Emin Tekinalp hatıralarını şöyle anlatıyordu:
– Risale-i Nuru nasıl buldunuz?
Mustafa Sungur’la kardeş torunlarıyız. Risale-i Nuru ilk defa bana o tavsiye etti. Çok izahlardan sonra, “Sen İktisat Risalesini yaz ve oku. Asa-yı Musa’yı ben sana vereyim” dedi. Onu yazıp okurken burada Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram kardeşlerimizin hapse girdiğini duyduk. Ben onlara bir mektup gönderdim. Cevabı geldi. Tekrar ben cevab yazdım. Hüsnü Bayram, “Mektubunu okuyabilir miyim?” dedi. O eski yazı okuyor. “Oku” dedim.
Dedi: “Emin Amca, bu mektubu sen biraz hafif yaz” dedi. Nihayet ona itimaden, istinaden ben tekrar bir mektup yazdım. O mektubu da gösterdim. Tabii, değiştirdim diye “Bu da ağır” dedi. Dedim: “Ben bunu gönderirim”
– Mektupta neler yazmıştınız?
Mektupta şöyle yazmıştım:
“Bin senedir Kur’ân’a hizmet eden Türk milletinin torunlarını Kur’ân okumaktan mahkum eden kahraman Türk milletinin torunları mıdır? Yoksa mahkemelerimiz yabancı ellere mi geçmiştir? Müslüman, ya şehid, ya gazi, mahpus, işkence her şeye dayanır. İmanından bir zerre vazgeçmez”
Bu meyanda uzun uzadıya yazdım. Tabii bu tâ l948’deki mesele. Hepsi aklımda yok, özeti böyle.
– Sungur Ağabey eserleri size verdiğinden kaç yaşlarındaydınız ve hangi seneydi?
Aşağı yukarı l948’in başlarında veya l947’de oluyor. O zaman 32 veya 33 yaşlarındaydım. Nihayet mektuptan Afyon savcısı, oranın idare amirleri bizim aranmamızı, evimizin basılmasın emretmişler. Bir gün sabah namazını kıldım, yattım. Kapıda bir ses. Baktım muhtar, karakol kumandanı “Kapıyı aç” dediler. Açtık, aradılar. Benim el yazısıyla yazdığım bazı şeyleri ve Asa-yı Musa’yı aldılar. Ben de beraber evde ne kadar dini kitap varsa (3 cilt Taberi tarihi de vardı.) O zaman omuzuma ne verdilerse 3 saat aşağıya Toprak Cuma’ya yürüyerek gittik. Oradan da hadi bakalım Safranbolu’ya, 4 saat 4.5 saat gelir. Burada ifademi aldılar, bıraktılar.
Afyon hapishanesinde
Aradan çok geçmedi. Bir gün Cuma namazını kıldık. Aşağıdan iki jandarma geldi Toprak Cuma tarafından. Muhtarı istediler. Muhtar köy odasına götürdü. Beni çağırdı, dedi ki: “Bunlar seni götürmek istiyorlar. İstersen git bir haber et, aile efradına filan.” dedi. Ben lüzum görmedim. Zaten cebimde l0 kuruş var. Onlara versem bana yok. Bana kalsa onlara yok. Birisinden de 25 kuruş alacağım varmış o da onu verdi. Biz 35 kuruşla Safranbolu hapsini boyladık. Aradan 3-5 gün geçti. Bir öğle namazı kıldıktan sonra, oranın hükümet binası hapishanedeydi. Namazı ben kıldırıyordum. Pat, odanın kapısından Sungur içeri girdi. Gülmekten ağzımı tutuyordum. Dedim, “Sen nasıl girdin, kimden müsaade aldın, kim sana müsaade etti. Herkesi koymazlar, nasıl girdin?”
“Yahu ben de seninle hapse geldim.” deyince ben dona kaldım.
Hülâsa orada bir aydan fazla kaldık. Biz istiyoruz gidelim. Onlar “harcırah gelsin öyle gönderelim” diyor. Kendi paramızla gideceğimizi söyledik. Müsaade ettiler. O günlerde paranın geldiğini hissettik. Bize parayı vermediler. Buradan verilen muhafız bizi jandarma karargâhına götürdüler. Orada bize mükemmel hürmet ettiler. Kar gibi yataklarında yatırdılar. Onlar bizi Nur talebesi olduğumuz biliyorlar. Babasına, kardeşine yapılacak muameleyi yaptılar. Allah razı olsun jandarmalardan.
Afyon hapsine gece 2’de vardık. Orada ağlar gibi bir inilti vardı, bekçiye, “Bu ses ne oluyor?” dedim. “Burada 75’lik Bediüzzaman diye bir hoca var. O her gece sabaha kadar böyle devam eder. Ne yapar bilmiyoruz?” dediler.
Eşyaları oranın bekçisine teslim ettik. Biz sabahçı kahvesine gittik. Baktık ki, orada Mehmet Feyzi Efendi, Hüsrev Bey ve Rüştü Çakın vardı. Ben Mehmed Feyzi’yle orada bir saate yakın sohbet ettim. Sungur ve Hüsrev Beyle çay içtik, konuştuk. Bize izahat verdiler. Nasihat ettiler. Hüsnü Bayaram ve Mustafa Osman Ağabeylerle görüşemedik. Muamele açılınca bize eşyaları verdiler. Muamele yaptırıp hapse sokmak için bir daireye aldılar. Derken birisi içeri girdi. Savcı olduğunu sonra öğrendik. Sungur’la elimiz kelepçeli, iki jandarma yanımızda.
Üstadı hapishanede ziyaretim
Orada ifademizi verdik. Benim başımda bir örme, bir tane de atkı vardı. Kış tabii. koltuk altında, ceketin altına kıstırmıştım. “O ne? Çıkart!” dedi. Dedim: “örme ve atkı.” Çıkardım. “Yaz!” dedi. Nihayet zabtı öyle tuttu. Biz hapse girdik. Hapse girerken, koğuşa girmeden Sungur Üstad’ın yanına çıktı, ben de girdim, bekçiler bırakmadılar. Sungur gitti.
Bizi Beşinci Tecrit Koğuşuna götürdüler. Bize oradaki mahpuslar “Siz de mi Nurcusunuz?” diyorlardı. Beş gün orada yattıktan sonra bizi altıncı koğuşa aldılar. Üstad tek başına 70 kişilik bir koğuşta üst katta bulunuyordu. Onun koğuşu ayrı. Benimle alakadar olanlar “Orada bir Haşim Hoca var. 32 senelik, seni o koyar, merak etme” dediler.
Benim sakalım kesilmediği için müdür ve başgardiyan beraberce emir vermişler. Berberin birisi geldi beni tıraş etmedi. “Ben yapamam” dedi. Haşim Hoca beni tıraş etti. Ben dedim: “Hoca Efendi, ben Üstadı görmek istiyorum, bize yardım et” “Az bekle” dedi. Biraz durduktan sonra Üstadımızın kapısı açıldı. İçerde ona hizmet edenin kahverengi bir de cübbesi var. Ben de dedim “Herhalde Üstad’ın yanında başka birisi de var.” Kapı örtüldü. Haşim Hoca, “Kapıyı çal” dedi. Kapıyı çaldım. İçeriden “Gel” sesi geldi. Kapıyı açtım. İçeriye geçerken o gördüğüm heybetli şahıs beni kucakladı. “Kardeşim hoşgeldiniz, safa geldiniz, Kardeşim, üşüyor musunuz, paranız var mı? Zındıklar size karışıyor mu? Bir noksanınız var mı?” diye biraz iltifat etti. Ben o arada Üstadı arıyordum. Hayalimde ak sakallı, sarıklı, yatağının üzerinde oturan birini arıyordum. İki tarafa bakıyordum, kimseyi göremiyordum.
Sonunda beni kucaklayan Zat-ı Muhtereme baktım ki, Üstad, ondan başka odada kimse yok. Düşünce hayalim alt üst oldu. O arada abdeste sıvandı. Dedim: “Müsaade ederseniz, abdest suyunuzu dökeyim.” “Dök” dedi. Abdest suyunu döktüm. Elhamdülillah. Abdest aldıktan sonra dışarıya nasıl çıktım bilmiyorum. Geldim, baktım, Üstad hapishanenin penceresinde oturuyor. Ayağının biri iç tarafa doğru çıkık gibi. Hava soğuk, soba filan da yok.
Dedim: “Üstadım, ayağınızdaki çorap çok ince, hava çok soğuk, bu çoraplarla üşürsünüz. Benim ayağımda yeni çorap var. Bir tane de bavulda var. Hiç giyilmemiş, bunları size vereyim. Bu soğukta onları giyin, bunları sonra giyersiniz.”
Almamak için ısrar etti. Ben de ısrar ettim vermeye. Artık beni kırmadı. “Değişelim mi?” dedi. Ben de “Olur” dedim. “Git, getir” dedi. Gittim, getirdim. Giderken, gelirken, “Sen nereye gidiyorsun, geliyorsun?” diye hiç kimse bir şey sormadı. Üstad’ın tasarrufunda olduğuma o zaman kanaat getirdim. Çorapları getirdim, o da bana kendi çoraplarını verdi. Çoraplar hâlâ yanımda. Bazı mübarek günlerde giyerim.
Hakimin kabir suali
Hülâsa, aradan bir kaç gün geçti, bizi mahkemeye çıkardılar. Hakim Bey dedi ki: “Sen buraya niye geldiğini biliyor musun? Hıfzı Bayram’a, Mustafa Osman’a mektup yazdın mı?” Ben “Yazdım” dedim.
“Senin mektubunu okuyoruz, dikkat et!” dedi. Okudular, dinledim. “Bu mektubu sen mi yazdın, kime yazdırdın?” dediler.
“Ben yazdım” dedim. “Tahsilin ne?” dedi. Dedim “3’e kadar okudum, 4’de de iki ay okudum arada lağvedildi.”
Bizi hırpalayan savcıymış. “Yalan efendim. Bak yalana bak. Üç sene okumuş da bu mektubu yazmış.” dedi. Öyle deyince hakim: “Doğru söyle, hangi avukata, hangi akrabana yazdırdın bunu?” “Beyefendi ben yazdım, kimseye yazdırmadım.”
Hülasa orada yine “Kim yazdı?” “Ben yazdım” şeklinde konuşmalar devam etti. Nihayet karar almışlar, bana, “Seni bir odaya koyacağız, sana kâğıt kalem vereceğiz. Orada duracaksın, böyle bu tipten bir mektup daha yazar mısın?” dediler. Kızdım, “İki tane daha yazarım” dedim.
“Efendim bunlar utanmıyorlar, altı ay okuyup avukat oluyorlar. Bunlar işte şöyledir.” 5 ay ceza verdiler.
İkinci mahkemede ben müdafaamı yazdım. Müdafaayı Üstada gönderdim. Bakmış, bazı yerlerini düzeltmiş, altına da, “İnşaallah kurtulur” demiş ve imzasını atmış.
İkinci mahkemede: “Bir daha yaparsan ikinci cezayı yersin” dediler. Beraat ettim.
Buraya geldikten sonra üç arkadaş Emirdağ’da Üstadı ziyaret ettik. Orada bize ders yaptı. Üçümüze üç kitap verdi. Bize Cevşen düştü.
Bir defa da İstanbul Çarşamba’da ziyaret ettik. O zaman Sungur, Samsun’da hapisteydi. Emirdağ’a giderken Eskişehir’de kardeşler dediler: “Üstad gelecek” orada otelde görüştük. Sungur’la Bayram vardı yanlarında. Orada Sungur’a bizi sordu. Sungur: “Bu, benimle Afyon’a gelen Emin Amca” dedi. Üstad, “Tamam” dedi. Kucakladı, beni alnımdan öptü.
Elhamdülillah ondan bu yana devam ediyoruz. Allah Teala hatalarımızı affetsin, seyyiatımızı, hasenata tebdil etsin. Bu iman, Kur’ân nimetinden sonra Risale-i Nur ile Kur’an hakikatlarına hizmet nimeti de bulunmaz bir nimet. Allah bu nimeti elimizden almasın.
Afyon Müdafaam.
Afyon’da Üstad’ın tetkik edip altını imzaladığı “inşaallah kurtulur” dediği savunma:
Afyon Ağır Ceza Yüksek katına!
“Sayın Hakimler!
“Dinî ve ilmî kitaplar okumam, sırf dini bilgimi artırmak gayesine matuftur. Bunlardan evimde bulunan ve müsadere edilen kitaplardan yalnız Said Nursî’ye ait olanlar, müsadere edilip, diğerleri iade olunmuştur. Ona nazaran ben yalnız Risale-i Nura ait eserleri değil, şimdiye kadar neşredilmiş bütün dini kitapları okumaktayım. Hoca Efendiye ait olan kitaplarda ise ne bir tek cemiyet kelimesi ve ne de siyasete ait bir tek kelime görmedim. Cemiyet ismini de hükümet dairesine gelmeyince duymadım. Hem ben fakir bir köylüyüm. Cemiyet ve siyasetle ne alakam olur? Köyümüz ihtiyar heyetinden sorabilirsiniz. Hükümet aleyhinde halka bir tek kelime söylemedim. Vatanı tehlikeye düşürecek bir tek harekette bulunmadım. İcap ederse tehlike zamanında rıza-ı İlahi için dövüşmeye hazırım ve dövüşmüş bir vatan evladıyım. Hıfzı Efendiye yazdığım mektup hususidir. Mahkeme reislerinden birini hedef yapmadım. Kendi hususi fikirlerimi bir ahbabıma yazmamda bir kastım mevcut değildir.”
“Gerek zekânızın gereği (Burayı Üstad tashih etti) gerek zekânızın yüksek görüşleriyle adaletinizi dilerim. Okuduğum dini kitaplardan aldığım dini dersler de, biz insanlar bu fanide iyi ve kötü yaptığımız amellerimizden âlem-i bakide, Mahkeme-i Kübrada, huzur-u İlahide mahkeme olup hayır ise mükâfat, şer ise ceza göreceğiz. Bunu bir kardeşime hususi yazmamda bir tehdit değil, hakikat olarak yazdım.”
“Ben Hoca Efendinin tefsirlerinden okuduğumda Kur’ân’ın hakiki tefsirlerinden başka bir şey olmadığına inandım.”
“Hususi olarak yazdığım mektupta Risale-i Nur’un yegâne düşmanlarının bolşevikler, bolşevik ruhlu ahmaklardır demem, asırlardan beri Türkleri ve Müslümanları ezmeye çalışan, din, kitap tanımayan bolşeviklere hitaben, bolşevik Ruslar demem, arasıra resmi gazetelerde işittiğimiz haberlerde: Hasan Ali Yücel bolşevikleşmiş, komünistmiş, bilmem ne mektep talebesi komünist suçu ile mahkemede, dolabında Stalin’in resmi bulunmuş gibi haberlerle memlekette tek tük bu fikirde olan şahıslara istinaden kendi fikirlerimi bir arkadaşıma yazdım, kanun ve adliyeye bir kasıd ve maksad ile yazmadım. Ben bu l8 milyon içinde hiç bir din adamının dinî âlet ederek derslerini dinliyen bir kısım ehl-i iman ile isyan edip hükümetle mücadele ettiğini tarihte ne okudum, ne de işittim. Böyle bir şey aklıma gelmediği için elime geçen dini kitapları okur, imanın kuvvetlenmesine çalışırım. Hatta Hoca Efendiyi buraya gelinceye kadar da görmemiştim. Faraza (Üstad yazmış) ortada böyle bir cürüm var ise bile, bu cürme masum iştirak etmiş olduğumdan, elde bir delil mevcut olmadığına, yedimde bulunan kitapları, sırf din bilgimi artırmak gayesiyle okumuş olduğuma göre beratime karar verilerek, tecziyeme gidilecekse cezanın te’ciline karar verilmesini yüksek adaletinizden dilerim.”
Afyon Cezaevinde Mevkuf
Safranbolulu Emin Tekinalp
Üstadım da “münasiptir, inşaallah kurtulurlar” diye el yazısıyla yazdı. Baktım bazı yerlerini tashih etmiş.
Son mahkemeye giderken elimize kelepçe değil de ip bağlamışlardı. Mahkemeye girerken ip çözüldü. Kendiliğinden nasıl çözüldü, hâlâ düşünürüm. Sadece ikimizin eli çözüldü. Elimizi sallaya sallaya gittik. O zaman ağladım.
(Necmettin Şahiner’in Son Şahitler kitabının, ikinci cildinden derlenmiştir…)