde seviniyor; İslâmiyeti artık bambaşka görmeye, onun sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret olmayıp, yepyeni bir hayat görüşü olduğunu anlamaya başlıyordum.
“O tarihlerde Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi dinî ve millî mecmualar çıkıyordu. Çok defa alır okurdum. Bilhassa, Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nurculuk bahislerini her gördüğümde heyecanla bir nefeste içer gibi okurdum. Ancak o mecmualar, Risale-i Nur’dan az bahsetmekle beraber, lehte yazılar olduğundan son derece memnuniyetle karşılıyor; benim gizli gizli daktilo sayfaları halinde ve acaip şekildeki büroşürvari okuduğum risaleciklerin başkaları tarafından da takdir edilmesine, makaleler halinde gazetelerde çıkmasına çok seviniyordum.
“Hiç unutmadığım bir hâdise”
“Risale-i Nurları vermeyi çekindiğimiz kimselere veya mübtedi olanlara, önce bu gazete ve mecmuaları verirdik. Şayet iyi karşılarlarsa, sonra Nurları vermek cihetine giderdik. Ama yukarıda da dediğim gibi, bu mecmualar Risale-i Nurlardan çok az bahsediyorlardı. Ayrıca yine o tarihlerde Milliyetçiler Derneği, Millet Partisi gibi İslâmiyet’ten bahseden dernek ve teşkilatların sempati duyanlarıyla da tanıştıklarım oluyordu. Onlardan birini burada anlatmadan geçemeyeceğim:
“Hiç unutmam, Milliyetçiler Derneğine üye, sık sık toplantılarına giden okul arkadaşım Orhan’la Çemberlitaş yakınlarında karşılaştığımız, aynen kendisi gibi derneğe üye, üniversiteli bir arkadaşına beni, ‘Bu arkadaş Said Nursi’ni kitaplarını okuyor ve onların okunduğu toplantılara gidiyor.’ diyerek taktim etmişti. Benden beş-altı yaş büyük, üstelik İktisat Fakülteli bir kişinin kanaatlerinin ne olacağı ve bu takdim edilmemi nasıl bir mukabele ile karşılayacağı hususunda merak ederek, onu dikkatle takip etmeye ve dinlemeye başlamıştım. O şahıs, ‘Said Nursî, çok kıymetli ve büyük bir İslâm âlimidir. Çeşitli mücadeleleri vardır. Takdir ederim, fakat o tamamen ilmî ve âdeta hedefine bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş giden bir islahatçı. İlmî toplantılar, kitap okutmalar suretiyle, fertlerin imanının kurtarmakla, cemiyetin değişmesine çaba göstermek istiyor. Biz ise, (Milliyetçiler Derneğini kasdederek) çok hızlı gitmek, bir tavşan hızı ile hedefimize varmak istiyoruz. (Yüzüme bakıp, kelimelere bastırarak) Bak, bir kaç ay içinde, her tarafta yüzden fazla dernek şubelerimiz oldu. Neşriyat ve mecmularımız var. Çok kısa zamanda bilmem şu kadar olduk…’ gibi izahlarla kendi görüşünü anlatıyor, ben de bu vesile ile, Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında ‘aydın kesim’ dediklerimizin mütalaalarını o tarihlerde ilk olarak dinliyordum. Sonra bu çeşit kimseleri çok görecek ve dinleyecektim. Hattâ günümüzde dahi, büyüklü küçüklü, partili dernekli, pek çok misallerini, hep birlikte ibretle görecektik. Risale-i Nur’un devamlı parlaklığı artan ışığına rağmen, bu gibiler bir an parlayıp gözlere görünecek, sonra da sönüp gideceklerdi.
“Nurlarla daha fazla meşgul olmak istiyorum”
“O başlangıç zamanlarında çeşitli İslâmî akımların tam değerlendirmesini yapmamakla beraber, onların metod ve davranışlarını başka türlü görüyor, onlara ısınamıyor, hep istiyordum ki, Risale-i Nur’dan bahsetsinler. Bu sebeple Risale-i Nurları daha çok okuma yollarını arıyordum. O tarihlerde Süleymaniye’de Hacı Nazif Çelebi Beyin evinde haftanın tatil günlerinde dinî ve içtimaî konularda -daha ziyade talebelerin iştirak ettiği- toplantılar olurdu. Bilhassa Risale-i Nurların okunduğu günlere denk gelecek şekilde -on beş günde veya ayda bir okunuyordu.- O toplantılara bir kısım talebe arkadaşlarla birlikte giderdik. Çeşitli dernek ve cereyanların, Risale-i Nur’daki, İslâmî yepyeni izahlarla insanlara sunma metoduna aykırı hareket ettiklerini ve o cereyanlarla alâka kurmanın, bana en azından gaflet vererek Nurları anlamama perde olacağını hissediyor, ama yine de zaman zaman kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Risale-i Nurlarla tam meşgul olmak, okumak ve tam anlamak arzu ediyordum. Muhsin Alev abinin bizlere okuduğu daktilo ile yazılmış kitapları nasıl temin edebilir, nasıl daha çok okuruz, diye Özer Şenler arkadaşıma söylemiştim. O da bu defa Süleymaniye’de Kirazlı Mescit’teki 50 numaralı eve götürmüştü. Ahşap, küçük bir evin giriş katıydı. Bir oda, bir mutfak v.s. ibaret dar bir yerdir.
“Muhsin Alev ve Ahmed Aytimur Beyler burada kalıyorlardı. Burayı öğrenmiş ve artık buraya sık sık gitmeye başlamıştım. Risale-i Nurları buradan alıyor, müstakillen okuyor, ayrıca toplu derslere iştirak ediyordum. Hatta gizli tutulan, neşriyat işlerinden de, bazen haberdar ediliyordum. Sanki aylar gün gibi geçiyordu. Ve ben içten içe Bediüzzaman Hazretlerini görmeyi ve elini öpmeyi çok arzuluyordum. O kadar ki, rüyalarıma girdiği oluyordu.
“Üstadı ilk ziyaretim”
“1953 yılı İstanbul’un 500. Fetih yıldönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni daha önce tanıdığından, Üstad’ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi.
“Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler.
“Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular. Talebe ve Erzincan’ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, ‘Kardeşim’ demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum ama, bendeki ilk heyecanlı hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânasını bilmiyordum. ‘Türküm’ diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risale-i Nur’u anlayarak okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hucüm etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur’dan aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risale-i Nur’un Kur’ân’a dayandığından bahsettiler.
“Ayrıca, eskiden insanları dalâlete sevk edenlerin memleketimizde az olduğunu, ancak binde bir kişinin o zaman insanın kötü yola sevk edebildiğini, şimdi ise, tersine bir durum bulundu. Fakat hak yola teşvik eden bir kişi bile zor bulunabildiğini söylediler. Bu durumdan ye’se ve üzüntüye kapılmamak gerektiğini de, şöyle bir misâlle izah ettiler:
“Nasıl ki, bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse, onları toprağa dikmesi neticesinde, o bin çekirdekten, sekiz-onu badem ağacı olarak meyva verse ve diğerleri de çürüse, o adamın ‘Ben bu işten zarar ettim, çünkü çekirdeklerim çürüdü’ demeye hakkı yoktur. Zira o sekiz-on fidanın ağaç olmaları sonucu, her birinin binler meyva vermesiyle, o çürüyen dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar fazlasıyla telafi edilmiş olmaktadır. Aynen böyle de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil, bir kısmının hakkı görerek, doğru yolu bulmaları neticesi, bunların cemiyete, insanlığa vereceği fayda, o çürüyenleri kat kat fazlasıyla telafi edecektir.’
“Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni ‘talebeliklerine kabul ettiklerini ve Risale-i Nur’u okumamı’ söylediler.
“Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli Üstad’ımı ilk ziyaretimdi.
devamı yarın …