Nurdanhaber-Özel
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Merhum Abdullah Yeğin Genel Yayın Yönetmenimiz Abdurrahman İraz’a konuştu
09 Kasım 2009
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdullah Yeğin ile yaptığımız röportajın ikinci bölümü
Röportaj: Abdurrahman Iraz, Mehmet Ali Bulut
Röportaj’ın 1. Bölümü için tıklayınız
ÜSTAD KİMSEDEN DUYMADIĞIMIZ DERSLER VERDİ
Yanına kaç defa gittiğinizi biliyor musunuz?
Sayısını bilmiyorum. Fırsat buldukça giderdim. Hoşumuza gitmişti. Bizim tam istediğimiz bir şeydi, ahirete ait bilgiler veriyor, Allah’tan Peygamberden bahsediyor, kimse bize böyle ders vermemişti. Babam, okulda, şurada, burada veya camide konuşurken ondan da duymadığım, başka kimseden duymadığımız dersler verdi.
Kaç kişi yanına gidiyordunuz?
Hatırladığım bazı kimseler var, isimlerini de unuttum. Dağıldılar. Kimisi vefat etti. Suat isminde biri yarbay oldu. O şimdi vefat etmiş. Birisi tüccar oldu İstanbul’a gitti. Birisi Doktor Mustafa Ramazanoğlu’ydu, daha çok onunla giderdik. Safranbolulu onun babası da babamın arkadaşıymış o da öğretmendi. Onun babası da bir camide imamdı.
ÜSTADA SORDUĞUM SORU
Üstadı ilk ziyaretinizden önce, Bediüzzaman Said Nursi ismini veyahut Risale-i Nur Külliyatını hiç duymuş muydunuz?
Hiç duymamıştım. Halk “Hoca efendi” diyordu. “Hoca efendi var, Hoca efendi şöyle evliya” diyordu. Mesela bir sarhoş vardı. Deli Mümin derlerdi Üstada hayrandı. Üstadı bize öyle tanıtmışlardı; “Büyük adamdır, evliyadır” vesaire. Fakat biz öyle evliya ne demektir? Sonra “menfi” diyorlardı, menfi ne demek bilmiyorduk.
“Kastamonu’da yanıma parlak birkaç genç geldiler” ifadesinde geçen geçlerden biri olarak Üstadı ziyaret ettiniz öyle mi?
Sonradan benden başka gençler de gitmiş o meselede ben yoktum. Ben 6. meseledeki soruyu sonradan lise ikide iken sormuştum.
O soruyu sorarken “muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor” dediğinizde o günkü psikolojiniz nasıldı? Nasıl bir halet-i ruhiye içerisindeydiniz? O görüşmeyi bu gün düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor?
Doğrusu o zaman niye sormuşum pek iyice bilmiyorum ama o zaman talebeler arasında hep böyle; ahiretin varlığı, Allah’ın varlığı, dinin hak olduğu, Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğu vesaire konular üzerine münakaşa ediyorduk, tartışıyorduk… Malum o zaman Hasan Ali Yücel Maarif Vekiliydi. (Milli Eğitim Bakanı) Onun zamanında Köy Enstitüleri açılmıştı, Köy Enstitülerinde kısa süreli eğitim ile çabucak muallimler yetişiyordu, köylere gönderiyorlardı. Bunların çoğu inançsız insanlardı. O nedenle, bazı öğretmenler, bazı talebeler, “ahireti kim görmüş” diyordu, “Allahın varlığı ispat edilemez” diyorlardı. Biz de Üstaddan aldığımız ders ile okuduklarımızla onlara cevap veriyorduk. Davamızı savunuyorduk. Onun için öyle sormak icap etmiş o zaman lise ikideyken.
Öğretmenler de inkâr ediyorlar mıydı? Fikirleri bozuk olabiliyor muydu?
Allah’tan bahseden yoktu. Sadece Allah’ı tanıyan dindar hocalar vardı. Ama hiç Allah’tan, Peygamberden bahsedemezlerdi. Zaten o zaman mekteplerde Allah’tan bahsetmek yasaktı. Mesela bizim resim hocamız vardı, yaşlı bir zat, çok sabırlı bir insandı. Bir talebeye kızdığı zaman “mahlûk” diye bağırırdı en kötü sözü oydu. Başka bir tarih hocası vardı peygamberimizi çok severdi ama İsa (AS)’ın aleyhinde konuşurdu. Ha bire İsa (AS)… Yani babası yok diye çok fena konuşurdu, aleyhinde konuşurdu. Cahilmiş demek.
Kur’anı okuyan İslamiyet’e iman eden bir insan İsa (AS)’ın aleyhinde konuşur mu?
Konuşuyor işte. Felsefe dersine girerdi bazen kızdığı zaman bütün dinleri inkâr ederdi. “İslamiyet tarikat şeklinde başlamış sonra umumileşmiş” derdi. “Mesela diyorlar Allah her şeye kadirdir. Olamaz böyle şey Allah her şeyi yapamaz” (hâşâ) diyordu.
Böyle yani öğretmenler karışıktı… O zamanın, o devrenin adamları için, “gericilik” kabul ediliyordu. Osmanlıların daima aleyhinde bulunurlardı, eski adamların aleyhinde bulunurlardı, “örümcek kafalı” derlerdi, genelde insanlar böyleydi. Dindar adam olarak bir kişi vardı, sadece o tarihçiyi görürdüm biraz dinine bağlıydı o da sadece Cuma namazına gelirdi.
BEDİÜZZAMAN YENİ YAZIYLA YAZMAMIZI İSTEDİ
Siz o dönemde Risale-i Nurları okuyorsunuz ve Üstadı ziyarete gidiyorsunuz. Okulda bunu herkes görüyor. Peki, bu durum bir sıkıntı vermiyor muydu? Size zorluk çıkaran olmuyor muydu?
Oluyordu ama biz oraya gidince kuvvet alıyorduk. Denizli hadisesi 1943’te meydana çıktı. 1943’te ben lise ikideydim. Mustafa Ramazanoğlu’yla mektep tatil oldu biz üçüncü sınıfa geçtik. “Birlikte gidelim Üstada” dedik. “Üstad” demiyoruz o zaman “Hoca Efendi” diyoruz. “Hoca Efendiyi ziyaret edelim”… Memlekete gideceğiz “Allah’a ısmarladık” diyelim.
Araç köyü Kastamonu’ya 50 kilometre… Mustafa Ramazanoğlu da Safranbolu’lu onun babası da babamın arkadaşıymış orası 100 kilometre… İkimiz “Allahaısmarladık” demeye Üstadı ziyarete gittik. Gittik baktık Üstadın yanında birkaç kişi daha var. Oturmuşlar böyle halka olmuşlar, Üstad onlara nasihat ediyor konuşuyor, diyor ki, “ben gittiğim bir memlekette sekiz sene kalırım, şimdi sekiz sene yaklaştı ben buradan ya gideceğim, ya öleceğim. Siz ben gitsem de ölsem de, Risale-i Nurdan ayrılmayın, beraber olun Risale-i Nurdan ayrılmayın ve birbirinizden de ayrılmayın.” Sonra bir ara dedi ki “bir zaman gelecek her tarafta Risale-i Nurun talebeleri olacak. O zaman siz birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayın, Risale-i Nur’u devamlı okuyun” dedi.
Bize yeni yazıyla yazmamızı istedi. O soruyu sorduğumda yanımda kim vardı bilmiyorum. Fakat sonra öğreniyorum ki, Mustafa Ramazanoğlu da varmış, Allah’ın varlığını nasıl ispat ederiz? Allah hakkında hiç kimse bir şey bahsetmiyor, muallimler Allah’tan bahsetmiyorlar. Üstad da diyor ki “siz okuduğunuz derslere dikkat edin, öğretmenleri değil dersleri dinleyin, dersleri iyi dinleyin” diyor. İşte o yazılı olan, zaten sonradan onları da defterimize yazdık.
BEDİÜZZAMANI MÜDAFAA EDERSE BİRİSİ “BEDİÜZZAMANCI” DERLERDİ
Sohbet olarak mı anlattı?
Şifahi olarak anlattı ilkin daha sonra bize anlattıklarını Feyzi Efendiye yazdırmış. Sonra bize de yazdırdı. Maşallah!.. Üstad hiç kimseye böyle devamlı konuşurken görmedim o zaman o konuşmasında bu tembihatı yapmıştı “bir zaman gelecek her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak” demişti. Şimdi o sözleri tahakkuk etti işte şimdi dünyada her tarafta Nur talebeleri var. “Siz o zaman birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayın” demişti. Çok mühim tavsiyesiydi bu. “Sonra ben gideceğim” deyince, “ben buradan gideceğim ben sekiz seneden fazla kalmıyorum” deyince bazılarımız çok müteessir oldu bir daha göremeyeceğiz diye üzülmüştük. Sonra “merak etmeyin tekrar görüşeceğiz” dedi.
Hakikaten biz ayrıldıktan sonra tatil oldu, yaz geçti tekrar okul açıldı geri mektebe geldik, Üstad olduğu yerde duruyor. Gittiği filan yok. Fakat sonra bir gün lisenin bahçesinde teneffüsteydik, baktım Üstad fayton arabasından iniyor, etrafında jandarmalar, polisler var. Üstadı Hükümete (Vilayet binası) doğru götürüyorlar. Hükümete giden yol lisenin önünden, lise bahçesinin önünden geçiyor. Tam böyle, karşıdan gelirken Üstadı uzaktan gördük. Üstad yolda yaya yürüyor, başında sarık var, sırtında cübbe, polisler etrafta, Kastamonu da şapka inkılâbı yapılmış bir yer. Şapkayı ilkin orda giydirmişler, orda olduğu için Üstadın o kıyafeti hiç başka kimsede yok.
Hatta duyduğumuza göre, bir polis Üstadın kıyafetine karışıyor “orada bu kıyafetle, bu şalvarla, bu cübbeyle, bu sarıkla gezemezsin” diyor. Karakolda onu alıkoyuyorlar. Bir ay mı? İki ay mı? Ne kadar kaldı bilemiyorum, misafir kalıyordu. Gözaltında tutuyorlardı. Karakolun üst katında, üç ay kalıyor o zaman bir polis varmış komiser, ismi de Nuri. Üstadın kıyafetine karışmış, demiş “bu kıyafetle sen burada duramazsın, böyle gezemezsin, sen kıyafetini değiştir” demiş. Üstad çok müteessir olmuş, müteessir olunca adam hasta olmuş, -sonradan duyuyoruz bunları- hasta olmuş doktorlara gidiyor, doktorlar sende bir şey yok diyorlar, Ankara’ya gidiyor doktorlara Ilgaz dağını geçince baş ağrısı geçiyor, geri dönüyor baş ağrısı başlıyor. Ankara’da da gitmiş muayene olmuş “sende bir şey yok” demişler. Ama eve geldikten iki gün sonra ölüyor. Bu durum polisleri çok etkiledi.
O öldükten sonra Üstadın kılığına kıyafetine karışan yok. Üstadın yanında polisler Üstada hizmet ediyor. Üstadı getiriyor, istediği yere götürüyor böyle bir serbestlik olmuş ondan sonra. İşittiklerim yani.
Neyse o lise bahçesinde, çocuğun birisi, “Bediüzzaman’ı yakalamışlar” diye bağırdı. Üstadı gördü ya polislerin yanında öyle bağırmıştı onu hatırlıyorum. O zaman Nurculuk falan yoktu. “Bediüzzamancılar” derlerdi bize, Bediüzzamanı müdafaa ederse birisi bu “Bediüzzamancı” derlerdi.
Bir defasında “Bediüzzamancı, Bediüzzamancılar var içimizde” diye öğretmene şikâyet etmişti bir çocuk. Coğrafya hocasına şikâyet etmişti. Hoca sınıfa gelince sordu “kim onlar?” dedi. “Hocanın yanına gidenler.” El kaldırdık dört beş kişi, bunun üzerine bizi tehdit etti “ben gösteririm size” dedi. Kızdı bize “niye gidiyorsunuz yabancı bir adam o” diye ikaz etmek istedi kendince.
ÜSTAD BİZİ HEP KORURDU
Sonra Üstadı Hükumete götürmüşler, valiye çıkarılmış daha sonra da tevkif etmişler. Ankara’ya doğru Üstadı yolcu etmişler. Ziya isminde bir zat Üstadın yanına oturmuş otobüste giderken, kendini gizlemek için şapka giymiş, Üstad bakmış “sen Ziya mısın değil misin?” diye sormuş. Ziyayım demiş, polisler bunun da Nurcu olduğunu anlayınca, onu da Çankırı’da indirmişler, onun da ifadesini almışlar ve orada tevkif etmişler. Kastamonu’da hatırladıklarım bunlar.
Bu arada öğretmenler bizi disiplin kuruluna verdiler, kurulda 6 kişiye birden bir hafta okulu terk cezası, uzaklaştırma cezası verdiler. Bir hafta mektebe gidemedik, menettiler. Sonra biz Mustafa Ramazanoğlu’yla beraber bir ev tuttuk. Kastamonu Uzun sokakta, babamın bir arkadaşının eviydi. Orada kalıyoruz, Üstadı Denizli’ye götürmüşlerdi.
Üstad Denizli’ye gittikten sonra on beş gün süreyle evde yatamadık. Zelzele oluyordu. Bu mesele Risale-i Nur’da var, Üstad da bahsediyor. İşte diyor “ben gidiyorum, yarın biri gelecek gücünüz yetiyorsa onu çıkarın” demiş. O nedenle o gittikten sonra zelzele başladı.
Saat 10 oluyor zelzele başlıyor, bazen 12’de başlıyor. Bazı günler olmuyor ama korkudan yatamıyoruz… Yani her akşam zelzele olma ihtimali var. Onun için korkumuzdan evin bahçesine çadır kurduk ev sahibi ile beraber çadırda yatıyoruz on beş gün kadar. Kar yağmıştı, hava çok soğuk, öyle bir durumda zelzele de oluyor. Halk da bizim gibi, evde yatan yok, kimse içeride yatamıyor.
Böyle bir müddet geçti. Sıkıntı had safhada, halk arasında da şunlar konuşuluyor. “Hoca Efendiyi müteessir etmişler onun için zelzele oluyor.” Halk öyle konuşuyor.
1940 ile 1943 arasında da zaman zaman Üstadı görürdük. Hacı İbrahim Karadağ denen yere Üstadla beraber, çaycı Emin Efendi vesaire, ara sıra giderdik. Havalar iyi olduğu zaman… Çam kozalaklarını toplar çay yapardık. Feyzi Efendi çok güzel çay yapardı… Orda çay içerdik, ders dinlerdik, beraber namaz kılardık.
Bir gün şöyle bir şey oldu; ben, Feyzi Efendi, Üstad üçümüz gidiyoruz, giderken Feyzi Efendi dedi ki, şu ibriği al şu derenin aşağısında su var, doldur gel dedi. Ben gittim, aşağıya doğru indim baktım orada hastane var su mu yok. Döndüm geldim dedim “su filan bulamadım su yok orada derede” dedim. Meğer sürekli takip ediliyormuşuz. Onları yanıltmak için sanki su olan bir çeşmenin yanına gidiyoruz gibi görünmek için. “Bir çocuk bunun arkasında ne geziyor” demesinler diye, Üstad daha sonra, kaç sene sonra söyledi “seni yanılttık” dedi. Bu şekilde tedbirli idi, daima tedbirliydi. Ya yalnız giderdi, ya biz önden giderdik. Bu ve benzeri tedbirlerle yanındakileri korurdu. Devamlı kapalı bir evde kalırdı, ancak bazen pencereye otururdu pencereyi açardı sokağı seyrederdi.