1. İfrat veya tefritimiz yoktur.
Orta bir ümmetiz:
Yaparken yıkmayız. Kaldırırken uçurmayız. İndirirken batırmayız.
İyiye iyi, kötüye kötü demekten çekinmeyiz. Geceyi gece gibi, gündüzü de gündüz gibi yaşarız. Cenazeye de katılırız, düğüne de; birinde ağlar, birinde güleriz. Çocukla eğlenir, büyükle ilgileniriz.
2. Bid’atten uzağız.
Yaşadığımız hayatın ne kadar Müslümanca olduğu veya olmadığı Kur’an ve sünnete bakılarak belirlenebilir. Bilhassa, ibadet maksadı ile yaptığımız işlerde uydurarak değil, uyarak kazanabiliriz. Bid’at, kaymanın başlangıcıdır. Neyin bid’at olup olmadığını da ümmetin ehil âlimleri belirlerler. Bid’at, bir anlamda içten çökerttiği için, nasıl dış tehlikelere karşı dikkat ediyorsak, aynı hassasiyetle dinin sulandırılmasına, yönünün değiştirilmesine karşı da tetikte olmalıyız.
3. İnsana göre hak değil, Hak’ka göre insan biliriz.
Allah, Nebisini yanlış yapmaktan korumuştur. Böylece O masumdur. O’nun dışında hata etmeyen, ne yaparsa yaptığı bir hikmete binaen olan kimse yoktur. Sahabiler ve âlimler de bu ilkeye dahildir. Onlar da yanılmış olabilirler. Ne var ki yanılmaları kötü olduklarını, değerlerini yitirdiklerini göstermez. Kimin ne olduğu sadece Allah katında bilinen şeylerdendir. Biz onların Kur’an ve sünnete, Ümmeti Muhammed’in genel icmaına uygun olan söz ve eylemlerini sahiplenir, diğerlerini almayız. Gidişimiz, sevişimiz, bağlılığımız körü körüne değildir.
Âlimlerimizi de sever, onlara hürmet ederiz. Onlara uymakla Allah’ın rızasını kazanacağımıza inanır, peşlerinden gideriz. Hizmetlerinde bulunmaktan haz duyarız. Ancak onları masum görmez, peygamberlere uygun görülen masumluk vasfını onlara yapıştırmayız.
Bununla beraber, âlimleri ve o tip mevkilerde bulunanları masum görmeme anlayışımız, edep perdesini yırtmak gibi bir aşırılığa düşmemize de neden olmaz. Cahilin âlime had bildirmesi gibi bir hadsizliği kendimize ar sayarız. Asırlar sonra gelmiş bir Müslüman’ın, ilk asra daha yakın ve gayretleri daha samimi olan bir âlimi, Allah dostu olarak bilinen bir zahidi diline dolamasını kabullenemeyiz.
Peşinde bulunduğumuz liderin emrine itaat eder; ama o, Ömer bile olsa, Selman olup karşısına dikilmeye hazır oluruz. (Allah hepsinden râzı olsun). Sessiz kalmayı dilsiz şeytanlık, kaçmayı da vefasızlık biliriz.
4. Bize göre din değil, dine göre biz varız.
Din, Allah’ın dinidir. Biz ise O’nun kullarıyız. Kul, Rabbinin dinini, beşerin bir kitabını okuyup tenkit eder gibi yorumlamaya kalkar veya tenkit ederse baştan yanlış bir yola girmiş olur. İslâm, teslim olmanın adıdır.
Bilhassa Müslümanlar’dan olmayanların veya onlara çanak tutanların başlattığı tartışmalarda izleyici olmak bile imanla çelişebilir. İslam görücüye çıkmamıştır; can ve mal verip cenneti alacaklara sunulmuştur.
Vahyi akıldan üstün tutarız. Ne tevil yapar, ne de akıl ile vahiy arasında bir çelişki kabul ederiz.
5. Suistimalimiz yoktur, gayretimiz vardır.
İlim ile ibadeti, tevekkül ile sebepleri kullanmayı, dünya nimetlerini kullanmakla dünyada zühdü, korku ile umudu, Allah için sevmekle Allah için buğzu, merhametle metaneti aynı oranda benimser uygularız.
Allah’ın sevdiğini sever, buğz ettiğine de buğz ederiz. Onun düşmanları ile iyi geçinme çelişkisinden O’na sığınırız.
Allah’tan çok korkar, korktuğumuz kadar da rahmetinden ümitvar oluruz. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) düşündüğü gibi düşünürüz:
“Cehenneme girecek tek bir kişi vardır dense, o benim diye korkarım. Cennete bir kişi girecek dense, o girecek olan benim diye ümitvar olurum.”
Bizi kuşatan olaylar ve üzerimizdeki baskılar belki gözümüzden yaş akıtır; ama ümidimizi kaybetmeyiz. Rabbimizin rahmetinin ulaşmayacağı bir kuyunun olmayacağına iman ederiz.