Batı’nın Suriye’de limitlerini anlamak için, her şeyden önce son müdahalede hangi tesislere yönelik seyir füzesi taarruzu gerçekleştirildiğine değil, hangi kategorik hedeflerin görmezden gelindiğine bakmak gerekiyor.
İSTANBUL – Dr. Can Kasapoğlu
14 Nisan 2018 tarihinde, ABD, Fransa ve Birleşik Krallık, Suriye Baas rejiminin Guta’daki kimyasal saldırısı dolayısıyla mahdut hedefli bir askeri müdahale gerçekleştirdi. Müdahalenin detayları uluslararası basında geniş yer bulduğu için burada tekrarlamayalım ve hemen bazı önemli noktaların analizine geçelim.
2017 yılında gerçekleştirilen Şayrat’a yönelik taaruzun ardından, son müdahalede daha yoğun bir ateş gücü ve çok sayıda platform kullanılması, Baas rejimine daha caydırıcı bir siyasi mesajın iletilmek istendiğini gösteriyor. Zira 100’ün üzerinde seyir füzesiyle icra edilen salvo, Şayrat’a yönelik taaruzun iki katı büyüklüğünde. Ayrıca, Şayrat Üssü’ne yalnızca iki ABD destroyeri taarruz etmişken, son müdahalede Fransız Donanmasına ait bir fırkateyn, Fransız Hava Kuvvetleri’ne ait Rafale ve Mirage savaş uçakları, ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait Virginia sınıfı bir denizaltı, Ticonderoga sınıfı bir kruvazör, Arleigh-Burke sınfı destroyerler, Katar’da bulunan el-Udeyd Üssü’nde konuşlu B-1B stratejik bombardıman uçakları ve İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne bağlı, Kıbrıs’tan havalanan GR4 Tornado savaş uçakları gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi üç ülkeye ait önemli platformlar kullanıldı. Ayrıca, hem Amerikalıların (JASSM-ER havadan-karaya seyir füzesi) hem de Fransızların (MdCN su-üstü platformdan ateşlenen seyir füzesi) teknolojik iki silah sistemini gerçek harp koşullarında ilk kez denediğini de vurgulayalım.
Bahse konu müdahalenin kritik bir niteliği daha var. O da, Şayrat deneyiminin aksine, sadece cezalandırıcı değil, bundan sonraki muhtemel kimyasal silah kullanımını caydırıcı amaçlarla da icra edilmiş olması. Bu nedenle, Barze Bilimsel Araştırma Merkezi başta olmak üzere kimyasal silahlara ilişkin tesisler öncelikli hedef niteliğinde idi.
Ancak harekat, operasyonel seviyede ne kadar başarılı olursa olsun, alınan sonuç Suriye Baas rejiminin tüm kitle imha silahları yeteneklerini imha etmedi ve etmesi de mümkün değildi. Nitekim, bu makalenin kaleme alındığı sırada NBC’ye konuşan CIA eski direktörü John Brennan, Suriye’nin kimyasal silah programını çok kısa sürede yeniden inşa edebileceğinin altını çiziyordu.
Sınırlı ve ‘çekingen’ müdahale
Batı’nın Suriye’de limitlerini anlamak için, her şeyden önce son müdahalede hangi tesislere yönelik seyir füzesi taarruzu gerçekleştirildiğine değil, hangi kategorik hedeflerin görmezden gelindiğine bakmak gerekiyor. Daha açıkça ifade etmek gerekirse, gerek Türk basını gerekse uluslararası basın ‘hangi hedefler vuruldu’ sorusu etrafında yayın yaparken, asıl gözden kaçan kritik soru, hangi hedeflere dokunulmadığıdır.
Vurulmayan potansiyel hedeflerin başında, siyasi-askeri üst düzey tesisler bulunuyor. Örneğin, Suriye Savunma Bakanlığı binasına hiçbir müdahalede bulunulmadı. Baas rejiminin mezhep esasına göre teşkil edilmiş elit birlikleri olan 4. Zırhlı Tümen, Cumhuriyet Muhafızları, Hava Kuvvetleri İstihbaratı gibi birliklere ait karargahlara imha seviyesinde taarruz edilmedi. Hafız Esed döneminden başlayarak, Suriye’de rejimin uyguladığı baskılar karşısında sesini biraz çıkaran herkese yönelik cinayetlerin, sistematik işkencenin sorumlusu olan ve Baas elitinin potansiyel tehdit gördüğü her sıradan Suriye vatandaşını bir gölge gibi izleyen Siyasi Emniyet İdaresi’ne ait hiçbir bina vurulmadı. Özetle, rejimi sembolize eden, Beşşar Esed’e ve etrafındaki seçkinlere günün birinde savaş suçlarından dolayı hesap sorulabileceğinin sinyallerini veren hiçbir unsur, müdahalenin hedefleri arasında değildi.
Dolayısıyla NATO strateji çevrelerinin gerçekçi olması gerekiyor. Zira rejim, kuvvetle muhtemeldir ki, başkent Şam’ı doğrudan tehdit eden riskli bir operasyon bölgesinde düğümü açmak için taktik düzeyde kimyasal silah kullandı ve istediği sonucu da aldı. Bölgedeki silahlı muhalif grupları tahliyeye zorladı, başkent Şam’da rejimin kontrolünü tehdit eden ciddi bir jeostratejik tehdide son verdi. Bunu yaparken, kimyasal silahların kullanılmasını yasaklayan uluslararası hukuk normlarını da bir kez daha hiçe saydı. Karşılığında ödediği bedel ise, çok yüksek değer içeren birliklerine ve tesislerine dokunulmadan, 100 kadar seyir füzesi ile sınırlı bir müdahale oldu. Üstelik, bu mahdut hedefli taarruzun stratejik sürpriz niteliği de kalmamıştı.
Açıkça belirtmek gerekirse, son yapılan müdahale ya da Şayrat müdahalesi her yıl yeniden tekrar edilse de, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri kitle imha silahları yeteneklerine sahip olmayı sürdürecektir. Eğer gerçekten, kimyasal ve biyolojik silahlardan arınmış bir Suriye amaçlanıyor ise, üç kritik koşulun yerine getirilmesi gerekiyor. İlk olarak, Şam ile Pyongyang arasındaki stratejik işbirliği akamete uğratılmalı. Bu konuda şüphesi olanlar, Kuzey Kore’den Suriye’ye yapılan son dönem sevkıyatlarına göz atabilir. İkincisi, kimyasal ve biyolojik silahlanmanın, tesisten çok kritik know-how sahibi personele dayandığı anlaşılmalı. Üçüncüsü de, sınırlı dahi olsa, herhangi bir müdahalenin hedefleri belirlenirken Baas rejiminin ve Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin kritik ihtiyaçları iyi hesaplanmalı ve bu hedefler tercih edilmeli. Elbette bu noktada, Rusya faktörüne rağmen bunlar yapılabilir mi sorusu akla gelecektir. İşte tam da bu nedenle bu makale, Suriye’de yapılan hatayı 2018 Trump yönetiminde değil, 2013 Obama yönetiminde arıyor.
2013-2014 stratejik hatalarının bedeli
Yukarıda yaptığımız tüm eleştirilerin muhatabının, mevcut ABD yönetimi ve NATO siyasi-askeri eliti değil, Başkan Obama döneminin talihsiz stratejik mirası olduğunun altını çizelim. Zira rejime, 2013 yılında Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri muharip kapasitesinin yarısını kaybetmişken, Esed klanının üst düzey mensuplarından (Büşra Esed’in eşi) eski Askeri İstihbarat Direktörü ve Savunma Bakan Yardımcısı Asıf Şevket, Savunma Bakanı Davut Raciha ve Baas askeri yapılanmasının en önemli isimlerinden biri olan Hasan Türkmani gibi isimler Şam’ın en güvenli yerlerinden birinde öldürülmüşken, DEAŞ tehdidi güçlü değilken ve Türkiye askeri harekata tam destek vermeye hazırken müdahale edememek ile Rusya, İran ve Lübnan Hizbullahı Suriye’de tüm güçleriyle bulunuyorken sınırlı da olsa bir müdahale gerçekleştirebilmek arasında çok fark var. Daha açık bir ifadeyle, Trump yönetimi, devraldığı bir jeopolitik enkazla uğraşmak durumunda…
Önemle de vurgulayalım ki, eleştirimizin temelinde birey düzeyinde bir figür olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin 44. Başkanı Barack Obama değil, daha geniş çerçevede, bir stratejik düşünce ekolü var. Biraz da teknik bir ifade kullanmak gerekirse, Obama yönetimi ve bahse konu anlayış etrafında şekillenen elitin ve entelektüellerin en büyük sorunları, siyasi-askeri tercihlerinin isabetsizliği değil, savunma ve güvenlik konularını jeopolitik, reel-politik ve siyasal gerçekçilikten uzak, öforik bir iyimserlikle, naif biçimde algılayan paradigmalarıdır.
Sözü edilen elit ve entelektüellere göre, Suriye’nin kimyasal silahsızlanması süreci, insan doğasını anlamadan hayalini kurdukları pembe uluslararası barış hayalleri yolunda atılmış önemli bir adımdı. 2013-2015 döneminde, kitle imha silahlarına ilişkin uluslararası hemen hiçbir toplantıda, kimyasal silahsızlanma antlaşmasına ve sürece ilişkin en ufak bir eleştiri getirilmesine dahi tahammül edemeyen söz konusu ekole mensup entelektüeller, çok basit bazı sorular karşısında bile, başarılan işin ne kadar büyük olduğunu, bunu eleştiren herkesin de savaş taraftarı olduğunu ima eden söylemlerde bulunuyorlardı.
Ödüllü kimyasal silahsızlanma yalanları
Oysa, 2013-2014 yıllarında da Suriye’deki kimyasal silahsızlanma sürecine ilişkin -Batı’da hakim stratejik düşünce ekolünün görmek istemediği- çok temel problemler vardı:
Öncelikle, Suriye’de kimyasal silah kullanımının bir numaralı şüphelisi konumunda olan Baas rejimi ve Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, kötü bir komedi filmi gibi, 2013 yılında kimyasal saldırıları araştırmaya gelen BM uzmanlarının güvenliğinden sorumluydu. Sözü edilen BM görevlileri, incelemelerine başladıkları daha ilk günde, Şam’ın birkaç kilometre ötesinde keskin nişancı ateşine maruz kalarak yerlerinden kıpırdayamadılar. Bu tacizler, Suriye’de görev yapan BM ve Kimyasal Silahların Önlenmesi Örgütü (OPCW) mensuplarının uğradığı son saldırı da olmadı. Savaş koşullarında ve rejimin sağladığı güvenliğe dayanarak araştırma yapmanın sağlıklı olmayacağına ilişkin eleştirilere de, açıkçası, kulak asılmadı.
İkincisi, rejimin deklare ettiği envanterin güvenilirliği hayli problematik idi. Uluslararası toplumun Libya’nın kimyasal silahlardan arındırılması sürecinde elde ettiği tecrübeler neredeyse görmezden gelindi. Savaşın başlamasından yıllar önce Suriye’nin kimyasal harp programını doğal olarak bir gölge gibi izleyen bazı İsrailli uzmanlar, çok tehlikeli bir kimyasal harp ajanı olan ve etkileri bakımından taktik nükleer silahlarla mukayese edilebilecek VX de dahil olmak üzere, envanterdeki birçok unsurun gizlendiğine dikkat çeken makaleler kaleme aldığında, bu uyarıları dikkate alabilecek gerçekçilikte yöneticiler birçok önemli Batı başkentinde mevcut değildi.
Üçüncüsü, Suriye’nin kitle imha silahlarına ilişkin bütüncül bir bakış açısı geliştirilmedi. Saddam Hüseyin döneminde Irak, BM Güvenlik Konseyi’nin 687 sayılı kararına maruz kaldığında, sadece kimyasal harp yetenekleri değil, biyolojik harp yetenekleri ve 150km menzilin üzerinde balistik füze envanteri de yaptırım listesine eklenmişti. 2013 yılında Suriye Baas rejimi baskılara direnebilecek bir durumda değil iken, fiilen uygulanmasında zaten sıkıntılar olan kimyasal silahsızlanma antlaşmasının yanı sıra, Şam’ı bir de biyolojik silahların önlenmesi rejimine dahil edecek (Suriye Arap Cumhuriyeti, antlaşmayı imzalamış ancak ratifiye etmemiştir) ve bugün çok ciddi bir tecrübe kazandığı balistik füzelerinden mahrum bırakacak geniş bir silahsızlanma girişimi ortaya konulamadı. Varil bombaları sorunu da görmezden gelindi.
Oysa ki, kimyasal silahsızlanma süreci devam ederken birçok uzman, Suriye’den kaynaklanabilecek biyolojik silahlar tehdidinin, kimyasal silahlardan çok daha vahim sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarılarda bulunmaktaydılar. Varil bombaları kimyasal harp ajanlarının en önemli atış vasıtası haline gelmişti, 2012 yılından itibaren de rejim kendi vatandaşları üzerinde balistik füzeler kullanmakta idi. Ancak uygulanması mümkün olmayan bir silahsızlanma girişiminde ısrar eden hayalperestler için, tüm bunlar birer detaydı. Suriye kimyasal silahların önlenmesi rejimine dahil edilecek, savaş taraftarları olarak görülen kuşkuculara kulak tıkanacak, Suriye’deki bu başarı Ortadoğu’nun kitle imha silahlarından tamamen arınmasında en önemli adım olacaktı. Ne de olsa hayal kurmanın önünde bir engel yoktu…
Son olarak, kitle imha programlarının, bireysel düzeyde bir know-how işi olduğu gözden kaçırıldı. Suriye’de kitle imha silahları programlarında yer alan, kritik bilgilere sahip personelin ne olacağı hemen hiç gündeme gelmedi. Rejim, söz konusu bilim adamlarına sahip olduğu sürece, tıpkı CIA eski Direktörü Brennan’ın da altını çizdiği gibi, kısa sürede kimyasal harp yeteneklerini yeniden inşa edebilecek durumda. Dahası, rejimin kontrolsüz biçimde çökmesi ya da kitle imha silahları programları üzerindeki kontrolünü kısmen kaybetmesi durumunda, Soğuk Savaş sonrası Sovyet nükleer fizikçilerine ilişkin kimi doğru kimisi ise şehir efsanesi olan tüm kara senaryoları Ortadoğu’da yeniden anımsayabiliriz.
Türkiye’nin pozisyonu isabetliydi
Büyük olasılıkla taraflı bir değerlendirme olarak okunacaktır, ancak biz yine de altını çizip tarihe not düşelim. Türkiye’nin, 2013 yılında daha ilk kimyasal harp faaliyetleri yaşandığında Suriye’ye yönelik geniş çaplı askeri müdahaleyi savunan politikası doğru idi. Zira, bugün gelinen noktada, uluslararası hukukun ve silahlı çatışmalar hukukunun kimyasal silahlara ilişkin çok önemli bir normunu tamamen kaybetmemek için Rusya ile istihbarat diplomasisi yapmak zorunda olan ve en nihayetinde, Rus hava savunma sistemlerinin işletilmeyeceğinden emin olunduktan sonra, günler öncesinden boşaltılan birkaç hedefe 100 civarında çok pahalı füzeyi ancak Suriye hava sahasına giremeden ateşleyebilen Batı gerçeği var…
Üstelik Türkiye’nin haklılığı, önümüzdeki on yılda daha da belirginleşebilir. Tabii bu durumda, uluslararası toplumun 2020’lerin sonunda, halen ülkede hakim olan Baas rejiminin 2,000km menzilli balistik füze denemelerine, Suriye biyolojik harp programının bugün Kuzey Kore’nin bulunduğu noktaya gelmesine ya da kimyasal silahsızlanma öncesi seviyeye geri dönmüş bir VX envanteriyle ilgili istihbarat raporlarına şahit olması gerekecek. Üstelik, böyle bir dönemde Suriye’ye müdahale çok daha zor olacak, zira muhtemelen çok daha etkin Rus hava savunma sistemlerinin Şam’a transferi tamamlanacak.
Bir de, 2013 yılında Suriye’ye ilişkin think-tank yayınlarına göz atalım. O yıllarda, Suriye Arap Hava Kuvvetlerinin kaç günde tamamen devre dışı bırakılabileceği, hava savunma sistemlerinin tamamen imha edilmesi için ne kadar anti-radyasyon füzesi kullanılması gerektiği tartışılıyordu. Birçok Suriyeli general de, rejimle aynı karede görünmemek için muhalefet saflarına geçtiklerine ilişkin videolar yayınlamakta idiler. Şimdilerde Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin generalleri, ülkeden ayrılmak zorunda kalan mültecileri bir daha asla dönmemeleri konusunda tehdit eden videolar yayınlıyorlar. Bunu yaparken de oldukça rahatlar, çünkü herhangi bir sonuçla karşılaşmayacaklarını çok iyi biliyorlar.
Türkiye’nin 2013 yılında geniş çaplı askeri müdahaleyi talep eden pozisyonunun haklılığına ikna olmak istemeyenler için son bir anekdot daha aktaralım. Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin geçtiğimiz yıl terfilerine iyi bakın, zira kimyasal harp yükü taşıyan sistematik varil bombaları kullanımının önde gelen isimlerinden biri olan, Hava Kuvvetleri İstihbaratı kökenli, halihazırda Kaplan Kuvvetleri Komutanı General Süheyl Hassan’ın yeni rütbesini tebrik eden rejim haberlerini göreceksiniz. Açıkçası, General Hassan’ın apoletlerinde sadece bombaladığı sivillerin kanı değil, savaş suçlarını pratikte uygulanamaz bir kimyasal silahsızlanma antlaşmasıyla cezalandıracağına inanan naiflerin ve Türkiye’nin pozisyonunu marjinal bulanların beceriksizlikleri de var. Kronik iyimser ‘non-proliferation lobisi’ için bir not daha ekleyelim, Guta’da rejimin askeri harekatı devam ederken, hatta kimyasal saldırılar yaşanırken, General Süheyl Hassan operasyon bölgesinde idi. Bunu açık-kaynaklı istihbarat verileri ile biliyoruz, zira rejimin üst düzey askeri figürleri, kimyasal saldırıların yaşandığı ve savaş suçları işlenen yerlerde dahi sosyal medyada kullanılmak üzere açıkça görüntü vermekten artık çekinmiyorlar. Bu durum da ne yazık ki Suriye’nin ‘ödüllü gerçekliklerinden’ biri haline geldi.
‘Nobel Ödüllü’ sorular
Hatta bir adım ileri giderek, daha kritik bazı sorular soralım: Hipotetik olarak, rejimin kimyasal ve biyolojik silah programlarında veya balistik füze harp başlığı üretiminde çalışan bilim adamlarının, kimyasal silahsızlanma antlaşmasının ardından Pyongyang’a herhangi bir ziyarette bulunup bulunmadıkları bilinmekte midir?
Ya da, sözü edilen bilim adamları ile Lübnan Hizbullahı arasında hiçbir temas olmuş mudur? Suriye’de savaşan terör örgütleri arasında bu bilim adamlarına ulaşabilen radikal unsurlar var mıdır? Özel askeri şirketler, bu bilim adamlarına ilgi duymakta mıdır? Bunlar, elbette açık-kaynaklı istihbarat imkanlarıyla yanıtları verilemeyecek, dolayısıyla bu satırların yazarının yanıtlayamayacağı sorular. Ancak şurası kesin ki, bu sorulara yanıt verebilen ve bu felaket senaryolarını önleyebilen istihbarat servislerinin yöneticileri, aslında Suriye’ye ilişkin bir Nobel Barış Ödülünü gerçekten hakedenler olacaklardır.
Suriye’nin kitle imha silahlarından arındırılamamasının asıl nedeni ne?
Bu soruyu yanıtlamak için birçok teknik detay verilebilir. Ancak büyük resimdeki gerçek neden, Suriye Savaşı’nda kimyasal harp ajanlarının kullanılmaya başladığı 2013 yılında Batı strateji çevrelerinde dominant olan naif ekolün, Suriye Baas’ı, Siloviki olarak bilinen, güvenlik ve savunma sektörlerinden gelen Rus eliti ve İran Devrim Muhafızları gibi rakipleri karşısında hiçbir şansının olmayışıdır.
Hem kısa bir askeri değerlendirmeyi, hem de farklı stratejik yaklaşımları ve Suriye’de kimyasal silahsızlanma (başarısızlığının) kısa hikayesini anlatan bu makalenin yazarının, özellikle güvenlik bilimleri, harp çalışmaları ve bir ölçüde de uluslararası ilişkiler alanında kariyer planlayanlar için bir önerisi olabilir. Suriye’de savaşın yedi yılına ve kitle imha silahları boyutuna baktığınızda önünüzde iki temel seçeneğin olduğunu görürsünüz. İlk seçeneği tercih ederseniz, yapmanız gereken jeopolitik alanındaki literatürü çok iyi okumanız, harp tarihi bilmeniz, güncel askeri bilimler yayınlarını takip etmeniz ve en ilginci de, doğada savaşın yalnız insanlara özgü olmadığını gösteren bilimsel çalışmalara eğilmenizdir. Eğer bu ekolü tercih ederseniz, örneğin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarının Türkiye’nin milli güvenliğine olan çok değerli katkılarını daha iyi anlayabilirsiniz. Suriye Baas rejimini kimyasal silahlarından arındırmanın, Hafız Esed dönemi generallerinin ve Suriye Muhebaratının hala hakimiyetini sürdürdüğü, Kuzey Kore ile stratejik işbirliğini devam ettiren bir ülkede tam anlamıyla başarılamayacağı basit gerçeğinin farkında olursunuz. Gerçek bir savunma sanayiinin ve caydırıcı bir silahlı kuvvetlerin, savaşı tetikleyen değil, aksine engelleyen faktörler olduğunu bilirsiniz. Türkiye’nin, iddialı savunma programlarının bu açıdan ne kadar kıymetli olduğunun farkında olursunuz. Ve en nihayetinde, günün birinde karar alıcıların arasında yer alır ya da onlara siyasa tavsiye edebilecek konumlara gelirseniz, hem ülkenizin hem de dünyanın daha güvenli bir yer olmasına, kronik iyimser bir retorikle değil, gerçekçi adımlarla katkıda bulunursunuz.
Eğer ikinci ekolü tercih ederseniz, yapmanız gereken şeyler, insan doğasının ne kadar barışçıl ve değişebilir olduğuna ilişkin yayınları takip etmek, Suriye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde diktatörlüklerin kitle imha silahları programlarını iyi niyet ve diplomatik çabalarla çözebileceğine inanan uzmanları ve liderleri iyi dinlemek, yüksek savunma harcamalarının insanlığın ilerlemesi önünde ne kadar ciddi bir engel olduğunu analiz eden çalışmalar yapmaktır. Bu seçeneği tercih etmeniz durumunda da günün birinde karar verici pozisyonlarına gelebilir ya da bu pozisyonlardaki elite siyasa tavsiyelerinde bulunabilirsiniz. Çok başarılı olabilir, hatta Nobel Barış Ödülü bile kazanabilirsiniz. Ancak bir sabah dünyanın herhangi bir yerinde bir konferans vermeye giderken, hızla haberleri kontrol eder ve sosyal medyada iki fotoğraf görürsünüz: Doğu Guta’da ya da Han Şeyhun’da Baas rejiminin kimyasal harp faaliyeti sonucu hayatını kaybeden küçük bir çocuk, donuk gözlerle havada boş bir noktaya bakmaktadır. Diğer fotoğrafta da, kimyasal harp ajanları yüklenmiş varil bombalarını siviller üzerinde sistematik biçimde kullanmaktan dolayı ABD ve AB yaptırım listelerinde bulunan Suriyeli seçkin birliklerden birinin komutanı olan bir general, dinlenme anında sigara içmektedir. Muhtemelen aynı saatlerde çekilmiş bu iki fotoğraf vicdanınızı biraz rahatsız etse de, sonuçta Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması sürecini destekleyen iyi niyetli çabalarınız aklınıza gelir ve rahatlarsınız. Daha sonra konferansınızı vermek üzere uçağınıza yönelirsiniz. Siz konferansınızı verirken, sözlerinizi sıkıcı bulan dinleyicilerden biri haberlere göz atmak için telefonuna bakar. Kuzey Kore Lideri Kim Jong Un, aynı zamanda Baas Partisi Genel Sekreteri olan Beşşar Esed’e, Baas Partisi’nin kuruluşunun 70. yılı sebebiyle bir kutlama mesajı göndermiştir.
[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi’nde (EDAM) savunma analistidir]