Hem çağ’ı tanıma! Hem de tefessüh etmiş bir çağa göre Kur’ân’ı yorumla! Felâket, bu!
Yazının sonunda kuracağım cümleyi, yazının başında kurayım: Kur’ân, çağa göre yorumlanamaz! Çağ, Kur’ân’a göre yorumlanır.
Çağ, geçicidir… Kur’ân, çağlar üstüdür çünkü.
KÜRESEL ONTOLOJİK VE SİYASÎ FELÂKETİ GÖRELİM ÖNCE…
Daha da vahimi, biraz da bilimsel keşiflerin tavan yapmasından ötürü kitlelerin zihninde oluşturulan imajın aksine, içinde yaşadığımız çağ, hem büyük bir felsefî / ontolojik felâketle karşı karşıya hem de bunun kaçınılmaz sonucu olarak tam anlamıyla cehenneme dönüştürüldü: Batılılar, büyük bir bilimsel atılım yaptılar, uzaya filan uzandılar ama uzayı okuyamadılar, insanın yok olmanın eşiğine sürüklendiği, dünyanın yaşanılamaz bir yer hâline geldiği, tabiatın delik deşik edildiği bir dünya sundular insanlığa.
O yüzden içinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız, diyorum.
Hele de insanlığı ve tabiatı ontolojik yok oluş felâketinin eşiğine sürükleyen, felsefî olarak büyük bir tıkanma yaşayan çağın bakış açılarıyla Kur’ân’a bakmaya, İslâm’ı veya Kur’ân’ı yorumlamaya, İslâm’ı güncelleme aymazlığına soyunmaya kalkışırsanız, hem çağın ağları, bağları, bağlamları sizi yutar hem de İslâm’ın çağlar ötesi mesajı tanınamaz hâle gelir, buharlaşır…
Tam da insanlığın İslâm’ın herkese hayat hakkı tanıyan, herkesi neyse o olarak gören çağlar ötesi, beşerüsütü mesajı, herkesi sarıp sarmalayıcı kozmolojik âlem, insan ve hakikat tasavvuru insanlığa ulaştırıl/a/mamış olur.
Çağı tanıyamadıkları için tanımlandıklarının bile farkında olamayacak kadar “akılsız” adamlar “akıl akıl” diye duygularını konuşturuyorlar yalnızca! Sonra da “Kur’ân’ı akla göre yorumlamalıyız”, diye çocuk gibi çırpınıp duruyorlar!
Akılsızlık başa belâ!
Biraz zekâ, biraz basiret, biraz çağ bilinci lütfen!
ÇAĞ BİLİNCİ LÜTFEN!
Çağ bilinci, dedim.
Çağ, insanlığın felsefî olarak ulaştığı en derinlikli, çaplı, ufuk ve umut vadeden, pratikte de adaletin, hakkaniyetin, sulhün ve selâmetin aşılamaz bir noktaya ulaştırıldığı aşılamaz, zirve bir noktada değil ki!
Aksine.
Hem teorik / felsefî hem de pratik olarak tarihte yaşanan en büyük felâketlerin yaşandığı bir donma, tıkanma noktasına saplanıp kalmış durumda.
Bundan ötesi yok.
Bundan ötesi, herkesin de az çok gördüğü ve sezinlediği gibi, benzeri görülmemiş teknolojik savaşların yaşanabileceği büyük bir felâket…
Bu felâketi, biz sınırlarımızda ve bütün bir coğrafyamızda iliklerimize kadar yaşamıyor muyuz?
HUSSERL’E GÖRE İKİ BÜYÜK FELÂKET: POZİTİVİZM VE TARİHSELCİLİK
Çağımızın en cins düşünürlerinden Husserl, Descartes’ın modern felsefeyi kuran rasyonalist çıkışıyla başlayan, Kant’la senteze, Hegel’le ayartıcı, sahte birliğe ulaşmasının Batı düşüncesini tam bir donmanın, çıkmaz sokağın eşiğine fırlattığını görmüştü.
Modern Batı düşüncesinin eşiğine fırlatıldığı çıkmaz sokakta düşünceyi bitirme, insanın düşünme faaliyetini dondurma tehlikesi taşıdığını söylediği iki büyük felâketle başedilmesi gerektiğine dikkat çekmişti Husserl: Pozitivizm ve tarihselcilik.
Husserl, Avrupa bilimlerinin karşı karşıya kaldığı felsefî krizi enfes bir şekilde tartışmış, çıkış yolu olarak “kesin bilim” olarak tanımladığı fenomenolojiyi icat etmişti.
Fenomenoloji, başta öğrencisi Heidegger’in nefes kesici çabasıyla, ardından Derrida gibi düşünürlerle putkırıcı bir yolculuğa bürünerek, düşünme faaliyetine taze ufuklar sundu.
Ama bir yerde, bir noktada durdu.
Günümüzde yeniden, yeni şekillerde keşfediliyor olsa da, fenomenolojinin nefesi, yaşanan felsefî / ontolojik krizin aşılmasına yetmedi.
Fakat Husserl’in, pozitivizm ile tarihselciliğin, düşünceyi ve düşünme faaliyetini bitireceği öngörüsü, tazeliğini koruyor ve üzerinde hakettiği ölçüde kafa patlatmayı intaç ediyor bize.
Yazının tamamı …