O gün pek keyifliydim. Sanki her şey benimle bu mutluluğu paylaşıyordu. Sınıf da tertemizdi. Çocuklarım derse katılıyor, neşeli dakikalar yaşıyorduk. Tam bir oyun tadında ilerliyordu ders dakikaları.
Merve, yine gözlerini bir noktaya dikmişti. Dudağında tatlı bir tebessüm vardı. Mehmet’in yüzünde de muzip bir zekâ izini görmek mümkündü.
Konumuz nükteli, mizahî kısa öykülerdi. Konunun özünü ifade ettikten sonra sıra öğrencilere gelmişti.
Gözüm yine Merve’ye kaydı. Merve, hedefi tam on ikiden vurdu gene. Ve Hoca’mızdan tatlı bir örnek verdi:
Gecenin geç saatlerinde Hoca Nasreddin’in evinden bir gürültü gelmiş. Kuşluğa doğru sormuşlar:
– Hocam, sizin evden bir gürültü geldi. Neydi acaba?
Hoca cevap vermiş:
– Hırkam yuvarlandı da merdivenlerden…
– Hocam, hırka o kadar ses çıkarır mı?
Hoca’mız tam kıvamında sözü tamamlamış:
– Uzun etme be komşu, içinde ben de vardım işte!
Ceren’in gözleri parlıyordu. O da örnek verecekti besbelli. Hemen bir baş işaretiyle söz hakkı verdim. Ceren söze başladı bu sefer:
– Akşehir’de öğretmenlik yapan birisi çarşıya gidiyormuş arabasıyla. Bir öğrencisinin de aynı istikamete gittiğini görünce:
– Buyur yavrum, diye arabasına davet etmiş.
Çocuğun cevabı hemşerisi Nasreddin Hoca’nın sözlerini hatırlatır cinstendir:
– Sağ ol hocam, biraz işim acele de…
Dersimizin sonuna geliyorduk. Artık konuyu bağlamanın zamanı gelmişti.
Ancak Mehmet, yine münasebetsiz bir soru mu soracaktı acaba?
– Evet, Mehmet?
– Hocam, hangi takımı tutuyorsunuz?
Eyvah! Ne desem, nasıl cevap versem bilmem ki?
Sınıfta farklı takımlardan öğrencilerimin olduğu muhakkaktı. Hiç birisini kırmamalıyım. Cevap veriyorum:
– Mehter takımını tutuyorum yavrum.
Sınıf kahkahalarla inledi. Konumuzun ruhuna uygun bir cevap olmuştu. Teneffüs zili de çalmıştı.
– İyi teneffüsler benim çocuklarım… Kanatsız meleklerim…