Cihâdın hükmü
İslam alimlerinin ittifâkına göre cihâd, farzdır. Fakat bu farzıyyet, ba’zan farz-ı kifâye, yani herkesin katılmak zorunda olmadığı sadece devletin asker sevkettiği durumlar. Ba’zan da farz-ı ayn olur, yani memleketin işgale uğraması gibi durumlarda savaşacak veya savaşanlara yardımcı olabilecek herkesin katılmak zorunda olduğu durumlar. Cihâdın farz-ı kifâye ve farz-ı ayn olduğu durumları, fıkıh kitaplarında şu şekildedir:
Farz-ı kifâye olan cihâd:
Gayri Müslümler savaş açmasalar bile İslam devleti İslamın önündeki engelleri kaldırmak ve İslam ümmetinin çıkarlarını korumak için, gayri Müslüm devletlere savaş açma durumudur. Böyle bir savaşa devletin gönderdiği kuvvetlerin haricinde, ümmetin diğer fertlerinin savaşa katılması gerekmiyor. Çünkü devlet gerekli güç ve teknolojiyi temin ederek böyle bir savaşa girmiştir diye hüküm verilir. Ancak eğer sevk edilen ordunun mağlub olması veya üstesinden gelememesi durumunda herkesin bu savaşa katılması veya maddi destek vermesi gerekir. Katılmayan veya yardım etmeyen büyük günah işlemiş olur.
Farz-ı ayn olan cihâd:
Eğer kafirler Müslüman beldelere saldırsalar ümmetin bütün erkeklerine karşı koymak farzdır yani eli silah tutan herkes mecburdur. Eğer o beldeyi işgal ederlerse kadın, erkek, yaşlı, farketmez herkes söz konusu İslam memleketini savunmak zorundadır. Kimin elinden ne gelirse yapmakla mükelleftir.
Cihâd üç durumda her bir ferde farz-ı ayn olur:
Birincisi: İki ordu karşılaşınca, hazır olanın oradan ayrılması harâm, orada kalması ise ona farz-ı ayn olur.
İkincisi:Kâfirler bir beldeye girerse, oradaki halkın o kâfirleri def’etmesi ve onlarla savaşması farz-ı ayn olur.
Üçüncüsü: Eğer devlet idârecisi, bir topluluğu cihâda çağırırsa; o topluluğun cihâda çıkmaları farz-ı ayn olur.
Cihâdın yapılmasına karar verilmesi ve icrası
Cihâdın yapılması, tamamen devlet başkanının yetkisindedir. Başkan bu yetkisini kullanırken sadece yardımcıları ve danışmanlarıyla istişare eder. Bu istişareden çıkan karara başkanın emrindeki görevliler ve halk uymak zorundadır. Çünkü İslam kurallarına göre devlet başkanı halkın dini ve dünyevi işlerinden sorumludur, bunu yaparkende herkesin ona yardımcı olması gerekir.
İslam devletinin idârecisi veyâ onun vekîlinin izni olmadan düşmanla savaşmak mekrûhtur. Zîrâ devlet idârecisi bu işi daha iyi bilir. Bununla beraber, eğer devlet idârecisi ve askerleri kâfirlerle savaşmayı terk edip dünyâya dalsalar, böylece savaş gerektiği zaman bundan imtina edilirse veya devlet idârecisinden kâfirlerle savaşmak için izin istenildiği takdîrde izin vermeyeceği biliniyorsa veyâhud ondan izin alıncaya kadar cihâddan elde edilecek maksad zarara uğrayacaksa; bu durumlarda Müslümânların devlet idârecisinden izin almadan düşmanla savaşması mekrûh değildir. Yavuz Sultan Selim şehzadeliği döneminde, babası II. Beyazid izin vermediği halde İran’a bağlı beldeler üzerine birden fazla akın düzenlemiştir.
Ayrıca İslam beldesi işgale uğrasa ve devlet mekanizması ortadan kalksa yada 1918 yılında olduğu gibi Halife ve hükümet esir düşerse halk itibar ettiği insanların önderliğinde cihad eder ve düşmanlarını def eder. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren işgale uğrayan İslam beldelerinin tümünde Müslüman halk, Ömer Muhtar, Şeyh Şamil gibi zatların önderliğinde cihad etmiştir ve büyük çoğunluğu işgalcileri def etmiştir. Türkiye’dede birinci dünya savaşı neticesinde İstanbul İngiliz işgali altında iken, İngilterenin baskısıyla Sultan Vahdeddin’in Kuvayyı Milliye’nin Anadoluda başlattığı mücadele aleyhinde beyanlar vermesi ve yine aynı nedenle Şeyhulislam Dürrizade Abdullah’ın aleyhteki fetvasına karşı başta Bediüzzaman Said Nursi ve Ankara müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (Börekçi), gibi birçok İslam alimi Padişahın ve ekibinin esir olduğunu bundan dolayıda Kuvayyı Milliye aleyhine verilen ferman ve fetvaların geçerli olmadığını beyan edip, karşı fetvalar vermişler. Bediüzzaman (RH) bu konuda şöyle demiştir.
“Bir şahsın arzu-yi zâtîsi ve emr-i husûsîsi başkadır. Ümmet nâmına emîn olarak deruhde ettiği emânet-i hılâfetten hâsıl olan şahsiyyet-i ma’neviyyenin irâdesi bambaşkadır.”(Âsar_ı Bediiyye, s,116)
Bir insanın kendi namına konuşması veya emir vermesi başkadır, millet namına karar vermek ve emirler vermek tamamen bambaşkadır. Millet namına karar vermek için mutlaka millete veya milletin vekillerine danışmak ve onlarla beraber karar almak gerekir.
“…-Kur’ânın hâkimiyyeti için yapılan bir savaş vaktinde- fedâ etmek gibi hod-endişâne fikir ve irâde; değil Vahidüddîn gibi mütedeyyin bir zât, hattâ en fâcir bir adam da yalnız ism-i hılâfeti taşıdığı için ihtiyâriyle etmez. Demek, mükrehtir. O hâlde ona itâat, adem-i itâattır.” .”(Âsar_ı Bediiyye, s,116)
Kuvayyı Milliyenin, İslam dini ve ümmeti için başlattığı bu savaşa Halife unvanı taşıyan Vahdeddin’in kendi iradesiyle aleyhte olması mümkün değildir. Durum böyle olduğuna göre demekki esirdir, bu durumda esir birisine itiaat etmemek farzdır.
Bedîüzzamân Hazretlerinin bu mücâdelesini, hayatını anlattığı Târihçe-i Hayât adlı eserinde şöyle dile getirilmektedir:
“İstanbul’da en büyük ve en ehemmiyetli ve te’sîrli hizmet-i vataniyye ve milliyyesinden birisi de, ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı eseriyle gaddâr zâlimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i dîniyyeyi ve şeref-i İslâmiyyeyi muhâfaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgáli sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesi’nin Meşîhât-ı İslâmiyye’den sorduğu altı suâline, altı tükürük ma’nâsında verdiği ma’kúl ve sert cevâbları, onun derece-i cesâret ve kemâlât ve şecâatını fiilen göstermektedir. ‘Hutuvât-ı Sitte’yi neşrettiği zamân, Çanakkale’de muhârebe oluyordu. İstanbul’un işgálini müteákıb İngiliz Başkumandanı’na bu eser gösterilir ve Bedîüzzamân’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbâr edilir. O cebbâr kumandan, i’dâm kararıyla vücûdunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat kendisine, Bedîüzzamân i’dâm edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz’e ebediyyen ada’vet edeceği ve aşîretler her ne pahasına olursa olsun isyân edecekleri söylenmesi üzerine bir şey yapamaz.
“İstanbul’da İngilizler desîseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer ba’zı ulemâyı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukábil, Bedîüzzamân ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyyeti ile İngiliz’in Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyâsetini ve entrikalarını, târihî düşmanlığını etrâfa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu husûsta en büyük âmillerden birisi olmuştu.” (Târihçe-i Hayât 129-130)
Gelecek makalemiz Cihâdın hikmetleri hususunda olacak inşallah.
Selam ve du’a ile Allah’a emanet olun.