SADIK DEMİRELLİ (Taşköprülü Sadık Bey)
Nur Risalelerinin lahika mektuplarında “Sadık Bey” diye geçen Taşköprülü Sadık Bey, Plevne kahramanlarından Sadık Paşanın torunudur. l902’de Kastamonu-Taşköprü’nün Kadıköy’ünde dünyaya geldi. l97l Mart’ında vefat etti. Kabri Yazıköy’ün Kadıköy Mahallesindedir.
Ilgaz dağları, Anadolu’nun şen ve yüce dağlarındandır. Bu dağlarda namlı bir yiğidin menkıbesi söylenir. Eteklerinden yükselen kaval sesleri, nazlı kuzuların melemesine karışır. Gür çam ormanlarından yükselen gümbürtüler arasındaki bu menkıbe, Sadık Bey adındaki bir kahraman sergüzeştini terennüm eder.
Taşköprülü Sadık Bey, Sinop, Tosya, Kastamonu, Çankırı, Düzce ve Adapazarı havalisinin ün yapmış efesi idi. Plevne’nin şanlı gazisi Osman Paşanın silah arkadaşı Sadık Paşanın torunlarından olan Sadık Bey zulme, ednaya baş eğmeyen bir insandı. Kastamonu ve civarının hakimi idi. Ayağında bir çizme, altında ak bir küheylan, belindeki silahlariyle “Taşköprülü Sadık Bey” deyince dost ve düşman temennaya dururdu. Onun yanında rastgele konuşmak, herhangi bir masrafa iştirak etmek, kimsenin kârı değildi. Eski Anadolu Beyleri gibi bir Bey… Nerede bir düğün var, nerede bir âlem var; Sadık Bey adamlarıyla birlikte oradadır. Arap atına atladığı gibi, yel misali, sabâ-reftâr olarak giderdi. Taşköprülü Sadık, ağa adamdır. Onun bulunduğu yerde haksızlık, zulüm, işret katiyyen yasaktır. Sırtında mavzeri, zümrüt renkli Ilgaz dağlarının reisi. Kimse onun yanında ayağını uzatamaz, ziyafetler, davetler hep ondandır. Onun hayatta kimseye bir zulmü ve kötülüğü olmamıştır.
Bediüzzaman’ın Nuruna pervane olmuştu.
l935 baharında, polis nezaretinde, Sadık Beyin beldesi Kastamonu’ya bir zat gelir. Çarşı polis karakoluna yerleştirdiler… Kastamonu’da karakolda misafir ediliyordu. İman hizmetinin fedakâr ve çilekeş mensubunun resmî kayıtlardaki namı: “Şark menfilerinden” diye geçiyordu. Her yerde olduğu gibi, saf ve temiz müminler hâlesi burada da etrafını sarmıştı. Onun etrafında ve hizmetinde kimler yoktu ki… Gariplere misafirlere, ihtiyarlara hizmeti ve hürmeti mukaddes bir emanet halinde dedesinden devralan Anadolu insanı, hemen bu ihtiyar zatın yardımına koşmuştu. Bunların içinde ve başında Taşköprülü Sadık Beyi görüyoruz. Onunla görüşüp konuştuktan sonra bu kutbun cazibesine artık o da takılmıştı. Pervaneler gibi atmıştı kendini ışığa ve nura. Ağalığı, beyliği, reisliği, sultanlığı bir kenara atan Taşköprülü Sadık, gönüller sultanı bir Üstada talebe olmuş; ona “belî” demişti. “Kapında kul var sultandan içerû” diyen Yunus misâli Sadık Bey; “Senin kapındaki kullar, sultandan da değerli” diye hizmetine koşmuş, Nurları altın suyuyla yazmıştı.
Zaten Sadık Bey, başka türlü de yapamazdı.
Sadık Bey Denizli Hapishanesinde
Yıllar birbirini kovalamış, Kastamonu çilesi bitmiş, sıra Denizli hayat ve hapishanesine gelmişti. Namlı yiğit Taşköprülü Sadık, Denizli Hapishanesinde Üstad’ının hizmetine devam etmişti. Kimsenin minneti altına girmeyen, bir şey kabul etmeyen o sultan, Sadık Beyin çorbasını memnuniyetle içiyordu.
Bir cuma günüydü. Hapishanenin meydancısı Arnavut Âdem Ağa: “Hafız Mustafa! Hafız Mustafa!” diye bağırıp duruyordu. Isparta maznunlarından Hafız Mustafa hemen koştu. Âdem Ağa elindeki kibrit kutusunu Hafız Mustafa’ya gizlice teslim etti. Kutuyu alan Hafız, doğru arkadaşlarının yanına… Kutuyu orada açtılar. İçinden çıkan kâğıt parçasını merak ve heyecanla okumaya başladılar:
“Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir. Ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur.”
Gelen kâğıt ayrı koğuşta, tek başına tecride mahkûm edilen asrın büyük mütefekkirinden geliyordu. Sûratle çoğaltmaya başladılar. Neticede iki cuma gününde Denizli Yusufiye medresesinin bir hatıra ve dersi olarak “Meyve Risalesi” meydana geldi.
Sadık Bey Taşköprü’ye dönüyor
Dokuz ay süren bir fasıl da Denizli’nin âdil hakimlerinin beraat kararıyla neticelendi. Mazlumlar evinin, köyünün yolunu tuttu. Meyve Risalesi‘nin mâsum müellifini bu defa da Emirdağ’a yolladılar. Aradan yine dört veya beş yıl gibi bir zaman geçti. Sadık Bey, Taşköprü’de Nurları okuyor ve yazıyordu. İmana muhtaç gönülleri Kur’an nurlariyle aydınlatıyordu. Üstad’ından ayrılalı çok olmuştu.
Gerçi yazdığı mektup ve şiirlerle bu firkatı, bu hasreti dindirmeye çalışıyordu. Fakat ayrılık ateşten bir ok halinde yiğit adamın ensesini yakıyordu. Nihayet kalkıp Emirdağ’ın yolunu tuttu. Eskişehir kaplıcalarında maddî temizliği yaparak, huzura huzur içinde girmek istiyordu.
Sadık Bey’in Emirdağ’da Üstadı ziyareti
Emirdağ’da mütevazi hanesindeki Üstad’ın gözleri o günlerde yolda idi. Bir misafir bekliyordu. Temiz şilteleri tekrar temizletip hazırlatmış, gelecek misafirini bekliyordu.
Sadık Bey Emirdağ’a inince doğruca Üstad’ın evinin yolunu tuttu. Kapıyı yavaşça tıkırdattı. Az sonra uzun boylu, kalın ve gür bıyıklı bir genç çıktı kapıya. Kafkas çehreli Üstad’ın hizmetkârı “Buyurun” diye ciddiyetle karşıladı misafiri…
Sadık Bey merdivenleri heyecanla çıktı. Tahta kapıyı yavaşça iterek içeri girdi. “Esselâmü aleyküm Üstadım” diye Sadık Bey, kendini olduğu gibi Üstad’ın dizlerine attı. Hüngür hürgür ağlıyordu.
Omuzlarından tutan Üstad da ağlıyordu. “Kalk kardaşım, Sadık Bey! Kalk kardaşım Sadık Bey!” diye koca sultan da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden rahmet gibi yaşlar boşanıyordu. “Hakkını helal et bana kardaşım” diyordu.
Manzarayı görenler de gözyaşlarını zaptedememişti. Bu karşılama ve kucaklaşma yılların hasretini bir anda giderivermişti. Yakıcı ve yandırıcı bir levha idi. bu. Kalem tariften ve tasvirden acizdir.
Ey gönüllerin sultanı! Senin yakıcı sözlerin nice sultanları kapı da hizmetkâretmiş; o yüce gözler, baş eğmez yiğitler senin önünde serfürü ettirmişti!
Bir bahar günü sadık Beyin köyüne gidiyoruz
Nisan başları, Anadolu yaylasında bir başka olur. Hele Ilgaz’ın zümrüt renkli ağaçlarının arasından parlayan renkli minarelerle donatılmış vatan toprağını Avusturya yeşillikleriyle mukayese bile etmem.
Araç’tan ayrılmış, Kastamonu’yu ikiye ayıran dereyi geçerek, Taşköprü’ye doğru kanatlanmış uçuyorduk sanki…
Kastamonu-Taşköprü arası fazla uzun sürmedi. Fakat Taşköprü’de, Taşköprülü Sadık Beyin izine ve hatırasına rastlamayınca, Ilgaz dağlarının derinliğine uzanan ormanlarına dalmak icab ediyordu.
Çünkü Sadık Bey’in oğlu Said Demirelli köyde, Sarıkavak köyünde oturuyormuş. Köye ise arabayla değil, ancak bir jiple gidebilecektik. Bu problemi de halledince bir saat kadar dağ yollarını tırmandıktan sonra, ormanların yamacında Sarıkavak köyünün tahta evleri gözükmüştü. Bahar başlarında bu yüce tepelerde karla karışık yağmur çiselemeye başlamıştı.
Sadık Bey’in oğlu Said Demirelli’yi buluyoruz
Sadık Bey’in damadı sağa sola koşuşup dururken, dere gibi meyilli bir derinlikten, sırtında bir siyah pelerin bulunan yirmi beş yaşlarında bir genç çıkageldi. Sadık Bey’in oğlu Demirelli ve kucağındaki yavru ise, Sadık Demirelli…
Çok uzun zamanın ahbapları gibi kucaklaşmıştık Said’le. Daha ilk anda sırtındaki siyah pelerin dikkatimi çekmişti. Sorduğumda, Said: “Babamdan hatıra, ona da Üstad’dan kalma. Denizli Hapishanesinde Üstad hediye etmiş babama.” diye cevap verdi.
Bu esnada fırtına şiddetlenmişti. Said bizleri ahşap köy evine almış, Anadolu misafirperverliğinin en asil ikramlarını yapmak istiyordu. Onun bize anlattığı ve emanet ettiği hatıralar ise, bizim için paha biçilmez vedialardı. Bu ölümsüz yadigârlarla Sadık Bey’in asaletini, titizliğini, vesikalara verdiği ehemmiyeti ve nihayet Üstad Bediüzzaman’la birlikte geçen günlerini adım adım takip etme imkânlarını elde ettik.
Taşköprülü Sadık Bey l902-l97l tarihleri arasında ömür sürmüştü. Babası Binbaşı Mehmet Ali Bey (l873-l930) annesi Necmiye Hanım, büyük babası ise Plevne kahramanlarından Sadık Paşa’dır (ll8l3-l893)
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, ikinci cildinden derlenmiştir…)