Hubab
Kur’an-ı Hakîm’in ummanından
خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْ رَا مٖى خَرَدْ اَزْ تُو بَرَاىِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَاىِ بٖى گِرَانْ دَادَه
Said Nursî
İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’an’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür imana zıttır. Maahâzâ Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını idam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.
Binaenaleyh Müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ diye Cenab-ı Hakk’a iltica etmek lâzımdır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:
Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus sîreti makûs bir şeytandır.
İkincisi, bâtını nur zahiri rahmet, içi muhabbet dışı uhuvvet, sureti muavenet sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.
Evet mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de ancak uhuvvettir. Çünkü iman bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.
Küfür ise öyle bir bürudettir ki kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor. Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firak ile muttasıl ve mahduddur.
Amma kâfirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyat-ı sanayi, bunlar tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’an’ın irşadatından, edyan-ı semaviyeden in’ikas ve iktibas edildiği “Lemaat” ile “Sünuhat” eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.
رَاجِعْهُمَا تَرٰى اَمْرًا عَظٖيمًا غَفَلَ عَنْهُ النَّاسُ
İ’lem eyyühe’l-aziz! Mesail-i diniyeden olan içtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır.
Birincisi: Nasıl ki kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp duvarlarında muharriblerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.
İkincisi: Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler; şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyasına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle bütün zamanların hâcatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak; bid’atkârane bir hıyanettir.
Üçüncüsü: Her zamanın insanlarınca, kıymetli addedilerek efkârı celbeden cazibedar bir meta mergubdur. Mesela, bu zamanda en rağbetli en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı semavat ve arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesailini elde etmek idi.
Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalpler, ruhlar marziyat-ı İlahiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi.
Şimdi ise fikir ve kalplerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zafiyeti, insanların siyaset ve felsefeye ibtila ve rağbetleri yüzünden, bütün istidatlar fünun-u hazıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur.
Dördüncüsü: İçtihad kapısından İslâmiyet’e girip mesailini genişlendirmeye meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise onun içtihada meyli, meylü’t-tahriptir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.
Beşincisi: Her şeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduğu gibi bir maslahata dahi tabidir. Fakat maslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı, bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise bizzat saadet-i uhreviyeye müteveccih olup bi’t-tabi dünyaya da nâzırdır. Çünkü dünya âhirete vesiledir.
Umumî bir beliyye olan ve nâsın ona müptela olduğu çok işler vardır ki zaruriyattan olmuştur. O gibi işler sû-i ihtiyar ile gayr-ı meşru meyillerden doğmuş olduklarından, mahzuratı ibahe eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer’iyenin şümulüne dâhil olamazlar. Mesela, bir adam sû-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse hal-i sekirde yaptığı tasarrufatta mazur olamaz.
Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî değil ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlar ile Hâlık-ı semavat ve arz’ın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduddur.
Mesela bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâlî değildir. Hutbe makamı ise ahkâm-ı İlahiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.
Kaynak: Risale-i Nur