Nurdanhaber – Prof. Dr. Sıtkı GÖKSU
Bu yazımızda 14 asırdır milyonlarca, milyarlarca insanların kalplerinde yer tutan, kalplerinin terbiye edicisi, akıllarının muallimi, öğretmeni olan Kur’an’ın gençliğinden, yani her daim taze ve kıyamete kadar hükmü devam edecek özelliğinden bahsedilecektir.
Kur’anın mucize bir diğer özelliği Kur’an’ın gençliğidir. Her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor.
Evet, Kur’an, bir sonsuz hutbe olarak, umum asırlardaki bütün insan tabakalarına birden hitap ettiği için, öyle daimî bir gençliği bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hatta fikirleri muhtelif ve istidatça farklı asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.
Beşerin eserleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve temeli sağlamdır ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu şimdiki asır ve şu asrın kitap ehli insanları, Kur’ân’ın
“Ey kitap ehli! Ey kitap ehli!” Âl-i İmrân Sûresi, 3:64. hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve Ey kitap ehli lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” ey okul ehli, ey okur-yazarlar, ey mürekkep yalayanlar manasını dahi içine alır. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün gençliğiyle,
Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin…” Âl-i İmrân Sûresi, 3:64. Sayhasını âlemin dört bir tarafına savuruyor.
“Meselâ, şahıslar, cemaatler muhalefetinden âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün insanların ve cinnîlerin fikirlerinin neticesi olan günümüz hazır medeniyetinin durumu nedir? Kur’ân’a karşı sözle karşı koyma vaziyetini almıştır; Kur’ân’ın mucize oluşuna karşı, sihirleriyle sözle karşı koyma, muhalefet ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muhalefete karşı, Kur’ân’ın mucize oluşu, “De ki: İnsanlar ve cinler bir araya toplansa…” İsra Suresi, 17:88. âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza–muhalefet suretiyle koyduğu esaslarını ve düsturlarını, esâsât-ı Kur’ân’ın esasları ile karşılaştıracağız.
İşte, günümüz medeniyeti, felsefesiyle insanlığın toplumsal hayatında dayanak noktasının “kuvvet“ kabul eder.
Hedefi “menfaat“ bilir.
Hayat düsturunu “mücadele“ tanır. Cemaatlerin bağını “ırkçılık ve menfi milliyet“ bilir. Gayesi, nefsin arzularını tatmin ve insanın ihtiyaçlarını artırmak için bazı “haram eğlenceler, oyunlardır.”
Halbuki, kuvvetin özelliği, tecavüzdür.
Menfaatin özelliği, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır.
Mücadele prensibinin özelliği, çarpışmaktır.
Irkçılığın özelliği, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür.
İşte, şu medeniyetin şu prensiplerindendir ki, bütün iyilikleriyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi görünüşte saadet verip yüzde seksenini rahatsızlığa, yoksulluğa atmıştır.
Kur’ân’ın hikmeti ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakkı” kabul eder.
Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-i İlâhîyi“ kabul eder.
Hayatta, mücadele prensibi yerine, “yardımlaşma prensibini” esas tutar.
Cemaatlerin bağlarında, ırkçılık ve milliyet yerine, “din, sınıf (meslek) ve vatan bağı” kabul eder.
Gayeleri, nefsani arzuların helal olmayan tecavüzlerine engel olup ruhu yüksek ve derin fikirlere teşvik ve yüksek duygularını tatmin etmektir. Ve insanı insani mükemmelliklere sevk edip insan etmektir.
Hakkın özelliği ise birliktir.
Faziletin özelliği, dayanışmadır.
Yardımlaşmanın özelliği, birbirinin imdadına, yardımına yetişmektir.
Dinin özelliği, kardeşliktir, kendine çekmedir. İnsanı kötülüklere sevkeden duyguyu, gemlemekle bağlamak, ruhu mükemmelliklere kamçılamakla serbest bırakmanın özelliği, dünya ve ahiret mutluluğudur.
İşte, günümüz medeniyeti, İslam’dan önceki semavi dinlerden, özellikle Kur’ân’ın irşatlarından aldığı güzelliklerle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.