Abbas Mehmed KARA, Barla nahiyesinde Bediüzzaman’dan kalan son hatıra, son canlı şahitlerden birisidir.
Nur’un mektuplarında Risale-i Nur’un bereketine ait yağmur hadisesinde Abbas Mehmed’in de ismi ve bahsi geçmektedir.
Barla seyahatlerimizde Abbas Mehmet Amcamın o çok tatlı, lâtif, kendi mahallî, şivesiyle, “r” siz konuşmalarıyla güzel ve unutulmaz saatler geçirmişizdir.
Şu anda bu ebedî hayat levhalarından, bantlardan ve notlardan bir demet, bir nur buketi sunmanın hazzını tatmaktayım.
Üstad tavuğu niye kovuyor?
Abbas Mehmed Efendinin anlattığı hatıraların içinde, bir yumurta hadisesi vardı. Şöyle diyor Abbas Mehmed Efendi:
“Bir akşam üzeriydi, namaz için Yukuşbaşı Mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk. Hocaefendi elinde bir odunla tavuğu kovuyordu. Tavuğu niçin kovduğunu sorduk. Tavuk oradan oraya kaçıyordu, fakat Üstad odunu atıyor, tavuğu dışarı atmak istiyordu. Biz arkadaşlarla bunun sebebini sorduk. Bize cevaben üç yumurta gösterdi. ‘Bu tavuk dün iki tane, bugün ise üç tane yumurtladı. Benim iktisat kaidemi bozuyor. Bu sebepten kovuyorum’ dedi.”
Abbas Mehmed Efendi, bu hatırayı anlatır ve peşinden hemen sorardı: “Ben üç yumurtayı gözümle gördüm, kitaba niçin iki yumurta yazdınız?” derdi.
Abbas Mehmed Amcanın bu sualine tatminkâr bir cevap veremezdik. Ancak “Üstad iki yazmış, Mektubat’a da iki geçmiş” diye mukabele ederdik.
“On Altıncı Mektub”un, “Dördüncü Nokta”sında, dördüncü sual ve izahta bu yumurta bahsi şöyle ifade edilmektedir:
Mektubat’taki Tavuk
“Şu üzerimdeki sakoyu yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için, dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. İşte şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i ilâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen halis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir menfaatidir veyahut ‘Yâ Rahim, yâ Rahim’ ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, ‘Yâ Rahim, yâ Rahim’ çektiklerini anlarsın.”
“Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi, pek az fasıla ile hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: ‘Böyle olur mu?’ dedim. Dediler: ‘Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.’ Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da, bu mübarek hâli bir ikram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.”
Bu hatıranın tespitinden sonra, bu meseleye zihnimde bir nokta, bir istifham koymuştum. Üstadın himmetiyle, “Elbette bu mesele de günün birinde aydınlanır” diye düşünüyordum.
Yine Barla’da geçirdiğimiz bir tatil gününde, unutulmuş, terk edilmiş bir köşede, küçük bir kağıt parçası elime geçmişti. Bu kağıt parçası, Üstadın el yazısıyla tezyin edilmişti. Bu yumurta bahsini anlatıyordu.
Üstad kendi kalemiyle önce üç yumurta diye yazmış, yine kendisi üç kelimesini iptal edip üzerini çizip karalayarak iki yazmıştı. Üstadın el yazısı parçayı Abbas Mehmed Efendiye gösterdiğimiz zaman sevinçten uçmuş, “Ben size demedim mi? Hocaefendi bize kendi eliyle üç yumurtayı birden göstermişti.” demişti.
Abbas Mehmed Kara’nın hatıralarını sualli-cevaplı tesbit ettik. Suallerimiz ve kendilerinin cevapları şöyleydi:
Üstadı İlk Görüşüm
– Bediüzzaman’ı ilk defa nasıl gördünüz?
İlk defa buraya geldi. Ben evin önünde oturuyordum.
“Sen buralı mısın?” dedi.
“Evet” dedim.
“Bu mahalleli misin?” dedi.
“Evet” dedim.
“Camiye gitmedin mi?” dedi.
“Gitmedim,” dedim.
“Sen camiden kalma, git,” dedi.
Dua vardı, Ramazan’ın bitiminde, Bahar idi. Konuşurduk. Kimi görse çağırırdı. Hizmet ederdik. Suyunu doldurur, sobasını yakardık. O çıkarır, birşey verirdi. Boş göndermezdi. Ya üzüm verir, ya yemiş verir. Mutlaka birşey verirdi.
Üstada Getirilen Deli
– Üstada deli getiriyorlar. O hadise nasıl olmuştu?
Onu mu? Biz Üstadla gidiyorduk. Denizin kıyısında süpürgelik var. Vardık oraya, iki adam geldi. Biri deliymiş. Her tarafı dolaştırmışlar. İstanbul’u filân. Demişler: “Barla’da bir hoca var, her şeyi bilir.” Biz Üstad’la odun indiriyorduk. Üstad “Onu bırakın, o kimseye dokunmaz,” dedi. “Okuyuver,” dediler. Üstad, “İyidir, alın gidin.” dedi. Merkepleri vardı iki tane. Biri bizim karpuzu yemiş. Üstad, “Bu merkepler cezalandı, şu odunları taşıyıverin.” dedi. “Aman efendim, akşama kadar kalalım, odunları biz çekelim,” dediler. Bir sefer odun indirtti. Sonra onlar gittiler.
Balıkla Dolan Ağ
– Balık meselesi nasıl olmuştu?
Aynı gün Bekir Ağa da vardı. Sonra Balıkçı İsmail Ağa, “Ben, balığa bakayım,” dedi. Güz vaktiydi. Üstad geleli bir buçuk sene filân olmuştu. Eyüp bize aş pişiriyordu. “İsmail Ağa aş pişesiye gelir” dedi. İsmail Ağa tuzağı bir kaldırmak istedi, kalkmadı. “Bekir Ağa, gel kaldıralım, bu takıldı.” dedi. Baktık, balık dolmuş. Toprağın üstüne bir sürü balık doluyor. Dört köfün iki seferde, Hoca dedi ki: “İsmail Ağa, bu arkadaşlara yiyecek kadar verin, kalanını satın.” dedi. Köfünleri doldurduk. Bize birer yemeklik verdiler. Tadını aldılar ya ertesi gün yine gidip köfünleri atmışlar. Sabaha kadar bir yemeklik tutamamışlar. “Üstadın duasıyla olmuş önceki bereket” dediler. Çabuk geldiler.
Cuma Namazına Niçin Gitmedin?
– Bir de cuma namazına gitmemişsin?
Cumaya gitmediğim gün Ankara’ya yük yolluyordum. Namazı yukarıda kılardık. Üstad, Ceylân, Zübeyir, Bayram yukardan geldiler. Ben onları görmedim. Beni görünce, “Mehmed, sen camiye neye gitmedin?” dedi. “Ankara’ya yük yolluyordum,. yük yetiştireceğim diye yetişemedim,” dedim. “Vallahi Mehmed, Hoca gitmiyor, ben de gitmiyorum deyeydin, cemaate de, talebeliğe de kabul etmeyecektim seni.” dedi. “Yok” dedim. Sıddık Süleyman’a Şafiî olduğunu söylemiş. *
Üstad Halkçılara Çok Kızardı
– Bir de sana vurmuş. Nasıl olmuştu?
Murad Ağanın Hâfızı fırka reisi, Halk partili. Üç-beş kişiyi yazıyor. “Sen falan, sen filânsın” diyor. Fırka reisi dellâl ünlettirdi: “Yarın toplantı var” diye. Ben o gün camiye gitmedim. Üstadın camisine. Bakıyor, ben yokum, Yatsı namazından sonra, Yatsı namazlarını mescidde kılardım. Sonra “Hafızın evine, Halkçıların toplantısına gitmiştir” diyorlar. “Benim en itimad ettiğim bir adamdı, onu nasıl kandırıp götürüyorlar?” diyor. Namazı kıldıktan sonra duayı bitirdi. Bana “Sen niye gittin oraya? Sen benim en ufak talebemsin.” dedi. “Ben gitmedim oraya” dedim. Üstad “Kabul etmiyorum, reddediyorum seni.” dedi. Sıddık Süleyman da vardı. “Git, bir daha da gelme” dedi. İki tokat vurdu bana, merdivenin başında.
“Allah rahatlık versin efendim” dedim. Hiç seslenmedi. Sonra gene gittim. Süleyman Sıddık’ın bahçesine gittiler bir gün. Yanına vardım yine. Namaz kıldık. “Seni takip ettirdim, bir daha gitmemişsin, arkamdan gel” dedi. Odaya girdik. Kuru üzüm, badem ve yemiş verdi. Bunların hepsini kâğıda döktü. “Bunu al, evde ye” dedi. “Hakkını helâl et” dedi. “Helâl olsun” dedim. “Artık hem cemaatsın hem de talebesin” dedi. Halkçılara çok kızardı.
Yoksa Talebelikten Çıkarım
– Üstad’a somya mı, rahle mi yapmışsın?
Somya, seyyar, uzanıp yatacak bir şeydi. Dinlenirdi. Bir divan yapmıştım. Bana Ziver’le para gönderdi. Ben “Ne para alırım, ne de bir şey” dedim. “Ben para almış olsam, ücretine yapmış olurum, talebelikten çıkarım.” dedim. Zübeyir’e sordu. “Ne dersin? Mehmed ne böyle diyor.” dedi. O da “böyle diyor, ben para almam, yoksa talebelikten çıkarım diyor,” dedi. Parayı geri ceketinin cebine soktu. Ceketi de elindeydi. Döndü; bana, “Bu kadar çalıştın, alınmaz mı para?” dedi.
– Çam dağındaki ağaçların üzerine köşkleri siz mi yaptınız?
Demokratlar zamanında tamire gittik. Katran değil de, Çamdakini biz yapmıştık. Akşam vakti “Yat” dedi mi orada yatıyorduk. “Yatman, evinize gideceksiniz” dedi mi giderdik.
Üstadla Beraberliğimiz
– Şu karşı dağlara da gittiniz mi?
Kendisiyle beraber gittik. Delikli Pınara kadar merkep ile gittik. Caminin kapısının yanında dikiliyordum. “Mehmed!..” dedi. “Efendim!” dedim “Nereye gidecen?” dedi. “Bir yere gitmeyeceğim” dedim. “Hadi, merkebi al gel.” dedi. Heybeye ekmek ve erzak da koydum. “Bunları ne yapacaksın?” dedi. “Orada yeriz” dedim. “Yok, ben götürüyorum, sen benim misafirimsin.” dedi. Israr ettim, kabul etmedi. Ekmeği eve bıraktım. İki ekmeği varmış, sefer tasına azcık da et koymuş. Vardık oraya. Merkepden indi. “Şu pınarın başına sen otur, ateşi yak, eti pişir, ben birazdan gelirim.” dedi. Tepenin böğründe bir alıç ağacı var. Onun altına oturdu, dua okuyordu.
Biraz daha okudu geldi. “Et pişmedi mi?” dedi. “Bilmem” dedim. “Pişmiştir.” dedi. İndirdi. Azcığını bana verdi, azcığını da kendi aldı. Ekmeği de öyle yaptı. “Kalanını da öğlen yiyeceğiz.” dedi. Et ile ekmek, ancak bir adamı doyururdu. “Öğlen namazlarını kıldık, et iyi olmuştur.” dedi. Ben ezan okudum. Kendi imam oldu. Oraya ağacın altına yerine gitti. Saatı vardı. Ona baktı “İkindi olmuş.” dedi. Namaz kıldık. “Çek merkebi.” dedi. Çektim, bindik geldik.
– Onuncu Söz’ü sana mı verdi sakla diye?
Verdi. 47 tane idi. Hacı Bekir’e “Bunları bastır” demişti. Onları burada yazdırdı. O adam bunları bastırdı. Bunlar da duyuldu. Hemen aranıyor. Bana “Şu iki torbayı sen götür.” dedi. Evime sakladım. İslâmköylü Abdullah Efendi “Hocanın kitapları yok mu, ben aramaya geldim?” dedi. “Bende var.” dedim. “Hoca gelir, sonra sorar, nere koydun der?” dedim. Üstad Emirdağ’da iken bir gün biz Hacı Dayının (Bahri Çağlar) yanına gittik. Onları verdim. O Emirdağ’a götürüyordu. Sonra, “Çok iyi saklamışsın onları, zayi etmemişsin.” diye bana iltifat etti.
– Askere ne zaman gittin?
Üstad buradaydı. Geldiğimde de Üstad yine burdaydı. Anam “Oğlumun mektubu gelmedi.” diye ağlarmış. Üstad, “Sağ Mehmed, sağ.” demiş.
– Risale-i Nur’ları kendisi sana okuyor muydu? Nasıl öğreniyordun?
Sıddık Süleyman, Hacı Dayı okurdu, biz dinlerdik. Bir gün “Mehmed, gel buraya.” dedi, geldim. “Giti, pabuçlarını değiştir, gel.” dedi, gittim, değiştirdim geldim. “Haydi, Bedre’ye varıp geleceksin.” dedi. “Peki” dedim. “Bunu Sabri Efendiye vereceksin, geleceksin.” dedi. Mektup daha hazır değilmiş. “Çınarın altında yarım saat otur, ben sana haber ederim.” dedi. Bir saat oturdum. “Gel, al, git” dediler. Aldım gittim, verdim. “Ben sigara içiyordum” dedi Sabri Efendi. Bahçesinde cigara içiyormuş. “Bir baktım” diyor, “Üstad başucumda duruyor.” “Mahcup oldum” diyor. Üstad buradan tâ Bedreye mektup götürmüş.
Üstadla beraberdik. Sonradan plâj yaptıkları yerde boğazdan koca bir yılan geliyordu. Bilek kalınlığında ve iki adam boyu. Ben taş aldım. “Mehmed ne ediyorsun?” dedi. “Yılanı kovalıyorum” dedim. “O gelsin dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok.” dedi. “Biz, ufacık bir karıncayı öldüremeyiz, çok ufak bir mahlûk öldüremeyiz. Bize canlıları öldürmeye müsaade yok.” dedi. Yılan onun merkebinin altından geçti. Biz yayan yürüyorduk. Hiçbir şey yapmadı. “O suya gidiyor.” dedi.
(Son Şahitler kitabının, birinci cildinden derlenmiştir…)