Nokta
مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللّٰهِ جَلَّ جَلَالُهُ
Kırk beş sene evvel telif edilmiş bir risalenin bir kısmıdır.
DÖRDÜNCÜ BÜRHAN: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Şu bürhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al:
Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.
İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
İkincisi: Beşerin havassü’l-hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi bir hiss-i sâdise-i sadıka olan sâika vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika var. O şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gidemez.
Üçüncüsü: Mevhum bir şey, hakikat-i hariciyeye mebde olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad ile nokta-i istimdad, iki hakikat-i zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süflî, en berbat bir mahluk olur. Halbuki kâinattaki hikmet ve nizam ve kemal bu ihtimali reddeder.
Dördüncüsü: Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse vicdan Sâni’i unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Hads ki şimşek gibi sürat-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahî, onu daima marifet-i Zülcelal’e sevk eder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.
Bu nükteleri bildikten sonra şu bürhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki kalp bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalpteki ukde-i hayatında hayat olan marifet-i Sâni’dir ki istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasip olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad.
Hem kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren âlemin, binlerce musibet ve müzahamelerine karşı yegâne nokta-i istinad yine marifet-i Sâni’dir.
Evet, her şeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve ale’l-amyâ kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse ister istemez tevahhuş, dehşet, telaş, havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğer-şikâfe düşecektir. O ise eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin her şeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder. O ise intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele zıt oluyor.
Şu nokta-i istimdad ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ı âlemde hüküm-fermalık, hakikat-i nefsü’l-emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan Sâni’-i Zülcelal marifetini kalb-i beşere daima tecelli ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır.
Sâni’-i Zülcelal bu dört bürhan-ı azîmin kat’î şehadetleriyle Vâcibü’l-vücud, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Alîm, Kadîr, Mürîd, Semî’, Basîr, Mütekellim, Hay, Kayyum olduğu gibi bütün evsaf-ı celaliye ve cemaliye ile muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnudaki feyz-i kemal, Sâni’in zıll-i tecellisinden muktebesdir. Demek, kâinatta ne kadar hüsn-ü cemal, kemal varsa umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’-i Zülcelal muttasıftır. Zira ihsan servetin, icad vücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün, tenvir nurun fer’i ve delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemal ve cemal, Sâni’-i Zülcelal’in kemal ve cemaline bir zıll-i zalildir ve bürhanıdır.
Hem de Sâni’-i Zülcelal cemi’ nekaisten münezzehtir. Zira nevakıs mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından neş’et eder. Zat-ı Zülcelal maddiyattan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ
Kaynak: Risale-i Nur