Cennet-i Kur’aniyenin semeratından bir semerenin ihtiva ettiği
Habbe
حَبَّه مٖى گُويَدْ
مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ پُرْ اَزْ مَيْوَۀِ تَوْحٖيدْ يَكْ شَبْنَمَمْ اَزْ يَمْ پُرْ اَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجٖيدْ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ الَّذٖى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ الْاِسْلَامِ وَ مَنْبَعُ اَنْوَارِ الْاٖيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ وَمَا دَارَ الْقَمَرَانِ
Zeylü’z-Zeyl
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Evet insanda, her şeyde Sâni’-i Ezelî’nin masnuu olduklarına mevcudatın adedince şahitler vardır. Mesela:
1- Kâinattır. Evet, kâinatın ihtiva ettiği bütün zerrat ve mürekkebatın her birisi elli beş lisan ile şehadet etmektedir.
2- Kur’an’dır. Evet, Kur’an bütün enbiya, evliya ve muvahhidînin kitaplarıyla, sahife-i kevn ü vücudda yaratılan icadî ve tekvinî âyetler Hâlık’ın hallakıyetine âdil şahitlerdir.
3- Mahlukatın reisi ve resulü, bütün enbiya, evliya, melaike ile birlikte, her şeyin sâni’i Allah olduğuna ilan-ı şehadet ediyorlar.
4- İns ve cin taifeleri envaen ihtiyacat-ı fıtriyesiyle şahittirler.
5- Uluhiyet ve hallakıyetin Allah’a mahsus ve münhasır olduğuna Allah da şehadet ediyor.
Arkadaş! Sanatın, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerine mümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vâcib’e olan isnadı meselesi; semeredar bir ağaç meselesi gibidir. Şöyle ki:
Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neşv ü nema kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden “Kün” emri dahi Vâhid-i Vâcib’den sâdır olmuştur.
O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla, semereleriyle yaratılış kolaylığında bir semere-i vâhide hükmünde olur. Çünkü vahdete nisbeten küçük bir semere ağacıyla pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette suhuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduğundan neş’et etmiştir.
Eğer kesrete isnad edilirse her bir semere, her bir çiçek, her bir yaprak, her bir dal; tam ağacının vücuda gelmesine lâzım olan bütün âlât, cihazat, esbab vesaireye ihtiyaç gösterecektir. Çünkü küll cüzde dâhildir. Ona ne lâzımsa buna da lâzımdır. Mesele bu iki şıktan hariç değildir. Biri vâcib, diğeri mümtenidir.
Hülâsa: Bir hüceyrenin vücuda gelmesi kendisine isnad edilirse kâinata muhit olan sıfatlar kendisinde lâzımdır. Esbaba isnad edilirse âlemdeki bütün esbabın o hüceyrede içtimaları lâzım gelir. Halbuki sineğin iki eli sığmayan bir hüceyre, iki ilahın tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâşâ!
Maahâzâ hüceyreden tut, âleme kadar her bir şeyin bir nevi vahdeti vardır. Öyle ise Sâni’ de vâhid olacaktır. Çünkü vâhid ancak vâhidden sudûr eder.
Ve keza bir habbe şemsi ziyasıyla, rengiyle (tecelli suretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet itibarıyla, bir habbe, iki habbeyi içine alıp onlara masdar olamaz.
Ve keza vücud-u haricî, vücud-u misalîden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u haricîden bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içine alabilir. Kezalik vücud-u vücubî, daha kavî daha râsih daha sabittir. Belki de vücud-u hakiki, vücud-u haricî ondan ibarettir.
Binaenaleyh ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ı nuriyelerine âyine ve ma’kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara âyine olduğu gibi imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye âyinedir. Sonra o imkânî vücudlar, ilm-i ezelîden vücud-u haricîye intikal etmişlerse de vücud-u hakiki mertebesine vâsıl olmamışlardır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Kevn ü vücud sahasında durup ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir süratle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latîf, nurani, mücerred olan şeylerin şe’ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hâssasıdır.
Evet, misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.
Ve keza eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki hangi bir şey latîf, nurani ise sebep ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor.
Bundan anlaşılıyor ki esbab-ı zahiriyenin Hâlık’ıyla, müsebbebatın mûcidi ancak ve ancak Nuru’l-Envar, Sâni’-i Ezelî’dir.
Kaynak: Risale-i Nur