İMTİHAN YOLCULUĞUNDA GENÇLİK DURAĞI Ana başlığı ile tertip edilen ve DKM Akademi tarafından organize edilen Diyarbakır Gençlik Festivalinde Üniversiteli gençler de hazırladıkları bildirilerini Gençlik Panellerinde sundular. 11-13 Mayıs tarihleri arasında Diyarbakır’da icra edilen Büyük Gençlik Festivali çerçevesinde doğu ve güneydoğu anadoludan üniversiteli gençlerin panelde yaptıkları dört sunumdan her gün birisini sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
Sunum hazırlayıp panelde takdim eden gençlerin adları ve sunum konuları listesi:
- Kâinattan İnsana İnsandan Kâinata Faaliyet Serüveni. . . . . Talha Vural
- Faaliyet ve Esma-İ İlahi. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . İmran Irmak
- Faaliyet Hakikati. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yusuf Mehdi Apak
- Hayat Bir Faaliyettir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Nurullah Bayır
Şimdi Talha Vural tarafından sunulan ilk sunumla başlıyoruz.
-Kâinattan İnsana, İnsandan Kâinata- Faaliyet Serüveni
1) KÂİNATTAN İNSANA FAALİYET
Kâinata baktığımızda en küçükten en büyüğe kadar her şeyin bir faaliyet içinde olduğunu görüyoruz. Feza denizinde yıldızlar, güneşler, gezegenler ve sair ecram-ı semaviye durmaksızın müthiş bir faaliyet sergilerken, güneşimiz cezbeyle dönüp kendisine tabi olmuş gezegenler cemaatini döndürmekte, aynı zamanda arzın tavanında bir lamba vazifesi ifa ederek arzı aydınlatıp ısıtmaktadır.
Bitkiler sürekli çalışarak dünyanın atmosferini temizleyip besin üretirken; hayvanlar bir yandan yeryüzünü leşlerden temizlemekte, bir yandan toprağı havalandırıp bir yandan alemdeki dengenin sağlanmasında muhtelif görevler icra etmektedir. Canlı bedenlerdeki hücreler bedenin reseptör, savunma, erzak ihtiyaçlarını karşılarken; atomlar akılları hayrette bırakacak bir süratle faaliyet sergilemektedir.
Bütün bunları yaparken hiçbiri vazifesine halel getirmemekte ve bu faaliyeti birbirinin yardımına koşmak anlamına gelen teavün düsturuyla yapmaktadır. Bir fabrikanın çarkları gibi güneş ve yağmur bitkilerin, bitkiler hayvanların, onlar da insanların yardımına koşmakta, kainattaki vazifedar mahlukat muti askerler gibi görevleri başında bulunmaktadır.
“Peki, bütün bu faaliyetler niçin yapılıyor, kime hizmet ediliyor?” diye bir soru sorduğumuzda Kur’an-ı Kerim’in;
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ “Göklerin ve yerin yaratılışı O’nun ayetlerindendir” (Rum Suresi: 22)
هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا “O ki arzdaki her şeyi tümüyle sizin için halk etti” (Bakara Suresi: 29) gibi ayetleriyle muhatap oluyoruz:
Bu ayetler ışığında denilebilir ki bütün bu faaliyetlerin, Halık-ı kâinata ve insana bakan cihetleri vardır. Cenab-ı Hakk’a bakan cihetini İmran Irmak Hocamız güzel bir şekilde ele aldı. Bu faaliyetlerin insana bakan ciheti için de denilebilir ki bütün bu gerçekleşen fiiller insan için sergilenen faaliyetlerdir. Çünkü Kur’an arzdaki her şeyin insan için yaratıldığını hatırlatmaktadır. Zira nebatatın meyvesinden ve hayvanların ürünlerinden istifade eden insandır. Hayvanların kendisine hizmet ettiği varlık insandır. Hatta doğada var olan güzellikleri şuuruyla fark edip onlardan istifade eden yine insandır. En önemlisi doğada, hususan arzın karnında var olan nimetleri kullanarak muhtelif eşyayı inşa etmeye mezun olan varlık yine insandır.
Şu halde halife-i rûy-i zemin kılınıp arz ve içindekiler kendisi için yaratılmış olan insanın, bu faaliyet-i müstevliye karşısında tembel bir şekilde oturması gaye-i hilkatini düşünmemesi, ona muhalif hareket etmesi hiç yakışık alır mı? Elbette almaz; ancak yaratılış gayesine muvafık hareket etmesi için önce hayatının gayelerini bilmesi gerekir. Bediüzzaman Hazretleri On Birinci Söz’de insan hayatının gayelerinin icmalinin dokuz emir olduğunu söyler. Ben de bu emirleri anladığım şekliyle aktarmaya çalışacağım.
Birincisi: Bize ihsan edilen duygular terazileriyle Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini tartıp külli bir şükürde bulunmaktır. Açıktır ki Allah’ın ihsan ettiklerini O’nun yolunda faal bir şekilde kullanmadan, pasif bir hayat sürerek bu emir ifa edilemez.
İkincisi: Fıtratımıza dercedilen cihazların anahtarlarıyla gizli defineler hükmünde olan Esma-i İlahiyi açmak ve Cenab-ı Hakk’ı o isimlerle tanımaktır. Örneğin zihnimizi aktif bir şekilde kullanarak marifet-i ilahi elde etmeye çalışmak, kalbimizi zikir ve muhabbet-i ilahi ile işlettirip sair duygularımızı da harekete geçirmek bu emrin uygulanmasına çalışmak demektir.
Üçüncüsü: Her varlık Cenab-ı Hakk’ın esmasına bilerek veya bilmeden ayinedir, insan da Cenab-ı Hakk’ın esmasına bilerek ayine olmalıdır. Yani temizlik ile Allah’ın Kuddüs ismini, cömertlik ile Kerim, Cevad, Muhsin isimlerini, şefkat ve merhamet ile Allah’ın Rauf ve Rahim isimlerini, düzen ile Allah’ın Müdebbir ismini, sanat ile Allah’ın Sani ismini göstermek gibi.
Dördüncüsü: Lisan-ı hal ve kal ile Cenab-ı Hakk’ın dergâh-ı rububiyetine kulluğunu ilân etmektir, yani ibadettir. İbadet ise izaha ihtiyaç bırakmayacak derecede aşikâr bir faaliyettir.
Beşincisi: Resmî vakitlerde bir askerin süslenip kendini Padişahın nazarına sunması gibi Allah’ın bizi her an gördüğünü düşünerek kendimizi O’nun nazarına en güzel bir şekilde sunmaktır. Acaba O’nun bize ihsan ettiklerini O’nun yolunda aktif bir şekilde kullanarak mı bu emir yerine getirilebilir yoksa tembel bir şekilde yaşayarak mı? Elbette ancak faal olarak bu emir yerine getirilebilir.
Altıncısı: Hayat sahibi varlıkların Allah’a yaptıkları ibadetleri tefekkürle görüp şehadetle göstermektir ki tefekkür de zihnî bir faaliyettir.
Yedincisi: Allah’ın bize ihsan ettiği cüz’i ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla O’nun külli ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatlarını bir nebze olsun anlamaya çalışmaktır. Bu kıyas dahi ciddi zihnî ve kalbî bir faaliyet ister.
Sekizincisi: Varlıkların her birinin lisan-ı halleriyle Allah’ın varlık ve birliğine dair manevi sözlerini anlamaya çalışmaktır.
Dokuzuncusu: Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde taamın lezzeti ve dereceleri anlaşılır bizdeki nihayetsiz acz ve fakr ile de Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve zenginliğini anlamaktır. Bu dahi hem zihnî hem vicdanî bir faaliyettir.
Bahsi geçen emirlerden de anlaşılıyor ki hayatına bu şekilde yüksek gayeler takılan insana en çok yakışacak şey de daima bedenî, zihnî, nazarî, kalbî, vicdanî bir faaliyet içinde olmaktır; bütün istidatlarını, özelliklerini harekete geçirmektir. Bu gerçekleşmezse, yani insan varlıkların sergiledikleri bu faaliyet-i müstevliye ile uyumlu bir yaşam sergilemezse kâinatta cereyan eden hikmete zıt hareket etmiş olur.
İNSANDAN KÂİNATA FAALİYET
Terakkiye medar yüzlerce istidad, hakikatin bütün inceliklerine nüfuz eden bir akıl, her türlü kemale müştak bir kalp, ufak bir yanlışta rahatsız olan hassas bir vicdan, meleklere üstün gelebilen bir ruh insana bahşedilmiştir. Fakat ne bu istidadlar kendiliğinden ortaya çıkar, ne de ruh durduğu yerde meleklere üstün gelebilir.
Bediüzzaman Hazretleri bize ihsan edilen istidadların inkişafı için pek çok formül verir, bunlardan birinde şöyle der: “Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur.”[1]
Demek istidadlarımızı açığa çıkartacak şey mücahede, yani nefis ve şeytan ile olan cihaddır ki gerektiğinde yanlışa, günaha, şerre karşı direnç göstermek yani takvayı esas almak, gerektiğinde de doğruyu, sevabı, hayrı ifa etmek yani salih ameli yapmaktır. Bu da insanın yaratılmasındaki esas gaye olan ibadettir. Bediüzzaman Hazretleri ibadet faaliyetinin insan için gerekliliğini ifade ederken ibadetin çok hikmet ve maslahatlarından bahseder. İbadetin, insan ruhunu inbisat ve istidadlarını inkişaf ettirdiğini, farklı eğilimlerini yanlış ve kirlerden arındırdığını, fikirlerini genişletip düzene soktuğunu, şeheviye ve gazabiye kuvvelerini hadd altına aldığını, insanı mukadder kemalâtına yetiştirdiğini söyler.[2]
Her varlık olgunlaşıp yapması gerekeni en iyi şekilde yaparken insan da mahlûkata halife ve insaniyete layık olduğunu ciddi bir gayret, çalışma ve sebat ile gösterebilir. Gözünü ilahî sanatları müşahede ederek geliştiren bir insan cennetteki güzellikleri de izlemeye layık olur. Dilini güzel söze, zikir ve dualara alıştıran biri cennetin leziz nimetlerini de yemeğe liyakat kazanır. Kulaklarını hayırlı sohbetlere alıştıran bir insan cennetin ruha haz veren nağmelerini dinlemeye de layık olur.
Diğer yandan insanın faal olması sadece kendisini bağlayan bir durum değildir. İnsan hem abdullah hem de halife-i rûy-i zemin olarak yaratıldığı için Allah’a kulluk etmeye, yeryüzünün imarına, nizamının sağlanmasına memur kılınmıştır. Yapması veya yapmaması gereken her eylem, yapması gerekip de yapmadığı her faaliyet kendisiyle beraber çevresindeki insanları, hayvanatı, nebatatı hatta sair cansız varlıkları dahi etkilemektedir.
İnsan, toprağa lazım gelen bakımı yapmadığında orada ısırganlar ve dikenler yetişir. Kimi zaman o toprak çoraklaşır, çölleşir, hatta bir kabristana döner. Toprak pek çok ilahî isimlerin tecellisine mazhar olabilecekken insan yüzünden bu tecellilerden mahrum kalır.
İnsan toprağa lazım olan bakımı yaptığında ise toprak hayat bulur ve başka hayatlara da dayelik eder. İnsan tarlaya bir tohum atar ve gerekenleri yaparsa toprağı hareketlendirir ve bir tohuma bedel yedi yüz habbe alır. Hava âlemi de bir tarladır. İnsan o tarlaya bir sübhanallah tohumu ekerse rahmet-i ilahiyeden ümit edilir ki ihlas ile söylenen o sübhanallah hava zerrelerini harekete geçirip binlerce belki daha fazla sübhanllahları meyve verir.
İnsan vurdumduymazlığıyla bazen berrak bir sahili canlılar için yaşanmaz bir hale çevirirken bazen atmosfere saldığı zararlı gazlarla havayı zehirler. Böylece çok hikmetlerle kurulmuş ilahî muvazeneye zarar verir. Allah’ın isimlerinin tecellisine hizmet etmek için yaratılmışken o ilahî tecellilere mani olur.
İnsan ibadetsiz oluşuyla mahlûkatın da ibadetini görmez ve onları da ibadetsiz başıboş varlıklar olarak gördüğü için onlara hakaret eder. Onları hiddete getirir.
İnsan, günahları ve şükürsüzlüğü yüzünden kimi zaman kuraklığa, kimi zaman zelzele ve sel gibi afetlere, kimi zaman ise savaşlar gibi umumi musibetlere sebep olur. Evet, birinci dünya harbi gibi daha önce emsali görülmemiş büyük ve umumi bir musibete bizleri dûçar eden şey namaz, zekât, oruç gibi üç önemli ibadetteki lakaytlığımız ve tembelliğimiz değil midir?
1900’lü yılların başında Bediüzzaman Hazretleri ile sohbet eden Japon Başkumandanının yaptığı şu itirafın arkasındaki sır İslamiyet’i yaşamakta faal olup olmamakla ilgili değil midir? “Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de za’fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.”[3]
Evet, önümüzde iki yol vardır:
Birinci yol: Miskin, faaliyetsiz bir şekilde oturup ecdadımızın şunları söylemesine sebep olacağız, “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Ecdadımızla beraber sonra gelen nesillerin de şu sözlerine hedef olacağız, “Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat! Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!”[4]
İkinci yol: Biz de o büyük insanların yolunda gidip onlara layık bir evlat olduğumuzu göstereceğiz. Onların hayatlarını sadece hikâye maksadıyla sohbet konusu etmeyeceğiz. Âlem-i İslam’ın zahiren kötü görünen tablosunu izlemekle yetinmeyip her türlü sıkıntıya deva olan İslamiyet’i yaşayıp yaşanmasına vesile olacağız.
—————————————
[1] Lem’alar, s.71
[3] Tarihçe-i Hayat, s.90
[4] Tarihçe-i Hayat, s.84