Nurdanhaber – Prof. Dr. Sıtkı GÖKSU
Anlatacağımız hikaye ve temsilin aslı İbrahim (AS)’a gönderilen suhuf-sayfalarda geçmektedir.
Ayrıca tahminen İbrahim (AS)’dan iktibasla Hindistan kaynaklı kitaplarda da geçmektedir. Hikayelerin aslı, esası, sonundaki kıssalardır. Mühim olan da kıssadan hisse alabilmektir.
Şu dünya ve dünya içindeki insan ruhu ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer hak din olan İslamiyet olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bahtsız mahlûk olduğunu anlamak istermisin?
Ayrıca şu alemin tılsımını açan, beşerin ruhunu karanlıklardan kurtaran kurtaran “Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah” olduğunu anlamak istersen, şu temsil yoluyla anlatılan hikayeciğe bak, dinle.
Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki:
“Sağ yolda kanun ve nizama uymak mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır.
Sol yolda ise serbestlik ve hürriyet vardır. Fakat o serbestlik içinde bir tehlike ve sıkıntı vardır. Şimdi seçmedeki irade sizdedir.”
Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah” (Allah’a dayandım ve güvendim) deyip gitti ve nizam ve intizama uymayı kabul etti.
Ahlaksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta boş bir sahraya, meydana girdi. Birden müthiş bir ses işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın-40 m (1 arşın=68 cm) derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında yeşermiş olan o ağacın iki kökü var.
İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup, saldırıp kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın (21m) yukarıdaki ayağına yaklaşmış. Ejderhanın ağzı kuyu ağzı gibi geniştir.
Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı zararlı, zehirli böcekler, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.
İşte, şu adam, kötü anlayışından, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir.
Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip sırlar var.
Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu anlamadı.
Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elim, üzücü vaziyetten gizli ağlayıp sızlandıkları halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi bilmezlikten gelir. Ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı.
Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve zararlı idi.
Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: “Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, kötü düşünce ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve gerçeğin ta kendisi zannetti. Öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu uğursuzu bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız. (Devamı bir sonraki yazıda.)