“Üstad’ın ismini ve Risale-i Nur’u 1956 yılında Antalya’da münteşir İleri gazetesi vasıtasıyla duydum. O yıllarda ilk defa olarak Gençlik Rehberi bu gazetede tefrika olunuyordu. Bu tefrikayı takip edip okumuştum. “O zamanlar Antalya’da şimdiki Merkez Bankası binasının bulunduğu yerde bir halk kütüphanesi vardı. Kütüphanenin müdavimleri arasındaydım. İleri gazetesindeki tefrikayı kütüphanede takip etmiştim.
“Sıtkı Tekeli’nin anlattıkları”
“Cenab-ı Hak bir vazifeye namzet kıldığı kulu için, onu hazırlayıcı hadiseleri de birbirine tevafuk ettirir. Bu kabilden kütüphanenin müdürü bulunan, Abdülhamid Hazretleri maarifinde yetişme ve kendisine ‘Üstad’ diye hitap ettiğimiz Sıdkı Tekeli isminde bir zat-ı muhterem vardı. Kendisinden zaman zaman bazı meseleleri sorar ve mâlumatından istifade ederdik. Bir seferinde bana Kur’ân-ı Kerim’in mucizelik vasfını anlatıyordu. Elif Lâm Mim’in belki kırk bin ayrı mânâsı bulunduğunu söyleyerek, ‘Bu zamanda bu mânâları bilse bilse ancak Bediüzzaman bilebilir’ diye ilâve etti. Büyük bir merakla Bediüzzaman’ı tanıyıp tanımadığını sordum. Cevaben şöyle dedi:
“Bediüzzaman’ı gençlik yıllarından tanırım. Beyazıt Camii dibinde bir kahvehane vardı. Oraya gelirdi. Ben de bazen sohbetinde bulunurdum. Korkunç bir hafızaya mâlikti. Hafızasını tecrübe için bir gün eline o zamanların nâşir-i efkârı Sabah gazetesini verdim. Sabah gazetesi on sayfadan ibaret ve her sayfası da bugünkülerden ebatça büyük idi.”
“Hazret, gazetenin sayfalarına on dakika kadar baktı ve bana iade etti. Kendilerine merakla, ‘Üstadım okudunuz mu?’ diye sordum. ‘Tecrübe edebilirsiniz’ buyurdular. Gazetede yer alan tâli derecedeki haber ve mevzuları sordum. Aynen olduğu gibi aktardılar. Sormakta o kadar ileri gittim ki, gazetenin basıldığı matbaayı da söylemelerini istedim. Hiç yanılmadan matbaanın ismini de söylediler. Böylece gazetenin münderecatını on dakikalık bir zamanda tamamen hafızasına almış bulunduğunu hayretlerle müşahede ettim. Bunun ilmen izahı mümkün mü bilemiyorum.’
“Fakülte Mescidinde okunan Risale-i Nur”
“Merhum Sıdkı Tekeli’nin anlatıkları, Bediüzzaman ve eserlerini tanıma mevzuunda iştiyakımı tahrik etti. 1957 yılı… Ankara Hukuk Fakültesi ikinci sınıfındayım. Fakülteye artık devam etme ihtiyacı duymuştum. Fakülte binasının arka tarafında ona bitişik vaziyette Hukuk Talebe Yurdu vardı. Yurdun bir odası mescit haline getirilmişti. Mescidin fahrî imamlığı haddim olmaksızın bana tevcih edilmişti. Ramazan ayı gelmişti. İlâhiyat Fakültesi birinci sınıfında Mehmet adında bir kardeşimiz, Ramazan müddetince teravihlerden önce olmak üzere Risalelerden okudu ve izah etti. Muhteva itibarıyla Risaleler hakkındaki intibah mükemmeldi.
Daha sonra Mehmet beni merhum Âtıf Ural Ağabeyle tanıştırdı. Âtıf Ural her bakımdan nümune-i imtisal, müstesna bir talebe idi. Kendisiyle ruhen kaynaşıvermiştik. O bana gerçek bir ağabey ve Risale-i Nur’lara intibakta muallim oldu.
“Yıl 1958… Nur talebeleri ve Üstad merhum hakkında basında açılan iftira ve tezyif kampanyasının başlangıcı… Buna paralel olarak da devlet, bütün imkânlarıyla, umumi efkâra yanlış aktarılan bu mevzu üzerinde mücadelesini seferber etmişti. Her yer ve belde de Nur talebeleri yakalanıp tevkif ediliyorlardı. Tevkif haberleri matbuatta manşetler halinde yer alıyordu.
“Gerek Âtıf Ağabeyde ve gerekse bende bu iftira kampanyasının izalesi istikametinde içimizde yanıp tutuşan bir ateş vardı. Âtıp Ağabey bana bir kitap hazırlamamı teklif etti. Ben de bunu uygun karşıladım. Külliyatın tamamını edindim.
Yaz tatilinde tamamını okuyup belki bir deneme mahiyetindeki kitabı hazırladım. Daha sonraları bunun Âtıf Ağabeyin benim külliyatı tam olarak okumamı temin etmek için güzel bir taktiği olduğunu anlamıştım.
“Fakülte yıllarında Hazret-i Üstadı her yıl için bir kaç defa ziyaret etme fırsatlarım vardı. Şöyle ki: Sömestri ve yaz tatillerinde, trenden başka bir vasıta olmadığı için posta treni ile Burdur ve Isparat’ya gelip, icabında bir gece kaldıktan sonra ertesi sabah otobüsle Antalya’ya muvasalat edebiliyorduk. Ankara’ya gidiş de aynı şekilde idi. Neşriyat da Ankara’da yapılması hasebiyle, neşre taalûk eden hususlarda haber götürüp getirme işi benimle yapılabilirdi. “Fakat ağabeylerimizin telkinatı, Üstad’ın kabul etmediği, Nur’ları okumanın kifayet edeceği merkezinde idi. Ben de bunu ihlâsın icaplarından kabul etmiştim. Üstadı bu düşünce tahtında ziyaret etmedim.
“Üstadı ilk ziyaretim”
“1959 yılı Ekim ayının sonlarıydı. Yaz tatili bitmiş, son sınıfı okumak üzere Ankara’ya dönecektim. Âtıf Ağabeyin teşviki ile hazırladığım kitabı Üstad’ın tasviplerine arz etmek fikri geldi. Bu vesile ile de ziyarette bulunmayı uygun gördüm. Isparta’ya hareket ettim. Geceyi otelde geçirdim. Ertesi sabah merhum Mustafa Ezener Ağabeyi buldum. Kendisine durumu arz ettim. Bana hiç iltifat buyurmadı. Bilâkis gayet soğuk karşıladı. Bu ziyaret meselesinden son derece tedirgin oldukları anlaşılıyordu. Bana ‘Kardeşim, şu ileride gördüğün birkaç kişi ziyarete gidiyorlar. Peşlerine takıl. Belki görebilirsin’ dedi. Peşlerine takıldım.
“Üstad’ın evine yaklaşırken karşıdan telâşlı şekilde öbür âleme ait olduğu intibaını uyandıran bir zat geliyordu: Merhum Zübeyir Ağabey… Kendisini daha sonra tanıyacaktım. Büyük feraset sahibi… Sima itibarıyla beni derhal anladı. Hemen yanıma yaklaştı. ‘Kardeşim siz nereye gidiyorsunuz?’ dedi. ‘Üstadı ziyarete gidiyorum’ dedim. ‘Üstadımız ziyaretçi kabul etmiyor, rahatsız. Kusura bakmayın’ buyurdular. Hemen ağabeylerimin devamlı telkin buyurdukları ve ihlâsın bir vecibesi olarak kabul edilen husus hatırıma geldi. ‘Öyle ise ben kendilerini rahatsız etmeyeyim. Ben acizane bir kitap hazırlamıştım, tasviplerini arz edecektim’ dedim ve geriye döndüm. Benim bu tavrım, Zübeyir Ağabeyin belki beklemediği bir hareket tarzı olmuştu. Çünkü ziyarete gelenler kimbilir ne kadar ısrarlı davranıyorlardı. Zübeyir Ağabey hemen akabinden, ‘Kardeş! Bir dakika… Üstadımız birazdan Eğirdir’e hareket edecek. Siz şu mescidin yanında durun. Geçerken görürsünüz. Sonra o kitabı yanınızda getirin’ dedi.
“Hemen otele gelerek kitabı beraberime aldım. Bahsedilen mescide yaklaştım. Üstad’ın kaldığı evin cümle kapısı elli metre ileride görünüyordu. Birkaç ziyaretçi de kapının önünde duruyorlardı. Kapıya doğru yürüdüm. Zübeyir Ağabey gayet telâşlı bir şekilde dışarıya çıktı. Beni görür görmez, ‘Kardeşim, Üstad sizi istiyor’ dedi ve beni içeriye aldı. Avluya girer girmez kahverengi bir taksinin hazır vaziyette durduğunu ilk nazarda müşahade ettim. Taksinin yanında emirber nefer gibi duran, başındaki sarığı ve mübarek sakalıyla gayet müşekkel ve heybetli görünen merhum Tahirî Ağabey dikkatimi çekti. Kendisini ilk defa görüyordum.
“Taksinin sağ arka kapısına doğru yaklaştım. Üstadımız, yorgana sarılı bir vaziyette sağ arka koltukta oturuyorlardı. Arka kapının pencere camı inik vaziyette idi. Ellerini uzattılar. Eğilip ellerini öptüm. Kendimi tanıtmaya firsat kalmadan hizmetkârlarındam Bayram Ağabey, ‘Üstadım! Bu kardeşimiz Âtıf’ın arkadaşıdır. Risale-i Nur’ları okuyor. Bir de kitap yazmış, kitabı size arz edecek. Dershaneye devam ediyor ve Âtıf’la beraber hizmet ediyorlar.’, şeklinde takdimimi yaptı.
“Üstad sağ elleriyle, bütün zerratı vücudunda kopup geldiği intibaını veren derin bir şefkatle huzurlarında bulunduğum yirmi-yirmi beş dakikalık zaman zarfında, sol vechemi ‘Maşaallah Mâşâallah!” diyerek meshettiler. ‘Kitabı verin bana’ buyurdular. Kendilerine takdim ettim. Yüzlerine sadece arada sırada kısacık atf-ı nazarla iktifa ediyordum. Bana devamlı bir şekilde çok dikkatli baktıklarını müşahede ettim. Adımı sordular. ‘Gültekin’ dedim. ‘Gülte-kin’ diye gayet ağır ve vakur bir şekilde hecelediler. İsmimi belki değiştirir diye bekledim. Fakat bir şey söylemediler. Bir ara sesleri kısıldı. Sadece mübarek dudaklarının kıpırdadığını görüyordum. Söylediklerini anlayabilmek için pür dikkat kesildim. Fakat nafile… Sadece ‘otuz’ sözünü anlayabilmiştim. Hizmetinde bulunanların ise bu hususta ihtisas kesbettikleri anlaşılıyordu. Nitekim Bayram Ağabey hemen devreye girdi. ‘Üstad, seni otuz sene hizmet etmiş bir talebe olarak kabul ettiğini söylüyor’ şeklinde meramlarını aksettirdi. Hemen akabinde sesleri açıldı. ‘Antalya’da hanım talebeler var. Kendilerine selâmlarımı ilet. Ben seni onlar için kendime vekil tayin ediyorum. Anne ve babanı da duama dahil ettim’ buyurdular.
“Zekeriya Kitapçı adında bir imam hatip talebesi de Üstad’ın yanında bulunuyordu. Bir ara ona hitapla, ‘Zekeriya kardeş! Sikke-i Tasdik-i Gaybi’yi beraber tashih edin ve formları bu kardeşimizle Ankara’ya gönderin’ buyurdular.
“Bana nasip olan bu kısa görüşmeden sonra taksi hareket etti. Mübarek kollarını göğsüne doğru çekerek beni selâmladılar ve ayrıldılar.
“Merhum Tahirî Ağabey beni yukarıya buyur etti. Hizmetkârlarının kaldığı odayı sadece görebildim. Çok fakirane bir yaşayışları müşahede ediyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybi’nin basılmaya hazırlanan formlarını beraber tashih ettik. Bana emanet ettiler. Emaneti aldım ve ayrıldım.
“Akşam üzeri Ankara’ya hareket edecek posta trenine bindim. Kompartıman ararken Bayram Ağabey çıkageldi. Kitabı geri getirdi. ‘Kardeş! Üstadımız, Tarihçe-i Hayat varken şimdilik buna ihtiyaç yok. Bu arada isterlerse Ankara’daki kardeşlerle istişare etsinler. Münasip görülürse neşredebilirler buyurdular’ dedi. Ben de ‘Üstadımızın dediği en doğru olanıdır ‘ dedim. Vedalaştık.
“Üstad’ın Ankara’ya gelişi”
“Üstad’ın Ankara’ya son iki defa teşriflerinde kendilerini görmek nasip oldu. Ancak izdiham sebebiyle görüşüp ellerini öpmek mümkün olmadı. Son gelişlerinde dershanede kalan talebeleri oteldeki odasına çağırmışlardı. Âtıf Ağabey her nasılsa yukarıya çıkmamıştı. Sordum. Sebebini izah etmedi. Ben de görüşmek isteyenlerin kalabalıklığı ve izdihamı karşısında başkalarını kendi nefsine tercih etmek icap ettiği şeklinde anlayarak, ‘Madem sen çıkmayacaksan ben de çıkmayayım’ dedim. Meğer Üstad beni sormuş. Tarihçe-i Hayat varken ikinci bir tarihçeye ihtiyaç olmadığını belirtmiş.
“İşte benim yönümden herhangi bir imtiyaz bahşetmeyen, ancak Üstad Hazretleri bakımından çok ehemmiyet arz eden hatıratım bundan ibarettir.
“Nur’lara sadakat ve liyakat meselesinde herhangi bir iddia sahibi olmadım. Ancak o zamanlardan bu tarafa Cenab-ı Hakk’ın lütfu, inayeti ve istihdamıyla Nur’lar istikametinde bir gayret ve hizmetin içinde bulundum. Son nefesime kadar da inşâallah istihdam buyurur. Bundan daha büyük mazhariyet olamaz.”
(Necmettin Şahiner’in ‘Son Şahitler’ adlı eserinin, dördüncü cildinden derlenmiştir…)