Nurdanhaber – Prof. Dr. Sıtkı GÖKSU
Önceki yazımızda yolculuğa çıkan 2 kardeşten bahsetmiş ve 1. Kardeşin başına gelenleri anlatmıştık. İkinci kardeş ile devam ediyoruz.
İşte şu mübarek akıllı zat, ikinci kardeş gidiyor. Fakat biraderi-diğer kardeşi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet-alışkanlık eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, uyar, kolaylık görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.
İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için pis şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat pis şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, “Herşeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip, kirli-pis şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.
Sonra, git gide, bu dahi evvelki kardeşi gibi bir büyük meydana girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi-kardeşi kadar korkmadı.
Çünkü, güzel düşüncesiyle ve güzel fikriyle, “Şu sahranın-meydanın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin emri altında bir hizmetçi olması ihtimali var” diye düşünüp teselli buldu.
Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın-40 m (1 arşın=68 cm) derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada asılı kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip-tuhaf vaziyet gördü. Bu kardeş de dehşete kapıldı, korktu. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafiftir. Çünkü güzel ahlakı ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.
İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki:
“Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım-sır vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak doğdu ki: “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?”
Sonra, tanımak merakından, tılsım-sır sahibinin muhabbeti meydana geldi. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu doğdu.
Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak isteği-arzusu doğdu.
Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kesin anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O gizli hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin numunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine hazırladığı yiyeceklere birer işaret suretinde o ağacı süslemiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.
Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana sığınıyorum ve sana hizmetkarım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, hoş ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı.
Belki, ejderha ağzı o kapıya dönüştü ve arslan ve ejderha iki hizmetli suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hatta o arslan, kendisine boyun eğmiş bir at şekline girdi.(Devamı bir sonraki yazıda.)
Kuyu hikayesinden alınacak dersler
İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini karşılaştıralım. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye hazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar-talihli ise, meyveli ve göz alıcı güzellikte bir bahçeye davet edilir.
Hem o bedbaht, elim-üzücü bir dehşette ve büyük bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir korku, sevimli bir marifet-bilme içinde garip şeyleri seyrediyor ve hoşlanarak bakıyor.
Hem o bedbaht, korku ve ümitsizlik ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, alışkanlık, dostluk ve ümit ve arzu ve şevk içinde zevkleniyor.
Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu çok cömert ev sahibinin acip hizmetçileriyle dostluk kurup eğleniyor.
Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını çabuklaştırıyor. Zira o meyveler, numunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarını isteyip müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini erteler ve bekleme ile lezzetlenir.
Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği-ileri görememek ile kendisine siyah ve karanlıklı bir vehimler, kuruntular, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate layıktır ve ne de kimseden şikayete hakkı vardır.
Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis, sarhoşluk veren içkilerle sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak hayal etse, bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp hakaret ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.
Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin güzelliğini kavramakla, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder, rahmetini hak eder.
İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” (Nisâ Sûresi, 4:79) olan Kur’ân’ın hükmünün sırrı ortaya çıkıyor.
Daha bunlar gibi sair farkları karşılaştırsan, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi-kötülüklere sevkeden nefsi ona bir manevi cehennem hazırlamış.
Ve ötekisinin güzel niyeti ve güzel düşüncesi ve güzel huyu ve güzel fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyize kavuşturmuş.
Kuyu hikayesinden alınacak dersler 2
Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht-talihsiz kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar-talihli kardeş olmak istersen,
Kur’ân’ı dinle ve hükmüne itaat et. Ve ona yapış ve hükümlerini uygula.
Şu temsili hikayede olan hakikatleri eğer anladınsa, dinin, dünyanın , insanın ve imanın gerçeğini ona uygulayabilirsin.
Mühimlerini-değeri çok fazla olanlarını ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin çıkar.
İşte, bak: O iki kardeş ise, biri imanlı insanın ruhu ve salih insanın kalbidir. Diğeri inkar eden insanın ruhu ve günahkar insanın kalbidir.
Ve o iki yoldan sağ ise, Kur’ân ve iman yoludur. Sol ise, isyan ve küfür yoludur.
Ve o yoldaki bahçe ise, insan toplumu ve insanlık medeniyeti içinde geçici toplum hayatıdır ki, içinde hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. akıllı odur ki, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” (Duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak. Bu kuralla ilgili ayet A’raf 7) kaidesine göre davranır, kalp rahatlığı, huzuru ile gider.
Ve o sahrâ-meydan ise, şu arz ve dünyadır.
Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir.
Ve o kuyu ise, insan bedeni ve ömür süresidir.
Ve o altmış arşın derinlik ise, ortalama ömür süresi ve çoğunlukla yaşanılan ömür süresi olan altmış seneye işarettir.
Ve o ağaç ise, ömür süresi ve hayat için lüzumlu olan maddedir.
Ve o iki siyah ve beyaz hayvan ise gece ve gündüzdür.
Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan kabir yolu ve ahirete bakan kemerdir.
Fakat o ağız, mümin için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.
Ve o zararlı böcekler ise, dünyadaki musibetlerdir. Fakat, mümin için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı Allah’ın uyarıları ve sonsuz merhamet sahibi Allah’ın iltifatları hükmündedir.
Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem hatırlatıcı, hem benzerlerii, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden numuneler şeklinde yapmış.
Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise,
kudret-i Samedâniyenin mührüne
ve rubûbiyet-i İlâhiyenin damgasına
ve saltanat-ı Ulûhiyetin nişanına işarettir.
Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün bitkiler ve meyveleri yapmak,
hem bir sudan bütün hayvanları yaratmak,
hem basit bir yemekten bütün hayvanın organlarını icad etmek;
bununla beraber her şeyi bir tek şey yapmak, yani, canlıların yediği çeşit çeşit gıdalardan o canlıya özel et yapmak, bir basit cild-deri dokumak gibi san’atlar,
Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin özel mührüdür, özel damgasıdır, taklit edilmez bir nşanıdır.
Evet, birşeyi her şey ve her şeyi birşey yapmak, her şeyin Yaratanına has ve Her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah’a mahsus bir nişandır, bir delildir.
Ve o tılsım ise, iman sırrıyla açılan yaratılış gayesinin sırrıdır. Ve o anahtar ise, (Ey Kendisinden başka ilâh olmayan Allah!) (“Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” Bakara Sûresi, 2:255.)
Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına dönüşmesi ise işarettir ki, kabir, hak yoldan sapmış ve isyan içinde olan kişiler için yalnızlık ve unutulmuşluk içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha karnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde,
Kur’ân ve iman ehli için, dünya hapsinden baki bostana
ve imtihan meydanından Cennet bahçelerine ve hayatın zorluğundan rahmet-i Rahmân’a açılan bir kapıdır.
Ve o vahiî arslanın dahi dost bir hizmetçiye dönmesi ve boyun eğen
musahhar bir at olması ise, işarettir ki, ölüm, inançsız kimseler için, bütün sevilenlerden üzücü bir sonsuz ayrılıktır.
Hem kendi aldatıcı dünya cennetinden çıkarılma ve kovulmave ürküntü ve yalnızlık içinde mezar hapsine girme ve hapis olduğu halde,
ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır.
Hem dünya hapsinden Cennet bahçelerine bir davettir.
Hem Rahmân-ı Rahîmin ihsanından, kendi hizmetine karşılık ücret almaya bir nöbettir.
Hem hayat görevinin zorluklarından bir terhistir. Hem Allah’a kulluk ve imtihanın eğitim ve emirlerinden bir paydostur.
Sonuç olarak:: Her kim geçici dünya hayatını esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, manen cehennemdedir.
Ve her kim sonsuz ahret hayatına ciddi yönelmiş ise, dünya ve ahiret mutluluğuna erişir. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin bekleme salonu hükmünde gördüğü için hoş görür,dayanır, sabır içinde şükreder.