1919’da Bitlis’te doğdu. 1954’te Muş’tan bağımsız, 1957’de de DP’den milletvekili olarak seçildi.
Kendi dilinden hayatı
Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman’ın binlerce talebe ve dostlarından birisi de Muş eski milletvekillerinden Gıyaseddin Emre’dir. Kendileri, Bediüzzaman’la olan hatıralarını anlatmadan evvel, yine kendi lisanından hayatını şöylece hülasa etmektedir:
“1919’da Bitlis’te doğdum. Cumhuriyetten sonra vilâyet merkezinde Arapça tedrisatın mümkün olamayacağını düşünen ailemiz, Mutki’nin Ohin ve Bulanık’ın Dokuzpınar köyüne yerleşmişti. O zamandan sonra buralarda Arapça tedrisata hiç ara verilmedi.
“Ben küçük yaşta mektebe gitmek istedimse de pederim razı olmadı. İlk Arapça dersimi pederim Şeyh Maruf Efendi’den aldım. Daha sonra dersimi Şeyh Alâaddin Efendinin yanında bitirdim.
“1954’te yaş tashihi yaparak Muş’tan bağımsız milletvekili seçildim. 1957’de ise Demokrat Partinin listesinden tekrar seçilerek Meclis’e girdim. Fakat 1960 ihtilali ile Yassıada’ya düştük. Siyasî haklarımız elimizden alındı. Beş yıl hapis cezasına çarptırıldım.
“1969’da kardeşim Kasım Emre’yi bağımsız olarak milletvekili seçtirdim. 1977’de kardeşim, Adalet Partisi listesinden Muş milletvekili oldu. Ben de İstanbul’dan AP adayı olmuştum.”
Gıyaseddin Bey, kendisi hakkında bu bilgileri verdikten sonra Bediüzzaman Said Nursî ile alakalı hatıralarını da şöyle anlatmaktadır:
“Bediüzzaman’ı bizim tarifimiz, bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer”
“Bizim gibilerin Bediüzzaman misâli şahsiyetlerden bahsetmesi kolay bir şey değildir. O derece büyük bir şahsiyetin sıfatlarını tâdât, târif gücümüzün çok üstündedir. Çünkü öylesine zevat, kat’î surette bizim gibilerin tavsif ve târifinin hududuna sığmazlar. Onun çok daha ötesinde bir târif gerektirir. Bizim târifimiz, âdeta bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer. Bütün bunlara rağmen, kendi sohbetlerinde zamanlar olsun, kendilerinden kudretim nisbetinde istifade edebildiğim hususlar olsun, âilemden, pederimden ve büyük amcam Şeyh Alâeddin Efendi Hazretlerinden kendisi hakkında söyleyen sözler olsun hâfızamda kaldığı kadarı ile söylemeye çalışacağım.
“Biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Nurs köyündendir. Nurs, Bitlis’e bağlı sarp bir yerde ve derenin içinde bir köydür. Fakat insan bakımından çok münbittir, büyük insanlar çıkmıştır. Bilhassa Bediüzzaman’ın mensup olduğu bir âileyi yetiştirmiştir. Bediüzzaman’ın kardeşlerinin her birisi de, birer dehâdır. Ama Bediüzzaman ortada olduğu içindir ki, onlar pek fazla şöhret ve revaç bulamamışlardır. Yoksa kardeşleri de her birisi ayrı bir kıymet, ayrı bir meziyet, ayrı bir dehâdırlar.
“Onun ağabeyi, benim dedemin yanında okumuş, onun talebesidir. Ayırca Bitlis’teki Farukî Tekkesi sahibi olan Şeyh Fethullah Efendi gibi büyük bir âlimin de talebesidir. Ağabeyi, Hoca Abdullah Efendi, dedemin yanında okuduğu için, Molla Said de bir müddet Şeyh Fethullah Efendinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Şeyh Fethullah’ın yanında okuduğu zamanlar, enterasan hâdiseler cereyan etmiştir.
“Molla Said ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır”
“Şeyh Fethullah Efendinin yanında bulunan büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim, bir gün Şeyh Fethullah Efendiye, ‘Kurban (Efendim Hazretleri), nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir iki ders verip geçiyorsunuz? Çocuk zekî, ama böyle olunca şımaracak, böyle yapmayın’ diye ikazda bulunmuş, Fethullah Efendi ise, ‘Sen benim Said’ime karışma! O ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır.’ diye cevap vermiş. O şekilde Molla Câmi’ye kadar okur. Tabiî, İzzî’den Molla Câmi’ye kadarki kitaplar, üç-dört senede bitmez; fakat o, iki-üç ay gibi kısa bir zamanda okuyup bitiriyor.
“Bediüzzaman’ın giyimi büyük bir aşiret reisinin giyimini andırıyordu”
“O zaman Bediüzzaman’ın giyimi çok garip bir şekildeymiş. Büyük bir kaması ve hançeri varmış. Şirvan taraflarında ve Şirvan Beylerinin giydiği şalvar, şepik giyiyormuş (oranın tâbiriyle söylüyorum). Başında külah, külahın etrafında o zaman büyük âşiret reislerinin başlarına sardıkları ipekli sargılar varmış, yani âlim giyiminde değil, büyük bir âşiret reisinin giyiminde birisi… O zaman yaşı da çok gençmiş.
“Üstad, dedemin yanında okuduğu zaman, hem büyük amcam Şeyh Alâeddin, hem de pederim daha küçük yaştaymışlar. Dedem, Hicrî 1317’de vefat etti. Tabiî son zamanlarda birbirleri ile müşerref olamadılar. Ancak vasıtalarla, gelen gidenlerle haberleşmişlerdi. Selâm ve hürmetlerini, böylece birbirlerini gönderme imkânını bulabilmişlerdi.
“Biliyorsunuz, 1950’ye kadar zaten çok sıkıydı. Doğudan birisinin kalkıp onun yanına gelmesi çok zordu. Zaten bizimkileri bırakmıyorlardı. İstanbul’a gelseler dahi, ziyaretine gitmeye bırakmazlardı. Hatta amcam Şeyh Alâeddin Efendinin bir-iki kere görüşmek için teşebbüsü olmuştur. Ankara’ya kadar gelmiş, ondan sonra geri gönderilmiştir. Zaten onlar da 1950’den evvel tarassut altındaydılar. 1949’un Kasımında Şeyh Alâeddin Efendi de vefat etti. Pederim ise, 1975’de çok yaşlı bulunduğu halde vefat etti.
“Üstadı ziyaret et”
“1954’te bağımsız milletvekili olarak seçildikten sonra Ankara’ya gitmek üzere pederime veda ederken bana ilk tavsiyesi, ‘Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman’ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir’ demesi oldu. Ben de hemen Ankara’ya geldikten birkaç gün sonra, daha evvel kendisiyle tanıştığım Said Köker ve Gümüşhane Milletvekili Ekrem Ocaklı ile dostluk kurmuştum. Bir gün kendilerine, ‘Ben Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğim, sizler de teşrif eder misiniz?’ dedim. ‘Hay hay, memnuniyetle’ dediler. İlk ziyaretimiz böyle oldu.
“Ekrem Ocaklı ve Said Köker’le birlikte Üstada gidiyoruz”
“Üçümüz beraber gittik. Kendisi Emirdağ’daydı. Emirdağ’da bakkal bir kardeş vardı. Aklımda kaldığına göre, ancak onlar vasıtasıyla kendilerini ziyaret edebileceğimizi söylemişlerdi.
“Taksiye bindik, şoförle de sabah gidip akşam döneceğiz, diye konuşmuştuk. Sabahleyin kalktık, Eskişehir yolu üzerinden, öğle namazından evvel, Emirdağ’a yetiştik. Bediüzzaman Hazretlerinin evi çarşının ortasındaydı. Bakkal kardeşler biraz daha yukarıdaydılar. Bakkalların kapısında durduk. Kim olduğumuzu söylemeden içeriye girdik. Nereden geldiğimizi söylemeden, ben konuşmaya başladım: ‘Efendim, biz misafiriz. Bediüzzaman’la görüşmek imkânını bize sağlar mısınız?’
“Onlar da, ‘On beş günden beri rahatsız olduklarından kimseyle görüşmüyorlar’ dediler. Daha cevaplarını bitirmeden başında beyaz takkeyle bir genç talebe içeri girdi ve ‘Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor’ dedi. Tabiî bu hali görünce biz de şaşırdık, adamcağızlar da şaşırdı. Fakat adamlar daha önce Üstad’ın bu gibi harikulâde hasletlerini, meziyetlerini bildikleri için bizim kadar şaşırmadılar. Yani şaşkınlık dediğimiz, sevinç şaşkınlığı, muhabbet şaşkınlığı desem, daha doğru olur.
“Kapısının önüne vardığımız zaman onlar benden yaşlı oldukları için, ‘Buyurun, siz önde gidin’ dedim, fakat Ekrem Bey, ‘Hayır bu devlet, dedeniz sayesinde oldu. Sen önde git! On beş günden beri misafir kabul etmediği halde, şimdi âniden bizi kabul ettiğine göre, dedenizden okuduğu için, onun yüzü suyu hürmetine bizi kabul etti. Sen önde git, size belki iltifatları olur, biz de sayenizde iltifatlarına mazhar oluruz’ dedi.
“Üstad, ‘Gıyas Gıyas’ diye beni kucakladı”
“Ben önde olmak üzere içeriye girdik. Bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Mekke ve Medine’de büyük zatların giydiği ve Libâde denilen bir beyaz elbisesi, başında bir amamesi (sarığı) vardı. İçeri girer girmez aniden kalktı, geldi ve beni kucakladı:
“Ben çoktan beri rahatsızdım. Sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nereden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip, beni ziyaret edecek.’ Ondan sonra ‘Gıyas Gıyas!’ diye beni kucakladı.
“Sonra Ekrem Bey ziyaret etti. ‘(İnne ekremeküm indallahi etkâküm) İnşaallah Ekrem, muttakilerdendir’ dedi. Hakikaten rahmetli Ekrem Bey, muttaki bir zattı. İsmini de böylece belirtti. Sonra Said Bey ziyaret etti. (Fe minhüm şakiyyun ve said) âyet-i kerimesini okudu. ‘İnşaallah Said’im de, Saidlerdendir…’ dedi. Tabiî o anda bu şekilde bir hitaba mazhar olduğumuz için, kendimizden geçmiş bir şekilde oturduk.
“Peş peşe arabanın lâstiği patladı”
“Başladı sohbet etmeye, öğle namazının vakti geldi. Öğle namazını kıldık, ondan sonra tekrar sohbet ettik. İkindi namazına kadar. İkindi namazından sonra, ‘Allah’a ısmarladık’ diyerek ayrılmak istedik.
“Dediler: ‘Gitmezseniz, eğer bu gece burada kalırsanız (otelin ismini şu anda hatırlayamıyorum) yolun üzerinde iyi bir otel var. Milletvekilleri de o otelde kalıyorlar. Orada kalabilirsiniz.’ Müsaade isteyip ayrılırken, tekrar, ‘Şayet gitmezseniz, o otelde kalabilirsiniz’ deyiverdiler. Ama biz kalmak niyetinde değildik tabiî… Elini öptük, ayrıldık.
Arabayla otelin önüne kadar geldik. Otel, yolun üzerindeydi. Biz Eskişehir’den Ankara’ya gidecektik. Orada arabanın lastiği patladı. Şoför, uğraşa uğraşa bir saatte zor yaptı. Güneş de batmak üzereydi. Tam arabaya bindik. Anahtarı çevirmeden ikinci lastik patladı. Ekrem Bey, ‘Biz çok aptal insanlarız. Zat-ı Muhterem, şayet gitmezseniz bu otelde kalın, sabahleyin Gıyaseddin beni görsün, ziyaret etsin!’ dedi. Bize kalacağımız otelin ismini bile söyledi, araba otelin önünden gitmiyor, biz zorla arabayı götürmek istiyoruz. Arabaya emir etmiş, gidemeyiz. Eğer yola yaya revan olacaksak gidelim. Ama ben gelmeyeceğim, imkânı yok!’ dedi. Böylece o gece orada kaldık. Sabah namazından sonra bir talebe beni otelden alarak Üstad’ın huzuruna götürdü.
“İlâhiyat Dekanı Mehmed Karasan’la birlikte Üstada gidiyoruz”
“Bundan sonra ziyaretlerim devam etti. Hatta bir defasında Mehmed Karasan vardı. İlâhiyat Fakültesi dekanı idi. Sonradan Denizli milletvekili oldu, kendisiyle çok samimi olduk. O sıralarda Tanci Bey isimli Tunuslu bir profesör vardı. O izne ayrılınca yerine ben derslere girdiğim sıralarda, bir ara Karasan’ın odasında oturuyordum, birkaç profesör daha oradaydı. Mehmed Karasan, Bediüzzaman’dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman kendisine döndüm ve:
“Siz onun eserlerini okudunuz veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının telkini ile mi bu kanaata vardınız? Ama siz bir ilim adamı, müsbet ilim erbabı olarak (kendisi felsefe profesörü idi) tetkikler sonucu bu kanaata varmışsanız mesele yok. Felsefî nokta-i nazardan olabilir, tabii… ‘ dedim.
“Adam, benim Bediüzzaman’la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Fakat mebus olduğumu biliyordu. ‘Siz tanır mısınız Bediüzzaman’ı?’ dedi. ‘Tabii mübalağasız, hâiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah ettim. ‘Bu vasıflara sahip bir din âlimimizdir’ dedim. ‘Öyle ise ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün’ dedi. ‘Hay hay’ dedim.
“Mehmed Beyi götürdüğüm zamanı çok iyi hatırlıyorum. Çok dikkat etmiştim. Mehmed Beyle elini öpüp oturduk. Âdeta ben kendisine önceden söylemişim gibi Mehmed Bey felsefe profesörüdür, diye ilk olarak felsefeden başladı, deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi ve Maddiyun felsefesinden bahsetti. Sonra felsefeden tasavvufa, İslâm tasavvufuna geçti. Tasavvuftan da tarikata geçti, üç bahsi (tasavvuf-tarikat-felsefe) birbirine bağladı. Biz yanından ayrıldığımız zaman Mehmed Beyin itirafı şu olmuştu:
“Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden çok daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.’
“Mehmed Beyin bu sözlerine mukabil, ‘Efendim, o zaman kabul ediyorsunuz ki, başkalarının yanlış telkini ile menfî kanaata sahip olmuşsunuz’ dediğimde, ‘Evet! Kabul ediyorum’ dedi.
“Bediüzzaman’ı gören ve konuşan, materyalist bile olsa, menfi fikirlerden kurtulurdu”
“Herhangi bir kimse, materyalist de olsa, Bediüzzaman Hazretlerini görmek teşebbüsünde bulunup, kendilerini görseydi, mutlaka o menfi fikirlerden kurtulurdu. Mükemmel, dört başı mamur bir insan olurdu. Uzaktan onun aleyhinde konuşanlar vardı, onlara bir diyeceğim yoktur. Böylesine büyük bir din âlimi, tabii çok çabuk ve vakitsiz bir zamanda gitti. Yani daha arzu ettiği nesil yetişmemişti. Bilirsiniz Merhum Abdülhamid’in hal’inden sonra, hatta büyük Mustafa Reşid Paşadan bu yana Avrupa’da dinsiz bir nesil yetişmişti. Halk Partisi ise bunları iş başına getirmek, yani devletin idaresini bunların eline vermek suretiyle, bu işin tatbikatçısı olmuştu.
“1946’dan sonra İslâmî hayat biraz serbest olmuştur. Bir çocuk dinî terbiyeyi ailesinden alır, çevresinden alır, neşriyatından alır. Çocuklar bu üç yeri de kaybetmişlerdir. Binde bir dinî terbiyeyi ailesinden alanlar dahi, bu terbiyeyi sokağında, mektebinde ve neşriyatında kaybetmiştir. Böylesine bir milleti bu şekilde İslâm’dan uzaklaştırırken, diğer taraftan cebir kullanarak da İslâm’dan koparmaya çalışmışlardır. Bu din düşmanlığı döneminde maneviyatını, dinini kurtaranlar, bütün kuvvetini Bediüzzaman Hazretlerinin yazmış olduğu kitaplardan almışlardır. Çünkü o zaman ne maddî, ne de manevî hiçbir imkân yoktu. Fakat çok partili hayata geçtikten sonra, biraz müsamaha gösterildi ve o kitaplar da nisbeten serbest okunmaya başlandı. Diğer sahalarda da dinî tedrisat başladı ve hamd olsun bugün 50 yaşından aşağı, yüksek tahsil yapmış birçok dindar insanlar mevcuttur.
“Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir”
“Bediüzzaman’ın bu konuda çok müjdesi vardır. Bu bakımdan ne kadar kötü cereyanlar olursa olsun yine ümitvarız. Malûm, zaman zaman, bilhassa 1960’dan sonraki bu kötü cereyanları gördüğümüz zaman, bazen ümitsizliğe düşüyorduk. Fakat Bediüzzaman’ın bir sözü vardı, bana söylemişti, onu hatırladığım zaman tekrar bir ümidin içine giriyorum.
“Risale-i Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir. Mutlaka Türkiye’de din-i mübine hizmet edecek bir idâre iş başına gelecektir. Nur talebeleri bunda muvaffak olacaklardır!’
“Bunu hatırladığım zaman teselli buluyor, ümitvar oluyorum.
“Bediüzzaman Menderes’e, ‘Din kahramanı’ derdi”
“Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderes’e müteaddit defa, ‘Din kahramanı’ diye buyurduklarına şahit olmuşumdur.
“Adnan Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur, ketm etmeyeyim… Ama ben de hizmetimin semeresini, Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir.’ demişlerdi.
“Bunu hatırladığım zaman bir inşirah, bir ferahlık duyuyorum. Bir kere Risale-i Nur talebeleri, yani Bediüzzaman’dan ilham almış olanların hizmetleri başkalarınkinden farklıdır.
“Nur talebelerinde riya yok”
“Şöyle ki: Bir defa maddî bir menfaat yok, ihlas var. Hizmetlerinde benlik yok… Hani bir hizmet yaptıkları zaman, ‘Bu hizmeti, ben yaptım’ diye ucbe düşmüyorlar. Bediüzzaman’ın talebelerinde riya yok, Riya, ucb ve maddî menfaat hırsı olmadığı için, üstelik ihlâs da olduğundan, hizmetleri tesirli ve faydalı oluyor. Bu hizmet, o günden bu güne kadar olduğu gibi, inşaallah bu günden sonra da devam ve inkişaf edecektir. Hangi tarafta ve hangi sahada hizmet etmişlerse o sahada ve o tarafta muvaffak olmuşlardır, Nur talebeleri vurucu, kırıcı bir zümre değildirler ve bu gibi hallerden tamamen uzaktırlar. Bütün bunlara rağmen, yalnız manevî bir kuvvetle, ihlâs kuvveti ile bütün rakiplerini de mağlûp ediyorlar.
“Üstad Ankara’ya gelince İnönü ortalığı ayağa kaldırmıştı”
“Üstad Ankara’ya geldiğinde Beyrut Palas Otelinde, 22 numaralı odada kalıyordu.
“İsmet Paşa, Bediüzzaman’ın Ankara’ya geldiğini duymuştu. Ama nasıl gelmişti, amamesiyle, sarığıyla… O zamanlar dindar nesil pek yoktu. Yeni bir nesil oluşmaya başlamıştı. Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesinden Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde oldukça telaşlı bir şekilde bahsedilmişti. Bediüzzaman, Beyrut Palas Otelinde bulunduğu bir sırada İsmet Paşa Meclis’te bir konuşma yaptı: ‘Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz…’ Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle cevap vermişti:
“Menderes’in Üstadı müdafaası”
“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?’
“Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve:
“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım.’
dedi. Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti.
“Menderes, Üstada tazimatlarını arz etmemi istedi”
“Ben Üstad’ın ziyaretine gittiğim zamanlar, Kim ve Akis dergileri vardı. Benim resmimi kapak kısmına koymuşlardı… Üstad o zaman Dr. Tahsin Tola’nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı. Tabiî cereyan eden hâdiseler üzerine biz de çok müteessir olduk. Üstadı ziyarete gitmek üzere bulunuyordum ki, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler, yanına gittim. Menderes: ‘Tâzimatlarımı kendilerine arz et. Bu adamların çıkardığı hâdiseleri biliyorsunuz. Bu hengâmeler bitsin. Ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için, kendilerine haber gönderirim.’ dedi.
“O din kahramanı için, bu sefer gideceğim”
“Üstadı ziyarete gittiğimde, yataklarında uzanmış, hâdiseleri duymuş ve müteessir olmuşlardı. Kapıyı açar açmaz kalktı, yine, ‘Gıyas! Gıyas!’ diye hitap etti ve beni kucakladı. Dedim: ‘Kurban! Adnan Beyin selâmları var, ellerinden öper ve ricaen: O bizden daha iyi biliyor. Bu Halk Partililer, bir hayli hâdise çıkardılar, Üstad Hazretlerini de rahatsız ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm, derler.’
“Baktım, Üstad’ın gözleri pırıl pırıl nur saçıyordu, ayağa kalktı:
‘Bak Gıyaseddin! Sana söylüyorum. Türkiye’yi başlarına yıkarım, yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim.’
dedi. Tabii ben, onun o heybetinden hiç konuşmadım artık. Menderes’in ricalarını kabul etmişti. Saat bir olmuştu, Başbakanlığa gittim. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstad’ın ne dediğini sorunca, ben, ‘Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye’yi başlarına yıkarım; yalnız o din kahramanı için bu sefer döneceğim’ dediğini kendisine söyledim, Adnan Bey memnun oldu.
“Üstad, doğru Isparta’ya gitti. O zaman da, zaten ‘Doğuya ölmek için gidiyorum’ demişti. Birkaç gün sonra malûm seferini yaptı, Urfa’da vefat etti.
“Üstad Urfa’da vefat etmişti”
“Şimdi vefatını anlatayım: Üstad Urfa’da vefat etti. Vali hemen kaldırılmasını istiyordu. Talebeleri bana telefon ettiler. ‘Etraftan gelen kardeşlerimiz var, onun için cenaze biraz bekletilsin’ diye. Ben, valiye telefon ettim ve ‘Efendim, vefat eden zat benim büyüğümdür, beni bekleyin, ben gelmeden kaldırmayın.’ dedim. Fakat Vali, iki-üç saat sonra bana telefon etti: ‘Efendim, siz kaldırmayın diyorsunuz, Bakan Efendi (Namık Gedik) ise, hemen kaldırılsın diyor, ben arada kaldım ne yapayım?’ dedi.
“Namık Gedik’le kavga ediyoruz”
“Namık Gedik, imanlı bir zattı, fakat korkuyordu. Meselâ öyle enteresan ki, halk tarafından dindar bir parti olarak bilinen DP’nin içinde, ancak 10-15 mebus namaz kılıyordu. Yani bir muvazene unsuru yoktu. Kalktım gittim, Namık Gedik’in odasına. ‘Namık,’ dedim, ‘Dayım vefat etmiş, ben gidip cenazesinde bulunacağım, yani bir milletvekili gidip, büyük dayısının cenazesinde bulunmayacak mı?’ dedim. ‘Efendim’ dedi, ‘çok kalabalık olacak. Hâdiseler olacak. Görmüyor musun, Halk Partisi mensuplarının yaptıklarını?’ İşte o zaman aramız açılmıştı, sandalyeyi falan kaldırdım. Milliyet, Cumhuriyet çok yaygara etmişlerdi. Hatta Bediüzzaman’ın halifesi demişlerdi. Keşke hizmetkârı olabilseydim. Sonra ben uçakla gittim, cenazesine yetiştim. Allah bizi o büyük insanların şefaatinden mahrum etmesin.
“Efendim, Tevfik İleri, Müslüman, mütedeyyin bir zattı… Namık Gedik, mutekid, ama ihmalkâr…
“Tevfik İleri, Namık Gedik’i Üstada götürmek istemişti”
“Tevfik İleri, ‘Gel seni bir zatın ziyaretine götüreyim’ diyor Namık Gedik’e. Tevfik İleri’nin gayesi; Gedik’in, Üstadı görmesi. Çünkü onu görüp de kalbine İslâmî bir his gelmemesi mümkün değil. Yani ben tahmin ediyorum ki, kilisedeki bir papaz gelip onu görse idi, belki Müslüman olurdu.
“Bunların namazında, sahabi namazı kokusu var”
“Bir sefer, Bekir Berk Muş’a geldiğinde bizim evde namaz kılıyorlar. ‘Bunlar kim?’ diye sordu benim peder. ‘Bediüzzaman’ın talebeleridir’ dedim. O zaman dikkatle bakıp şöyle demişti: ‘Bunların namazında sahabi namazı kokusu var.’ Ve hadis okumuştu. (Meâlen: Ümmetimden bir fırka var ki, onlar kıyâmete kadar hak üzerine gideceklerdir.) ‘O taife bunlardır işte. Nur talebeleri…’ demişti.
“Siz Meclis’te bulundukça kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz”
“1957 seçimlerinde benimle imtizaç etmeyen birtakım DP’liler vardı. İslâmiyet’ten uzak idiler. Beni ön seçimlere sokmak istiyorlardı. O zaman ben Adnan Beye gittim. ‘Ben ön seçime filan girmem. Bağımsız seçileyim, tekrar DP’ye gireyim’ dedim. Adnan Bey kabul etmedi. ‘Listeyi size verelim, siz tanzim edin’ demişti. Benimle genel merkez arasında anlaşmazlık olduğundan, milletvekilliğinden feragat etmeyi düşündüm ve istişare için Üstada gittim. Ona anlattım meseleyi.
“Bizim memlekette bizden zengin ve tahsilliler çok. Halkın bizi seçmesindeki gaye, bizden mânevî hizmetler beklediği içindir’ dedim. DP’nin en kuvvetli devresinde, ben bağımsız olarak 8.000 oy farkı ile seçilmiştim. Üstad şöyle cevap vermişti:
“Ben Müküs Beylerin yanında okurken, onların Ermenilerden hizmetkârları vardı. Talebeler, Ermenilerden bahsettikleri zaman etrafına bakarlar öylece konuşurlardı. Binaenaleyh siz de, Meclis’te bulunmakla, kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz. Sadece bunun için de olsa giriniz!’
demişti. Ve ben de böylece kabul ettim.
“Üstad Hazretlerinin dua şeceresi vardı. Ben kalbimden geçiriyordum. ‘Keşke onun o hususî duasına mazhar olsam’ diye. Bir gün giderken bana ‘Gıyas, sizin ailenizden Fethullah Efendi Hazretlerine ve Alâeddin Efendiye dua ediyorum, üçüncü olarak da seni duama alıyorum’ demişti.
“Ben birçok zahmetler, sıkıntılar çektim. Yassıada’da zor günler geçirdim. Fakat inanıyorum ki, Üstad’ın duası bizim bu zahmetleri atlatmamıza sebep oldu.”