İnsanları îmâna, hakka ve sâlih amellere davet etmek, kötülüklerden uzaklaşmalarına yardımcı olmak, en hayırlı vazifelerdendir. Zira bu, onları ebedî kurtuluşa çağırmak demektir. Cenâb-ı Hak bu ulvî vazifenin değerini şöyle haber verir:
“(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih amel işleyen ve; «Ben müslümanlardanım.» diyen kişiden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
İslâm’ı tebliğ ve dînî hizmetler, hem hizmet eden hem de hizmet edilen kişiler için nefsânî temâyüllere karşı âdeta “koruyucu hekimlik” gibidir. İki tarafı da yanlışlıklardan muhâfaza eder.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ebedî kurtuluş davetini insanlığa duyurabilmek için çok büyük bir mücâdele vermiştir. Onun ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına ermenin bir şükrü olarak bizler de aynı gayret içerisinde olmalıyız. Zira Rasûlullah -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu vazifesinin ümmeti tarafından devam ettirilmesini istemektedir. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin! (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7)
Cenâb-ı Hak, nûrunu tamamlayacağını, yani İslâm’ın gâlip geleceğini vaad etmiştir. Bizler gayret etsek de etmesek de Cenâb-ı Hak vaadini yerine getirecektir. Akıllı bir Müslüman, İslâm’ı tebliğ için gayret ederek bu kesin zaferden hisse almaya çalışır.
Bir zaman veya mekânda dînî hayatın zayıfladığı, insanların yanlış yollara kaydığı görülürse, orada tebliğ faâliyeti, îmandan ve farzlardan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazife olur. O zaman, hak ve hayır tebliğ edilmeden, birçok meşrû işin bile kenara bırakılması gerekir. Meselâ bir annenin yavrusunu emzirmesi ne kadar muazzez ve mübârek bir faâliyettir. Lâkin evinin yanmakta olduğunu gören bir ana, çocuğunu emzirmeye devam ederse, bu yaptığı, büyük bir hatâ olur. Çünkü yangına karşı bir şeyler yapmak, o anda çocuğu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve âcildir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ umûmun işlediği günahlar sebebiyle suçsuzları cezâlandırmaz. Fakat aralarında günahın işlendiğini görür ve bunu engellemeye güçleri yettiği hâlde mânî olmazlarsa müstesnâ.” (Ahmed, V, 192)
Tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getiren kimsenin kazancı, dünyanın en kıymetli hazinelerinden daha üstündür. Enes’in -radıyallâhu anh- naklettiğine göre, Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle buyurdular:
“Size birtakım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allah katındaki makamlarına gıpta ederler.* Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
“Onlar kimlerdir yâ Rasûlâllah?” diye sordular.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Onlar, kullarını Allâh’a, Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasihat ederek ve İslâm’ı anlatarak dolaşırlar.” buyurdu.
Ben:
“Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki, kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” diye sordum. Buyurdu ki:
“İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince, Allah -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuab,I, 367)
Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
“Horasan’a gidip İslâm’ı anlatman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.”
Tebliğ vazifesinin ihmâli ise bütün bir cemiyeti helâke sürükleyecek kadar vahim neticeler doğurur. Bunun içindir ki Allah Rasûlü’nün şu îkâzına ciddiyetle dikkat kesilmek îcâb eder:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
İnsanları hakka ve hayra davet edip kötülüklerden sakındırmanın ne kadar mühim bir kulluk vazifesi olduğunu, şu hâdise çok net bir sûrette ortaya koymaktadır:
Kızıldeniz kenarında, Eyle Kasabası’nda İsrâiloğulları’ndan bir kavim yaşıyordu. Cumartesi günü bütün işlerini bırakıp ibadet etmeleri gerektiği hâlde, ilâhî emri çiğneyip balık avlıyorlardı. Bu sebeple onlara Ashâb-ı Sebt (Cumartesi ehli) ismi verilmişti.
Burada halk iki gruba ayrılmıştı:
- Yasakları çiğneyen günahkâr kimseler.
- Dindar ve hayırsever insanlar.
Dîne bağlı insanlar, doğru ve yanlışı anlatıyor, fakat âsîlere söz geçiremiyorlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar:
- Yasakları çiğneyen kimselere nasihat eden, fakat bir müddet sonra bıkarak ümitsizliğe kapılan insanlar. Bunlar bir müddet sonra tebliğ vazifesini terk ettiler.
- Ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara ve zahmetlere tahammül ederek, insanlara nasihat ve îkâza devam eden mü’minler.
Âyet-i kerîmede onlardan şöyle bahsedilir:
“İçlerinden bir topluluk; «–Allâh’ın helâk edeceği ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat edip duruyorsunuz!» dediği vakit, tebliğde bulunanlar; «–Rabbinize mâzeret beyan edebilmek için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye!» cevabını verdiler.” (el-A’râf, 164)
Bir müddet sonra ilâhî emirlere uymayan kimseler maymuna çevrilerek cezalandırıldılar. Bâzı müfessirlere göre tebliğ vazifesini ihmâl edenler de azâba uğradı.
Maymuna çerilen bedbahtlar, azaptan kurtulan akrabalarının yanında bir müddet mahzun mahzun gezdiler. Akrabaları:
“–Biz sizi îkaz ederek günahlardan sakındırmadık mı?” dediklerinde, yaşlı gözlerle başlarını sallıyorlardı. Üç gün sonra da, maymun şekline girmiş olan bu âsîlerin hepsi öldü.
Allah Rasûlü-sallâllâhu aleyhi ve sellem-şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ umûmun işlediği günahlar sebebiyle suçsuzları cezalandırmaz. Fakat aralarında günahın işlendiğini görür ve bunu engellemeye güçleri yettiği hâlde mânî olmazlarsa müstesnâ.” (Ahmed, V, 192)
Tebliğ ve hakkı tavsiye vazifesinde mühim olan, Allâh’ın rızâsına nâil olmak ümidiyle bu yolda elden geldiğince gayret göstermektir. Gereken sebeplere tevessül edildiği hâlde netice alınamayabilir. Bu durumda ümitsizliğe ve kedere boğulup kendini yıpratmak doğru değildir. Zira hidâyeti verecek olan, Allah’tır. Kula düşen, yılmadan, ümitsizliğe ve rehâvete kapılmadan tebliğe devam etmek, neticeyi Allâh’a bırakıp tevekkül etmektir.
* Bu ifâdeden maksat, tebliğle meşgul olan kimselerin kıymetini birdirmektir. Yoksa onların peygamber ve şehîdlerden üstün oldukları mânâsına gelmez. Zira peygamberler ve şehîdler de zâten hayatlarını tebliğ uğruna fedâ etmiş kimselerdir.