1950 kişidir.
5.000 civarında mevcudu olan Türk Tugayı, koskoca cephede ancak bir damladır. Tugay, General Tahsin YAZICI’nın komutasında 8 nci Amerikan Ordusu’nun açık kanadını korumak amacıyla harekâta sokulur. Korkunç bir dövüş başlar. Kore dağlarında ilk kez “Allah…Allah” sesleri duyulur. Kızıllar ilk defa “Süngü Hücumu” nedir onu görürler. Dehşete kapılırlar. Tugayımız ağır kayıplar vermiştir. 600 civarında şehidi, 1 000’e yakın kaybı vardır. Ama mucize böyle vuku bulur. Tüm cephede bir türlü durmayacağı sanılan Kızıl ilerleyişi durmak mecburiyetinde kalır. Zafer, Askeri Tarih’e “Kunuri Muharebeleri” adıyla geçer.
Bu akında Kızıllar büyük çapta esir almışlardır. Kışta, kıyamette, çeşitli milletlerin askerlerinden oluşan bu büyük esir kafilesine, kuzeye Kızıl Çin ülkesine doğru bir “Ölüm Yürüyüşü” başlatılır. Hava çok soğuk ve karlıdır. Kafilede çokça hasta ve yaralı vardır. Yürüyemeyen esir, yolun bir kenarına çekilir. Kızıl Çinli muhafız gelir, takati olmadığından yürüyemeyen bu insana önce tüfek dipçiğiyle vurur. Yaralı veya hasta bu zorlama ile ayağa kalkıp kafileye katılırsa ne âlâ…Aksi halde hemen kafasına bir kurşun sıkılır ve bu askercik orada temelli kalır. Bu sahne her milletten yürüme gücü olmayan esir için yol boyunca aynen tekrarlanır.
Fakat, Türk esirlere gelince iş tamamen değişir. Bizden de gücü kesilen yürüyemeyen ve yolun kenarına çekilen olur elbette. Kızıl muhafızdan evvel, hemen bizden iki kişi fırlar ve arkadaşlarını kaldırıp sırtlarına alırlar. Halbuki onlar da yaralı, hasta ve yorgundur. Bu korkunç facialarla dolu göç günlerce böylece sürer.
Nihayet İmjin ve Yalu nehirleri geçilir. Kızıl Çin topraklarına ulaşılır. Ölmeden buraya kadar gelebilen esirler hazırlanan esir kamplarına yerleştirilir. Birleşmiş Milletler Ordusu’nun bu şansız insanları için yepyeni şartlarla yeni bir yaşam başlar.
Kampta Kızılların ilk yaptıkları iş şudur: Birleşmiş Milletler’in ve kendi ülkelerinin esirlere verdikleri tüm üniformalar çıkartılır. Yerine üzerinde herhangi bir rütbe alameti bulunmayan düz ve tek tip elbiseler giydirilir. Böylece ilk anda bekledikleri gerçekleşir. Birleşmiş Milletler Ordusu’nu oluşturan çeşitli ülkelerin askerlerinde, rütbesiz olmanın getirdiği disiplinsizlik başlar. Arkasından rütbe otoritesi yerine, pazı kuvvetinin otoritesi başlar. Yemek zamanı 100 esir olan bir bölüme, 15-20 kişiye yetecek kadar yiyecek ve ekmek getirilir. Dağıtılmaz, ortaya bırakılır. Kolu kuvvetli olan aslan payını alır, diğerleri tabii ki aç kalırlar. Hasta olanlar bakıma alınmaz kendi hallerine bırakılırlar. Direnci olan kurtulur. Diğerleri bakımsızlıktan ölürler. Sık sık ölüm vakaları görülür.
Yalnız, bu esir askerler arasında bir grup vardır ki derhal Kızılların dikkatini çeker. Bizimkiler…(Yani Türkler…) Üniformaları yoktur. Rütbe işaretleri bulunmamaktadır. Ama Yüzbaşı vardır, o yine Yüzbaşıdır. Başçavuş, yine Başçavuş’tur. Onbaşı yine Onbaşıdır. Er erdir. Rütbeli gibi, makamlı gibi disiplinli bir yaşayış vardır.
Bu tutum esaret yılları boyunca hiç değişmez. Sabah ve akşam bir Türk kışlasında, barış şartlarında yaşanırcasına yoklama için dizilinir. Mangadan yukarı doğru tekmiller alınır. En kıdemli subay bir Yüzbaşımızdır. Mutat denetimini yapar, merhabalaşır. Hatır sorulur. Hastalar ayrılır. Onların başında bakımlarıyla sorumlu bir sağlık ekibi bulunur. Güçlerince yapabildikleri maddi bakımı yaparlar, manevî estek olurlar, terk edilmişlik duygusunu vermezler. Genel temizlik yapılır. Kendilerine göre bir eğitim programları vardır. Spor yaparlar, güreş tutarlar, oyun oynarlar. Yemek zamanı gelen yemek ve ekmek ortaya konulur. Gözetim altında eşit olarak bölüşülür. Herkes payı kadarını alır. En sonunda da Yüzbaşı da diğerleri ne aldı ise onu alır ve yer.
Bu hal, bu tutum, yönetici kadroyu yani Çinli subay ve komutanları hem kızdırmakta, hem de ilgilerini çekmektedir. İlk operasyonda, rütbelerin kaldırılması denemesinde diğer milletlerin ordularına mensup askerlerde bekleneni vermiş, Türk askerlerinde hiç tesiri olmamıştır. Özel olarak yetiştirilmiş uzman istihbarat subayları getirilir. Yeni bir denemeye geçilir.
Kafilenin kıdemlisi olan Yüzbaşımızı grubun başından alıp hapsederler. Türk esirlerinin bundan sonra ne yapacaklarını merak ederler. Bir hafta beklerler, gözlemler yaparlar. Durum değişmez. Çünkü Yüzbaşı’dan sonraki kıdemli subay olan bir Teğmen işi ele almıştır. Yaşam biçimi değişmeden sürmektedir.
Nihayet, üniversitelerden psikolog, sosyolog ve terbiyecilerden oluşan bir bilimsel araştırma ekibi getirilir.
Durumu bu sefer onlarla beraber inceleme ve araştırma konusu yaparlar.
Tek kişilik saç baraka içinde soğuk hava şartlarında hapis hayatı geçiren Yüzbaşı’yı karşılarına alırlar. Konuşturmak isterler. Yüzbaşı konuşmayınca da öldürmekle tehdit ederler. Yüzbaşı’nın cevabı basittir:
“Boşuna uğraşıyorsunuz. Aradığınız konuda, Türk askerinin tutumu benim kişiliğimle ilgili değildir. Benden sonraki kıdemli komutayı ele alır. Hiçbir şey değişmez. “
Sorgulamayı yapanların, “Onu da ölüme mahkûm ederiz” şeklindeki baskıları üzerine, Yüzbaşı konuşmasına devam eder:
“Olabilir. Bu size ait bir sorumluluktur. Ama o subaydan sonra en kıdemli bir Astsubay ise o komutandır. Onu da alırsanız sıra Çavuş’a gelir ve görürsünüz ki, askerlerimizin yaşam şekli hiç değişmeden devam eder. Siz öldürmeye devam edersiniz. Bizim disiplinimiz yine sürer. Sonunda iki Türk eri kalırsa, bunlardan birisi ya orduya giriş itibariyle kıdemlidir veya yaşça biri diğerinden birkaç gün büyüktür. Kıdem unsuru yine hüküm sürer, biri diğerinin emrini uygular. Bu davranışların kökü, Türk askerinin kışlada aldığı terbiyeden evvel, evinde aldığı geleneksel Türk aile terbiyesine dayanır. Askerlik hayatı ile sivil hayat arasında bütün ülkelerde büyük farklar vardır. Onlarda disiplin hayatı üniforma giydikten sonra başlar. Halbuki biz onu evvela anamızdan öğreniriz. Aile içinde uygularız. Köylerimizdeki kahvelerde, camilerimizde bile davranışlarımızın özel bir disiplini vardır. Hastalarımıza dağ başlarındaki köylerimizde doktor bulamayız, kendi imkânlarımızla biz bakarız. Eski köylerimizde gece gözükebilen tek ışık, hasta beklenen evlerimizdedir. Bizde en ümitsiz hasta bile kendi haline terk edilmez. Başkasının hakkını yemek, yanımızdaki aç iken sizin karnınızı doyurmanız dinsel ve millî ahlâkımıza uymaz.”
Bugün dünyamızda yaygın şekilde bilinen bir “Beyin Yıkama- Brain Wash” diye bilinen bir uygulama var. Buna “zorla inandırma” da deniyor.
Beyin yıkama tekniğinin de usülleri, birbiri arkasından uygulama safhaları vardır. Tekniğin ilk safhası, “Şahsi Dengeyi Bozma” dır. Ele alınan kişide bu denge öylesine bozulmalıdır ki, bir daha düzelme imkânı olmasın. Beyni yıkanacak kimsenin, üzerindeki etkileme süresini kısaltmak için, ilk yapılan işlem “onu liderden koparmak” dır.
Bununla birlikte “yaşam şartlarını değiştirme ve zorlaştırma” tertipleri de alınır. Böylece kişi, bizim konumuzda tutsak asker, dayanıksız, psikolojikman her türlü telkine müsait bir ortama getirilmiş olur. Bu operasyon, “aç bırakma, tedavi etmeme, soğukta bırakma” gibi çeşitli zorlamalarla sonuç alınıncaya kadar sürdürülür. İstenen şey “istek ve arzulara boyun eğdirme” dir.
Ama, tarihsel Çin usulü beyin yıkama, Türkler üzerinde başarılı olamamıştır. Hapsedilen kafilemizin kıdemlisi olan Yüzbaşı da arkadaşlarının arasına bırakılır.
Beyin yıkama tekniğinin bundan sonraki dönemi “İkram ve Tatlı Davranış” tır. Çinliler bu safhaya geçerler. Bu tür tatbikat, özellikle birinci safhada “Boyun Eğme” durumuna girenlerde daha fazla etkili olduğu bilinmektedir. Yemekler, beslenme artırılmıştır. Yönetici ve muhafız görevlilerinin davranışları değişmiştir. Sertliğin yerini tatlı muamele ve şefkat almıştır. Adeta eski sert ve kaba insanlar gitmiş yerlerine tam aksine koruyucu melekler gelmiştir.
Bu safhadaki tatbikatların amacı; dini, sosyal (her türlü manevî) inancın yıkılması ve esirde “Şaşkınlık ve Sorumsuzluk” yaratmaktır. Bu manevî yıkılış safhasında, yıkılan kişiden gerekiyorsa, ileride kendi ülkesine gidince baskı ve şantaj için kullanılmak üzere “Yazılı Belgeler” alınır.
Birleşmiş Milletler askerlerine yapılan bu uygulama da derhal bekleneni vermeye başlar. Yapılan ikram ve iyi muameleden herkes pek memnun ve mutludur. Bu neticeler görüldüğü oranda ikramlar artar. Yeni ve güzel programlar uygulanır. Temsiller, sinemalar, geziler, piknikler…Bu kez de her milletten askerde beklenen olumlu etkiler görülmeye başlar.Her gün yeni bir grup, şimdiye kadar yanlış tanıtılmış olan bu rejimi, yani komünizmi beğenirler, hatta hayran olurlar.
Bu tatlı tatbikatta da tavır değiştirmeyen bir asker grubu vardır: Yine Türkler…Bizimkilerin inanışlarında hiçbir değişme olmaz. Lidere ve birbirlerine daha da fazla sokulurlar.
Aylar, hatta yıllar geçmektedir. Artık beyin yıkama taktiğinin sonuncu aşamasının uygulamasına sıra gelmiştir: uyuşturucu iğnelerle insanların bilinçaltını etkilemek. Bu da çok eski bir Çin metodudur. Daha evvelki uygulamalarda mukavemet gösterebilenlerin hemen hepsinin dilleri çözülmüştür. Sır olarak neleri varsa bülbül gibi söylemektedirler. Psikologların deyimine göre bu gibi ilâç tatbikatındaki insanın bilinçaltındaki zayıf taraflarıyla, kuvvetli taraflarının iç mücadelesi başlar. Uyuşturucu maddeler, zayıf karakterleri çabuk çözer. Bir insanın doğduğu günden itibaren anasından algıladıklarıyla başlayarak okullarda ve meslekteki çevrede verilen ahlâk, davranış eğitimi, yani manevî değerlerimizdeki artış oranında elde edilmiş bir manevî gücümüz vardır. Buna uzmanları “Süper Ego” demektedir. Bunun kuvvetli oluşu nispetinde yapılan ilâçlara karşı da mukavemet artar.
Bu üçüncü operasyondan da, diğer milletler çok etkilendikleri halde bizimkilerin şuuraltından sert bir direniş gösterdiği görülür. Yine sır vermezler.
1953’te Kuzey- Güney Savaşı sona erer. Mütareke görüşmeleri başlar. Ama esirlerin iadesi işlemi kararı verilmez. Böylece esaret hayatı taraflarda 4-5 yıl sürer.
Çinliler, savaş tutsaklarını kendi rejimlerine kazanmak için gayretlerini inatla sürdürürler. Bunlar arasında, bütün tutsaklara “İnternasyonale” ve “Çin Gönüllüleri Yürüyüş Marşı” öğretilir. Bu marşları içten ve gür söyleyenlere ek yiyecekler verilir, tutsaklarla muhafızları arasında yakın ilişkiler kurulur. Türk tutsakları, bu uygulamadan da başarılı olarak fire vermeden çıkmayı başarır.
Türk esirleri, esir değişimi başlayınca, yeni ve diğerlerine benzemeyen bir tutum gösterir .
Türk esir grubu, kıdemli olan Yüzbaşılarının komutasında bir askeri birlik havasında Güney’e geçer ve birliklerine katılırlar.
Diğer ülkelerin esir düşen askerleri arasındaki maddi kayıplara ilâveten, manevî kayıplar da vardır. Oldukça büyük sayıda, bilhassa çoğunluğu Amerikalı olmak üzere anavatanlarına dönmeyi reddederler. Artık inandıkları yeni rejim içerisinde komünist insanlar olarak Kızıl Çin’de yaşamayı tercih ederler.
Amerikan “Mc Call” dergisi bu serüveni, kahramanlarının isimleriyle, tarihleriyle oldukça ayrıntılı olarak anlatır. Sonunda da, Amerikalı analara- babalara, pedagog ve psikologlara sorar:
“Anadolu bozkırının ortasında doğan, binbir mahrumiyet içerisinde yetişen Türk çocukları bizim her türlü imkânları, konforu vererek yetiştirdiğimiz çocuklarımızla aynı şartlar altında, aynı sınavı geçirdiler. Onlar muvaffak oldular. Tam gittiler, tam olarak geri dönmesini becerdiler. Bizimkiler birbirlerine ellerini uzatmadılar. Birbirlerini korumasını bilmediler. Yalnız kendileri için, bencillikle yaşamanın örneklerini verdiler. Bu yüzden maddi kayıplar verdiler. Kızıllardan daha sonraki dönemde de iyi muamele görünce gevşediler, çözüldüler. Onların rejimlerini beğendiler. Ailelerini, vatanlarını unutup, oralarda kaldılar. Nedir bu Türk’ün çözülemeyen kuvveti, gücünün sebebi? Nedir bu bizim cemiyetimizin zayıflığının, çürüklüğünün sebebi?”
Alıntı Kaynağı: Facebook