“Ceylan Çalışkan’la karşılaşmamız”
“Salih Özcan’la talebeliğinde sık sık görüşüyorduk. Üstad Hazretlerinden sitayişle bahsediyor, büyük bir merakla eserlerine hayranlık duyuyorduk. Her gün Üstadı ziyaret için, içimizde heyecan ve büyük bir arzu doğuyordu.
“Cenab-ı Hak nasip etti, bir gün çok genç ve nuranî yüzlü , hayatta hiç görmediğim ve hemen içimde büyük yakınlık ve âşinalık duyduğum birisi dükkânın tezgâhını eliyle açarak içeriye girdi. Emirdağ’dan, Üstad’ın yanından geldiğini bildirince heyecan ve iştiyakımız daha da arttı. ‘Ben Ceylan Çalışkan’ diye kendini tanıttı. Kendisiyle sohbetlerimiz devam etti, sık sık ders yapmaya başladık.
“Emirdağ’a gidebilmenin yollarını da hep konuşuyorduk. Emirdağ’a Üstada yazdığımız hürmet mektuplarımıza cevap alıyorduk. Bu arada lâhika mektupları da geliyor, bunları hayranlıkla arkadaşlara okuyarak derslerde hasretimizi teskine çalışıyorduk. O zaman öyle idi. Nur talebeleri arasındaki muhabere, mektuplarla yürüyordu. Hizmetteki gelişmeleri bu yolla öğreniyorduk. Meselâ, Türkiye’deki Nur talebelerinin sayısını o zamanın Ulus gazetesinin, ‘Said Nursî’nin talebeleri çoğalıyor, 800 kişiden fazla oluyor, lâiklik elden gidiyor’ diye haberlerinden öğreniyorduk.
“Üstad’ın huzurundayım”
“1950 sonbaharı, nüfus sayımından bir gün önce Emirdağ’a gittim, Çalışkanların yanına vardım. ‘Hz. Üstad zehirlendi, evininin karşısında sıkı tarassudat var, görüşmek çok zor.’ dediler. ‘İmkânı yok, buradan ayrılmak, ne pahasına olursa olsun, tutuklanmayı da göze alırım’ dedim.
“Sağ olsunlar, devreye girdiler, epeyce temas ve izahtan sonra Mehmet Çalışkan güler yüzle dönüyordu. Çok sevindik. Hz. Üstadı ziyaret için yola koyulduk. Kapıya vardık, elimdeki paketi sordular: ‘Nedir bu?’ ‘Hz. Üstada hediye’ dedim. ‘Kabul etmez’ cevabını aldım. Rica ile Üstada sormalarında ısrar ettim. ‘Urfa’dan geldiğimi arz edin’ dedim.
“Kapıda, muhterem üç zat vardı, sonradan öğrendim. Sungur, Bayram ve Zübeyir Ağabeylermiş. Üstad’ın hediye kabul etmeyeceğini söylediler, fakat ben onun için de müsaade almalarını rica ettim. Üstad’dan, ‘Mukabele olarak bizim de hediyemizi alır’ müjdesiyle geldiler.
“Nihayet içeri girdik, merdiveni heyecanla ve büyük bir sevinç içerisinde, çıktık. Karşımda bir tahta sedir üzerinde, serâpâ nura gark olmuş bir zat vardı. Başında, Orta Şark’ın âlim, meşâyih ve kahramanlarının tatbik ettiği bir şekilde sarılmış sarığı vardı. Başının üstünde bereket, nimet ve kanaat âlameti alarak duran buğday başağından yapılmış yelpaze şeklinde bir âlâmet asılı idi. Yeni tıraş olmuşlardı, yüzü parlıyordu, iki gözü birer cevahir taşı gibi parlıyordu. Mübarek burnu bir yiğitlik ve kahramanlık simgesi idi. Hürmetle elini öptüm, beni yanına oturttular. Urfa’yı, arkadaşları, Ceylan’ı ve dersleri sordular. Urfa’yı çok sevdiğini, arzuladığını, son ömrünü orada geçirmek istediğini ve Urfa’nın evliyalar şehri mübarek bir belde olduğunu, havasının da mübarek beldelere benzer bir iklime sahip olduğunu havi bir konuşma irad ederek ders mahiyetinde veciz ve çok edebi kelimelerle güzel bir konuşma yaptı.
“Müceddidlik cübbesini emanet etti”
“Eşyamı Urfa’ya götürür müsün?’ diye sordular. ‘Memnuniyetle, başımın üstünde taşıyarak’ dedim. Memnun oldular, ‘Seni, kardeşimin oğlu Abdurrahman’ın yerine kabul ediyorum ve her sabah yaptığım dua listesinde seni dahil ediyorum.’ diye müjde verdiler.
Birçok sitayişkâr dua ve sözlerden sonra ellerini öperek ayrılırken kapıda bana, Üstad Hazretlerinin hediyesi olarak, Urfa’da incaz eriği olarak bildiğimiz ve reçel, hoşaf ve tatlı olarak kullanılan bir miktar eriği bir kâğıt torba içinde koyarak teslim ettiler.
“Hürmetle evden ayrıldım. Kapıda arkadaşlarla görüşerek, Çalışkanların dükkânına gittik. Beni gezdirdiler, diğer arkadaşlarla tanıştırdılar. Gezerken birden dediler: ‘Üstad Hazretlerinin faytonu geliyor.’ Kenara çekildik. Arabası geçiyordu. Hürmetle selâmlayarak yol verdik. Sonra bir defa da arabada vakûr oturuşu ile seyrettik, selamladık. Merhum Zübeyir Ağabey faytonu kullanıyordu. Elinde kırbaç vardı.
“Urfa’ya dönüyorum”
“Emirdağ’dan arkadaşlar, beni yolcu ederken bir küçük balya ile bir de sepet verdiler, Urfa’ya getirdim. Ceylan çok sevindi, onu dikkatle koruduk, iyi muhafaza etmek için içine baktık. Bir yorgan, ince bir şilte ve bir cübbe; sepette ise semaver, demlik, birkaç bardak vardı. Üstad Hazretlerinin tıraşta kesilen saçları küçük çıkınlar içinde sarılıydı. Gerek eşyalar ve gerekse sepettekiler misk gibi kokuyorlardı. (Sonradan İstanbul’daki esansçılardan araştırdım, kokunun ismi tefarik imiş. O gün, bugün dükkânımızda o kokuyu bulundururuz.) Yatağın içindeki ise meşhur Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin cübbesi idi. Teberrüken sakladık. Sonra Abdullah Yeğin, sonra Hüsnü ve daha sonra Zübeyir Ağabey geldi. Seneler geçmişti, gelen emir üzerine eşyaları onlara teslim ettik.
“Üstad’ın Urfa’ya teşrifi ve sonsuz yolculuğa çıkışı”
“Zamanı gelince Üstad Hazretleri Urfa’ya teşrif ettiler. Hasta idi, gidip elini öptük, vefatını ümit etmiyorduk. Ziyarette, önceleri hiç görmeyenlere daha çok imkân veriyorduk.
“Âni vefatı Urfa’yı yerinden oynattı âdeta. Mahşeri bir kalabalık Urfa’yı doldurdu. Sonradan Urfa bir ziyaretgâh görünümünde büründü. Şehir dolup taşıyordu.
“27 Mayıs İhtilalinden birkaç ay sonraydı. Birgün sabah namazına giderken baktık, yollar tanklarla tutulmuş, köşebaşları silâhlı askerlerle dolmuştu. Camiye gitmeye yol vermediler. Gün açıldıktan sonra baktık ki, Üstad’ın kabr-i şerifi parçalanmış, açılmış, içinde kimse kalmamış. Halk büyük bir üzüntü içinde…
“Bu yerin sahibi gelir”
“Özel bir kubbesi, ayrı müzeyyen bir yeri olan kabrin yeri hâlen çiçeklerle döşeli pırıl pırıl bir ziyaretgâh olarak muhafaza edilmekte, yerli ve taşradan gelenler tarafından ziyaret edilerek Fatihalar okunmaktadır. Tam karşısındaki hücrede ikindi, yatsı ve sabah namazından sonra evrad-ı fethiye üç defa okunmakta, yine aynı hücrede her gün akşamla yatsı arasında Kur’ân-ı Kerim okunarak hatim yapılmaktadır.
“Üstad’ın vefatından 15-20 sene evvel cami yeniden yapılırken, camiyi yaptıran Müslim Hafız ismindeki veli bir zat, Üstad’ın defnedildiği yeri boş bırakarak soranlara, ‘Bu yerin sahibi gelir’ diye haber vermişti. Orası şimdilik itina ile muhafaza edilmekte ve bir ziyaretgâh olarak durmaktadır.”
(Necmettin Şahiner’in ‘Son Şahitler’ kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir…)