FETO’ya göre; Müslüman olmak şart olmayıp, Hıristiyan ve Yahudiler de kurtulacak!
Önceki yazılarımızda; FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerin; ayrıca kendindeki kibir ve seçilmiş, üstün kişi olduğu inancını gösteren cümlelerin; ayrıca konjonktür ve menfaatine göre “dün dediği, bugün dediğinin zıttı olan” ifadelerin ve son olarakta söyledikleriyle – yaptıkları arasındaki tutarsızlık ve çelişkilerin tespit ve tahliline çalışacağız demiş ve şu ikazı yapmıştık: En kötü ve aldatıcı, gizli ve sinsi yalan; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalandır! Bir yem işlevi gören o doğrularla insanları avlarlar; “bunlar doğruysa, şu dedikleri de yüksek olasılıkla doğru olabilir ve doğrudur” ihtimâl ve zannına yol açarak; o doğrularla, böylece diğer yalan – yanlışları da peyderpey yuttururlar!
Bedî’üzzaman Said Nursi Hazretlerinin (R.Â.) dediği gibi; bütün bâtıl cemaât ve mezhep, eğri felsefî ve siyasî doktrinlerin herbirisinde; o ekolün hayatta kalıp, taraftar bulmasını sağlayan bir “dâne-i hakikât” bulunur. Tüm sapkın gruplar, başlangıç ve çıkış noktaları olarak o “dâne-i hakikât”in üzerine bina ederler diğer yalan ve yanlış fikir ve davranış ve politikalarını. Yani söylenilen şeyin doğru olması yetmez; bir de o doğru’nun neden / niçin söylendiği, yani batıla alet edilip edilmediği de sorgulanmalı!
Bir de FETO’yu halâ “İsa, Mehdi, Hızır” görenlere sözüm: Faraza FETO “Mehdi”, hatta peygamber bile olsa; Allah’ın Kitabında haram dediğini helâl; helâl dediğini haram yapamaz; haram ve günah birşeyi emir ve tavsiye edemez; dinin herhangi bir hükmünü geçersiz kılamaz! Peygamber’in bile haramı helâl, helâli haram yetkisi olmadığını bilen FETÖ’cüler, halâ FETO’nun gayrimeşru emir ve işlerinde bir hikmet ve sevap arıyorlarsa; bunlara “saf ve cahil” demek, saflık ve cehalete hakaret olur! Evet, haram ve günaha girerek, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanacağını sanmanın, saflık ve cehaletle izah edilebilir bir tarafı yok!
FETÖ’cülerin yaptıklarına gerekçe ve mazeret olarak; AKParti iktidarını kastederek, “28 Şubat’ta bile böyle zulüm görmedik” bahanelerinde ise şöyle bir hakikât payı var: O dönem FETO’nun Çevik BİR, daha sonraları Emin ÇÖLAŞAN’a yazdığı övgü ve aşırı iltifat dolu mektup ve mesajlar, daha doğrusu önlerinde eğilme ve ayak öpmeler!… 28 Şubat’ın başaktörü Genelkurmay Başkanı KARADAYI’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istemesi; KARADAYI’nın reddetmesi üzerine, onun üzerinde “başkomutan” gördükleri S. DEMİREL’e vermeler!… Yani 28 Şubat’a bırakınız direnme ve tavır koyma veya hiç değilse sessiz kalarak, “sessiz protesto” gösterme; bilâkis destekleyici ve alkışlayıcı tavırları ve o günler Refah Partisi aleyhine / 28 Şubatçılar lehine kendi medyalarında çıkan haberlere bakılırsa; hele bir de 28 Şubat Kararlarıyla İmam – Hatip ve Kur’ân Kurs / Yurtlarının önü kapatılınca, kendi okul ve yurtlarına talebin de arttığı gözönüne alınırsa; 28 Şubat’tan bırakın zarar görmek, (ferdî istisnalar hariç olmak üzere, Cemaatin bütünsel ve toplamda) maddî – manevî kâr ve fayda elde ettiği anlaşılır!
Yazımıza FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerinden, aşağıda maddeler hâlinde örnekler vererek devam ediyoruz:
1) “Kur’ân-ı Kerîm, Kitap ehline çağrıda bulunurken; ‘Ey Kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeyi gelin.’ Nedir o kelime?: ‘ALLAH’tan başkasına ibadet yapmayalım.’ Allah’a kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin, sizinle bu mevzu üzerinde birleşip bütünleşelim. Kur’ân devamla; “Allah’ı bırakıp da, bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor. Dikkat edin, bu mesajda ‘Muhammedün Rasûlüllah’ yok” diyor. (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 241)
2) “Kur’ân-ı Kerîm’in gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir. Bugünkü İnciller’e ve Tevrat’a inanan Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir. Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir; dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.” (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 155 – 156)
3) “Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan âyetler, ya Hazret-i Muhammed (S.Â.V.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır. Zamanımızda bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar bu azarlamanın dışındadırlar.” (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı Küresel Barışa Doğru / Kozadan Kelebeğe-3, Sayfa 260)
4) “Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberlerleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa Doğru, Sayfa 45)
5) “Hâsılı, herkes kelime-i şehadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani ‘Muhammedün Resulallah’ı söylemeyen insanlara bile, rahmet, merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: ‘Acaba ben de istifade edebilir miyim?’ diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma, o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun. Öyleyse herkes haddini bilmeli.” (Fasıldan Fasıla, Cilt:3, Sayfa 144 – Basım: İzmir / 1997)
Zaman Gazetesi Yazarlarından Ahmet ŞAHİN ise köşesinde yazdığı yazıda FETO’nun demek istediğini şu cümleleriyle özetlemiş: “Ehli Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz. Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp, bir kemâl mertebesidir.” (Ahmet ŞAHİN, Zaman Gazetesi – 17.04.2000)
Ehli Kitap (mes’elâ Hıristiyanların “tevhid” yerine “teslis”e inandığı veya Yahudiler’in “peygamberle güreşen tanrı” gibi “anthropomorphic / andropomorfik / insan biçiminde” tanrı/lara inanması gibi) ile amentüde ittifak hâlinde olmadığımız, bilakis ihtilâflı olduğumuz bir yana; eğer ŞAHİN’in dediği gibi amentü’deki “mühim olan kelime-i tevhid (Allah) inancı” diğer 5 tanesi önemsiz ve teferruât ise; o hâlde Peygamberimiz Döneminde Resulullah Efendimizle savaşanlar, O’nu öldürmeye çalışanlar da “tek tanrının varlığına” inanıyorlardı!
Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçen (meâlen) ifadesiyle: “Onlara (kâfir ve müşriklere): ‘Gökleri ve yeri yaratıp, güneş ve ayı emri altında tutan kimdir?’ diye sorsan, elbette şüphesiz ‘Allah’ diyecekler…” (Ankebut Suresi, 61. Âyet / Zuhruf Suresi, 43. Âyet / Lokman Suresi, 25. Âyet / Zümer Suresi, 38. Âyet). Âyetlerde de geçtiği gibi, Peygamberimiz döneminde yaşayan kâfir ve müşriklerin de çoğu Allah’ın var ve tek olduğuna inanıyordu. Tek Allah’a inandıkları için zaten, putları Allah’ın yeryüzündeki icraatlarına vasıta ve O’na vesile ve şefaâtçi olduğuna inanıyorlardı! Dahası amentüdeki iman şartlarında geçen “melekler”e de inanıyor; Kur’ân’da anlatılan “cin” gibi varlıkları da kabul ediyorlardı!
Yani %1’lik ateistleri ayrı tutarsak insanların %99’u zaten “kâinatı yaratan ve idare eden üstün bir güç” olduğu konusunda hemfikir; sadece, O’nun isminin “Allah mı, Nirvana mı, God mu, Yehova mı” olduğu veya insanlarla hiç irtibat kurup-kurmadığı ve varlık – isim ve sıfatlarını bildirip-bildirmediği ve bildirmişse bunların ne olduğu; elhasıl O’nun isim ve sıfat ve özellikleri ve insan – kâinatla münasebeti konusunda bir ihtilâf var. (Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “Kâfirler de Allah’a inanıyor, fakat isim – sıfatlarında hata ediyorlar. Onların bazılarını kabul – red veya tahrif ediyorlar.” (Risale-i Nur Külliyatı / Şuâlar / 5. Şuâ / 2. Makam / 4. Mes’ele)
Elhasıl Allah’ın varlık – isim ve sıfatlarına inanıp, iman etmek; ama hakiki ve gerçek ve realitede olan Allah’a; yani İslâm’ın bildirip – tanıttığı Allah’a inanıp, tanımak; yani dinimizin Rabbine iman ve itaat makbûl ve kurtuluş vesilesidir.
Bedî’üzzaman’ın (R.Â.) birebir (aynen) ifadesiyle: “Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i kudsîyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa “Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur… Evet inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır… Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir…” (Risale-i Nur Külliyatı / Emirdağ Lâhikası, Cilt:1, 151. Mektup)
Elhasıl aslı bozulmuş din ve insan zekâ ve hayâlinin sınırladığı ve tanımladığı “tanrı, melek, ahiret, kitap”a inanıp – iman etmek başka; bir de son gönderilen ve tahrif edilmemiş Kur’ân-ı Kerîm, son Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.V.) Efendimiz’in isim ve sıfat ve icraatlarıyla ta’rif edip, tanıttığı Allah’a, Peygamberlerine, Kitaplarına, Meleklerine, Ahirete iman etmek bütün bütün başka! (Gene Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “İnkâr ve ret etmemek başkadır, kabul ve iman etmek başkadır, ret ve inkâr etmek başkadır.” (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1 ve 4. Mebhas)
Elhasıl “doğru Allah”a, “doğru iman” etmek; geçerli ve makbûl iman oluyor; bunu da Hz. Muhammed Efendimiz’den (S.Â.V.) öğrenebiliyoruz sadece! Hem bir insanı “müslüman”, yani “mü’min ve müslim” yapıp, İslâmiyet’e dahil eden ve diğer bâtıl din ve inançlardan ayıran en büyük ve temel fark ve ayrışma noktası zaten “Muhammedun Resulullah”a iman ve itaat etmesidir! Kelime-i Şehadet’in bu kısmını (haşa!) “teferruâtmış” gibi önemsiz görür ve gösterirsek; ortada ne Peygamberimiz’e vahyolunmuş, uyulacak bir Kur’ân-ı Kerîm kalır, ne de doğru bir Allah tasavvur ve inancı!
Elhasıl Hıristiyanlığı da, İslâmiyet gibi hak din olarak göstermek; “onlar da Allah’a inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil(!)” inancını yaymak; Müslümanların imanını sarsmak ve dinden çıkartmanın sinsi ve gizli bir yöntemidir! Çünkü dinimizde bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl ve nesholmuş, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz!
Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler bozulmayıp, doğru olsaydı ve bu aslı bozulmuş, eğer bozulmayan birkaç hüküm ve doğruları varsa bile son gelen İslâm’la bu ahkâmları da nesholmuş bu dinlerin sadece “bir tanrı’nın varlığına inanma”ları yeterli olsaydı; O’nun Peygamberimiz vasıtasıyla bildirdiği isim ve sıfatları ve son hak din İslâmiyet’le gönderdiği yeni emir – yasaklar teferruât kabilinden, önemsiz olsaydı; Muhammed Âleyhisselam’ın gönderilmesi de gereksiz, en azından teferruât olmaz mıydı!? Peygamberimiz’in, bütün ömrü boyunca, insanları İslâm’a davet etmesi; verdiği bunca mücadeleler haşa lüzumsuz muydu!? Öyle ya, “madem Hıristiyan ve Yahudiler de ‘tek tanrı’ya inanıyor, madem Peygamberimiz’i kabul etmeleri şart değil; yani madem o batıl dinlerde olanlar da Cennet’e gidecek(!)” ne lüzum var bunca insanın ölmesi, mücadele ve sıkıntıya!
Bedî’üzzaman Hazretleri Kelime-i Tevhid’in 2 rüknünün, yani Allah’a ve Peygamber Efendimiz’e (S.Â.V.) iman etmenin birbirinden ayrılamayacağını; zaten mantık olarak, Peygamber Efendimiz’e inanmayanların gerçek manada Allah’a iman etmiş olamayacağını; hatta imanın 6 esasının bir bütün olup, birine inanmayanın, diğerlerine de inkâr ettiğini söyleyerek; amentüdeki 6 şarttan birine bile inanmayanın müslüman olamayacağını; müslümansa da “mürted” olup, küfre girdiğini söylemektedir. Risale-i Nur Külliyatı’ndan konuyla ilgili kısımları aşağıya aynen alıyoruz:
Saniyen: Mektubunuzda “Mücerred لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kâfi midir? Yani مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i Şehadet’in iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Âleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz…
Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: Adem-i kabul başkadır, kabul-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.
Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz… (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 4. Mebhas / 5. Mes’ele)
——–
Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. “Adem-i kabul” bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise, o “adem-i kabul” değil, belki o “kabul-ü adem”dir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1. Mebhas)
——–
Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.
Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir…
Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzî kabul etmez ve inkısamı imkân hâricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tûbâ ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir o hayatı inkâr edemeyen, birtek muttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir…
Ve tam anlaşıldı ki, bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü, başka dinlerin icmallerine mukàbil İslâmiyette tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allah’ı da sıfâtıyla daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor, âdeta akıl kabulde mecbur oluyor.(Risale-i Nur Külliyatı / 11. Şuâ / 9. Mes’ele)
6) FETÖ’nün dinimizi tahrif çalışmalarından diğer bir örnekte; Zaman Gazetesi’nin seneler önce okuyucularına dağıttığı Kur’ân meâl / tefsiri üzerinden; hem de bunu (Allahû Teâlâ rahmet eylesin) merhum Elmalılı Hamdi Yazır’a isnad ve iftira ederek yapması! Bunu da Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” isimli tefsirini, “sadeleştirme” adı altında, eserin orjinalini tahrif ederek yapması! Evet 70 küsur sene önce yazılmış esere, “sadeleştirme” diye yapılan tahrifatttan başkası değildi!
Örneğin: Eserin orjinalinde “Senden evvel de resul olarak başka değil, ancak kendilerine vahy veriyor idiğimiz erler göndermişizdir, ehl-i zikre sorun bilmiyorsanız” (Nahl Suresi, 43. Âyet) ifadesi, Diyalogçu FETÖ’nün elinde “(Ey Peygamber!) Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde tahrif edilerek; âyette geçen “ehli zikir”, ‘Tevrat ve İncil Âlimleri’ne dönüştürülmüştür!
1400 küsur senedir, tüm meâl ve tefsirlerde “bilenlere sorun” şeklinde anlaşılan ve anlatılan “ehli zikre sorun” ifadesi; üstelik âyetin siyak – sibak / kontekstine de uymayan; yani anlam ve bağlamının da reddettiği “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” diye tahrif ediliyor! (Misâlen: Diyanet’in meâlinde âyetin anlamı: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” diye geçiyor.)
Aşağıda Elmalı merhumun âyetin meâlini verdiği orjinal metin, diğeri de Diyalogçu FETÖ’nün elinde, peygamberler hakkında bilgi almak için bizi, doğruyu yanlışla karıştırmış Yahudi ve Hıristiyan dinadamlarının bilgi ve şahitliğine başvurmaya çağıran tahrif edilmiş hâli:
Burada bu âyetin “Diyalogçu FETÖ”nün elinde (“diyalogcu” derken; tüm müslüman cemaâtler dışında, herkesle diyalog yapan ve yapmaya çalışan!); batıl ve neshedilmiş muharref dinlerin dinadamlarının bozuk bilgilerine değer ve önem, referans ve atıf yapması bir tarafa; bunu Elmalı merhumun ağzıyla, o demiş gibi yapması ikinci bir yalan ve iftira! Fakat şaşırmıyoruz, çünkü Rabbimiz’in “ehli zikre sorun” sözünü, “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde anlamlandırıp, değiştiren bu zihniyetten herşey beklenir ve beklenmeli!…
FETO’nun “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” safsatalarında şöyle bir problem de var: Müslümanlar, hıristiyan ve yahudilerin önceki aslı bozulmamış “din, peygamber ve kitaplarını” zaten kabul ediyor ama onlar bizimkini kabul etmiyor! Yani eşit ve ortak bir zeminde diyalog ve hoşgörü olacaksa, adım atması sırası onlarda!
Hem zaten Müslümanların, Hıristiyan ve Yahudilerle ticarî, kültürel, siyasî diyalog ve işbirlikleri kurmalarına mâni hiçbirşey yok! Onlarla beşerî – sosyâl – ekonomik ortaklık ve işbirlikleri kuracaksan kur ve zaten Selçuklu’dan beri bu işbirlikleri kurulmuş ve günümüzde de kuruluyor. Yani bizim, diğer inançta olan insanlarla “beşerî, sosyâl, ticarî” diyalog ve organizasyonlar kurmamıza herhangi bir engel yok!
“Farklı dinlerden İnsanların Diyaloğu” veya “Farklı dinlerden Dinadamlarının Diyaloğu” yerine “Dinlerarası Diyalog” dersen olmaz! Çünkü “dinlerarası diyalog” olmaz, “insanlararası diyalog” olur; hele bir de “diyalog kuracağım” diye İslâmiyet hiçbir sentez, ekleme – çıkarma ve tavizi; hele bunun için nasları eğip bükmeyi kabul etmez! Bâtıl olan diğer dinler de, kendi nasları üzerinde oynanmasını kabul etmez.
Şimdi sormak lazım: Bu bir “dinlerarası diyalog” mu, yoksa “hak din İslâm’ı, batıl olan diğer dinlerle yakınlaştırıp”, sonraki aşamada “dinleri birleştirme” mi!? Konu sadece diyalogsa; yukarıda da belirttik, diyalog zaten asırlardır devam etmektedir. Mes’elâ İstanbul’da aynı mahallede, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi komşuydular. Birbirlerinin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Bugün de komşuluk ve sosyâl münasebetler kurmalarına bir mâni yok. Fakat hiçbir zaman bir Müslüman, nikâh için kiliseye, havraya gitmezdi! Onlar da câmiye gelmezdi. Herkes kendi ibadetini kendi mabedinde yapardı. Doğru ve olması gereken de zaten bu değil mi!? Bunun tersini düşünmek; inançların sınırlarına saygısızlık, daha da önemlisi İslâm’ı hafife almak ve sulandırmak olmaz mı!?
İllâ diyalog yapacağım diye; “ben de, sen de doğru olabiliriz”, bu mümkün mü!? Bu, kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir! Çünkü iman; “benim dinim doğru, diğer dinler yanlış” demektir. Dinimize göre; bir Müslüman “benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir” derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur! Çünkü inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik “hak din” değildir; bunlar İslâmiyet’in gelmesiyle, nesh edilip – yürürlükten kaldırılmıştır.
İslâmiyete göre; bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tâbi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz. Başka dinlerden müslümanlığa geçenlerin dil ile ikrar ve kâlp ile tasdik etmesi gerektiği “kelime-i şehadet”in ihtiva ettiği anlam da zaten budur.
“Efendim, diyalog ve hoşgörü devam edecekse, Hıristiyanlarla konuşurken ‘Sizin kitabınız bozulmuş, sonradan değiştirilmiş; hak din İslâm’ demeyeceksiniz.”(!) Yani diyalog ve hoşgörü uğruna kendi Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu söylemememiz gerekiyormuş! İllâ diyaloğa gireceğim diye “Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu” söylemeyecek–söyleyemeyecek ve belki bir sonraki aşamada “Emr-i bi’l Ma’ruf Nehy-i Ânil Münker” yapamayacak ve İslâm’ı tebliğ edemeyeceksek, olmasın bu diyalog! Hem “İbrahimî din” ifadesi de ne demek oluyor? Aslını, özünü, orjinalliğini kaybetmiş olan dinler Hz. İbrahim Âleyhisselâmın dini olamaz; yani “İbrahimî Dinler” olmaz, “İbrahimî Din” olur; o da İslâm’dır! (Bu paragraf, Gazeteci Ali EREN’in 17.Nisan.2000, Akit Gazetesindeki ifadesinin biraz değiştirilmiş hâlidir. Ayrıca yukarıdaki diğer birkaç paragrafta da bazı ifadelerine yer verilmiştir.)
FETO’nun “Dinlerarası Diyalog, Semavî Dinler, İbrahimî Dinler” safsatalarındaki sinsi tuzak ve akıl çeldiricileri farkedebilmek için: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler; ‘(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz’ diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla – küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa Suresi, Âyet 150 – 151) âyetini hatırlamakta zihin açıcı olabilir…
“Dinlerarası Diyalog, İbrahimî Dinler, Semavî Dinler, Hoşgörü, Ilımlı İslâm” gibi yanlış söylemlerle; önceki dinleri nesheden ve yürürlükten kaldıran İslâm’ı, “Semavî – İbrahimî Din” paydasıyla diğer bâtıl dinlerle eşitleyen ve İslâm’ı “dinlerden bir din” olarak gösteren FETO’nun bu çarpık anlayışına göre; Hıristiyan ve Yahudiler’in de Sırat Köprüsü’nden geçip, Cennet’e gideceklerini gösteren; 13.Mayıs.2004’te Mardin’de, Dinlerarası Diyalog havarilerinin organizesiyle “Dinler ve Barış / Kültürlerarası Diyalog Platform / Sempozyumu”nda (müftü veya Diyanet İşleri Başkan Yardımcısından başka) Papaz, Patrik, Hahamın da sembolik “Sırat Köprüsü”nden geçirildiği video görüntülerini veriyoruz.
1. Video: FETO’ya göre; Hıristiyan ve Yahudiler de Sırat Köprüsü’nden geçeçek(miş)! Tıklayın
<iframe width=“854” height=“480” src=“https://www.youtube.com/embed/h3LFv4NXFZU” frameborder=“0” allowfullscreen></iframe>
2. Video: FETO’nun kesin inandığı bir konuda Peygamberimizi bile (hem de rü’yada değil, uyanıkken, aynı suretiyle canlı olarak şimdi karşısına gelse bile!) dinlemeyecek kadar kibirli ve dikbaşlı ve sabit fikirli olduğunu gösteren sözleri var. (Hatırlarsınız; daha önceleri de, Rabbimiz’den vahiy getiren Cebrail Âleyhisselâm’ı dinlemeyeceğini ifade eden videosunu yayımlamıştık!)
[/vid
FETO, Peygamberimizi bile Dinlemezmiş!
3. Video: FETO’nun Cumhurbaşkanımız ERDOĞAN’a zina iftirası ve “ölümüm için 10 defa büyü yaptırdı” iftirası var!
FETO’dan ERDOĞAN’a Zina İftirası! Tıklayınız
<iframe width=“854” height=“480” src=“https://www
4. Video: Konuyla ilgili olmasa da; kapatılmadan önce Samanyolu TV’nin çarpıtma / yalan haberlerinden bir örneği de ibret ve kayıt için koyduk.
Samanyolu TV’nin Çarpıtma Haberlerinden bir Örnek!
<iframe width=“854” height=“480” src=“https://www
Bu yazıyı burada bitirecektik ama üstad Bedî’üzzaman’ı zan ve töhmetlerle perdelememek ve gelebilecek şüphe ve iftiraları bertaraf etmek için bir konuyu daha netleştirmemiz gerekiyor. O da şu: Yukarıda Bedî’üzzaman’dan yaptığımız nakillerden de anlaşılacağı gibi; O asla Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini, İslam’a girmeseler bile kurtulacaklarını söylememiştir!
Ayrıca 1951 yılında Vatikan’la kurduğu münasebette İslâmiyet’in tebliğini yapmıştır, öyle Papa’ya diyalog ve ortak işbirliği mektubu ve teklifi göndermemiştir! Tam tersine Hz. Muhammed Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini ve Kur’ân’ın mu’cizelik ve Allahu Teâlâ’dan geldiğini, Tevhid ve Haşri izah ve isbat eden “Zülfikar Mecmuâsı” ve “Asâ-yı Musa” kitabını Papa’ya göndermiştir. Yani Papa’nın enesi ve temsil ettiği makamın hassasiyetini dikkate alarak, İslâm’ı indirekt tebliğ ve teklif etmiştir.
Öyle; Vatikan’ın projesi olup, FETO’dan çok önceleri başlatılan “Dinlerarası Diyalog” projesinin Türkiye (ve/veya Ortadoğu) sorumlusu olmayı gönüllü olarak, hem de sevinç ve minnetle isteyen, bunu talep ve kabul eden FETO’nun 10.Şubat.1998 Zaman Gazetesi’nde yayınlanan, Papa II. John Paul’a yazdığı mektupta dediği gibi: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde, hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” [Kaynak: Mesut Erişen, Mustafa Ermek – Roma / VATİKAN (Zaman) 10 Şubat 1998 Zaman Gazetesi] dememiştir!
Risaleler’de geçen; bazı ehl-i kitabın, “ehl-i necat” olabileceği ifadesi de “ehli fetret”, hususan 2. Dünya Savaşı gibi bir afette ölen mazlûm ve ma’sum gayri müslimler için olup; bu tespit veya kanaâti de, İslâm Tefekküründe yeni ortaya çıkmış bid’ât bir görüş ve içtihad veya şaz bir yorum değildir. O bu ifadesiyle, “ehli fetretin kurtulabileceğini” söyleyen İmam-ı Gazalî (R.Â.) ve İmam-ı Şafiî (R.Â) ve İmam-ı Eş’ârî’nin (R.Â.) içtihad ve kanaâtlerini ifade ve izah, tasdik ve kabul etmiştir sadece. Bedî’üzzaman’ın konuyla ilgili sözleri aynen şöyle:
Şiddet-i şefkât ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semavîye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken; Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkâte bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semavîyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve Din-i Muhammedîye (A.S.M.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (Â.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (Â.S.) mensup Hıristiyanların mazlûmları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikâtten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.
Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı dinîyeyi ve mukaddesat-ı semavîyeyi ve hukuk-u insanîyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. (Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kastamonu Lâhikası, 76. Mektub)
Bizim de “Biz Resul göndermediğimiz bir kavme azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) Âyeti Kerîmesi sırrınca kurtulabileceklerine kanaâtimiz var. Bu, yukarıda Bedî’üzzaman Hazretlerinin naklettiğimiz yazısında da belirttiği gibi, kendi kanaâtinden ibarettir. Kanaâte de; Kur’ân, Sünnet ve İcma-yı Ümmet’e aykırı olmamak şartıyla itiraz edilmez.
İmam-ı Gazalî’nin (R.Â.) Faysalü’t Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü şöyle: “İnancıma göre, İnşâallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hrıstiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: 1) Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismini hiç duymamış olanlar. 2) Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir. 3) Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu; bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘ismi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi(!)’ olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘El Mukaffa adında birisinin, Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini’ duymaları gibi. Kanaâtime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikâtı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.” (Faysalü’t Tefrika, İmam-ı Gazalî, sayfa 96)
Konuyla ilgili çeşitli İslâmî kaynaklarda yazanların özeti: “Ehl-i Fetret”; yani Peygamberimizi, İslâmiyet’i hiç duymamış, duymuşsa da hep “yalancı peygamber, deccal, bâtıl din” şeklinde hep menfî olarak işitmişler. Konu: Dünyanın, haberleşme imkânlarından mahrum ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı; bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği? Sonuçta herkes, gördüğü derslerden sorumlu olup, sınav soruları da buralardan çıkar…
Burada diğer bir ayrışma noktası: “Ehli Fetret”; Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikâtlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes’ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise; böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necattır. (Bedî’üzzaman da Şafiî mezhebindendir.) Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir…
“Fetret”, inkıta manâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyla vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasında yaşayan insanlar gibi. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara “ehl-i fetret” denir. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde, toplum ve medeniyetlerden uzak, dağ ve ormanlarda yaşadıkları için kendilerine İslâm tebliği ulaşmayanlar da buna dahildir. Bunlar bu cihetle mazur olduklarından “namaz, oruç” gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahû Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre; vahiy olmadan mücerred akıl ve nazar, Allah’a iman ve O’nu tanımak için kâfi değildir. Bu sebepten “ehl-i fetret” iman etmediklerinden dolayı sorumlu olmamaları gerekir. Nitekim, “Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) nass-ı Kur’ânîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridîyye İmamları derler ki: “Allahû Teâlâ’ya imân etmek fıtrat ve yaratılış muktezasıdır. Herkes, aklen, Rabbimiz’in varlık ve tekliğini kâinat ve kendi vicdanında görüp, hissedebilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazarına çarpan binlerce yaratılış mu’cizelerini görüp dururken; ‘bu mu’cizevî, harika şeylerin büyük bir yaratıcı ve gözeteni olmalı’ kanaât ve düşüncesinin akla gelmemesi mümkün olamaz. Akıl ve vicdan ve fıtratlarının iktizasına rağmen gene de bu kadarcık bile iman ve ma’rifet kazanamayan bu insanlar için ‘Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz’ âyetiyle nefyolunan azaptan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu Âyet-i Kerîmenin anlattığı ‘azap etmeyiz’; salt akıl ve vicdanla bilinme ve idrâki mümkün olmayan ‘ahlâk ve ibadet-i şer’îyyenin uygulanmamasından dolayı azap etmeyiz’ demektir. Yani ‘azap etmeyiz’; aklen ve vicdanen idrak ve sezilmesi mümkün olan iman ve ma’rifetullahın terkini kapsamaz.”
“Ehl-i fetret” hakkında detaylı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Ruh’ul Meânî, Al’usî, 15.Cilt, 42. Sayfa / Cevheretü’t Tevhid, İbrahim Lekkanî, 29. sayfa / Mezâhib-i Erbaa, Abdurrahman Cezerî / Şerhu’l-Emâli ve Şerh âlel-Fıkhi’l-Ekber, Aliyyü’l-Karî. 17. sayfa