Nurdanhaber – Yard. Doç. Dr. Ali KUYAKSİL
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜN ve FEMİNİZM’İN TARİHİ VE FELSEFİ
ARKA PLANI ÜZERİNE
Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. (Rum Suresi:21. Ayet)
***
”İzm‘ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir”
Cemil Meriç
***
1.Giriş
Birleşmiş Milletler tarafından 1977 yılında ilan edilen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü; tüm dünyada kadınların haklarının savunulduğu, daha huzurlu yaşam özlemlerinin dile getirildiği, birlik ve beraberlik günü olarak kutlanmaktadır. Kadınlarımız, kutsal bir görev olan annelik görevinin yanı sıra, iş hayatında da yer alarak, hem aile hem de ülke ekonomisine büyük katkılar sağlamaktadır. Bugün, eğitim, sağlık, hukuk, sanat ve bilim gibi sayısız alandaki çalışmalarıyla dünya çapında başarılara imza atan kadınlarımızın sayısının artması övünç kaynağımızdır.
Bu girişten sonra kısa da olsa bazı konulara değineceğim. Son iki yüzyılı aşan bir süre içerisinde Batı’nın Aydınlanma süreci ve sonundaki teknik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan “Sanayi Devrimi” birçok gelişmenin belirleyicisi olmuştur. Batı artık kendisini insanlığın öncüsü ve temsilcisi olarak görmeye başlamıştır. Başarılı bir şekilde yürütmüş olduğu “Kültür Emperyalizmi” sayesinde bu düşünceyi eski sömürgelerinde ve dünyanın geri kalan kısımlarında da büyük oranda kabul ettirmiştir. Ne yazık ki ülkemiz de bu gruba dâhildir. Kendi kültürümüz ve manevi değerlerimiz unutturularak ve devamlı yerilerek nesiller manevi kimliklerinden koparılmıştır. Bunun yerine Batı’nın ışıltılı, parlak ve makyajlı yüzü devamlı lanse edilmiştir. Batı’nın tarihindeki karanlık, iğrenç, aşağılık, insanlık dışı yönüne hiç değinilmemekte veya “önemli olan günümüz, hangi çağda yaşıyoruz” denilerek konu geçiştirilmektedir.
Batı’da kabul edilmesi epey zaman alsa da bizim İslâm öncesi ve sonrası kültürümüzde kadın ve erkek her şeyden önce insandır. Niye Batı’da önce “insan hakları” sonra “kadın hakları” ve “feminizm” dediğimiz kavramlar ortaya çıktı? Niye bizde bir “Fransız insan ve yurttaş hakları bildirgesi” ya da “Feminizm” diye bir fikir akımı çıkmadı? Üzülmemiz, aşağılık duygusuna kapılmamız mı gerekir gerekir? Yoksa bizim tarihimizde İnsanlar ve kadınlar o kadar zulüm ve aşağılanmaya maruz kalmadıkları ve bu zulüm ve aşağılamadan kurtulmak için mücadeleye gerek kalmadığı için kendi tarihimizle barışık ve milli durur içerisinde mi olmamız gerekir? İşte bu yazıda bir fikri bir ufuk açmaya çalışacağız.
- İnsan Onuru, İnsan Hakları Kavramları
Öncelikle makalenin sağlam bir fikri zemine oturması ve uzamaması açısından bazı, kavramların kısaca açıklanmasında fayda mülahaza ediyoruz. Bugün uluslararası ilişkilerde bir devleti insan hakları ihlali ile suçlamaya çalışmak, suçlanan devlet açısından “Aforoz Etkisi” yapmaktadır. Yani o devleti uluslararası camiadan dışlamak, yalnızlaştırmaktır. Öncelikle İnsan; Ruh ve bedenden ibaret varlık, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlıdır. İnsanlık ise; farklı yazarlarca “Uluslararası Topluluk”, “Devletler” veya devlet olamasa dahi “Bütün Halklar”ı içine alabileceği ifade edilmiştir.
İnsan Onuru, çok kullanılan ve kapsamlı bir kavramdır. Kişiliğe saygıyı, bir işin bir görevin niteliklerine uygun kişilik özelliklerine sahip olmayı; kişinin kendi yeteneklerini bilmesi, geleceği dikkatle planlamasını; diğer insanlarla birleşerek çalıştığı kurumun işleyişiyle ilgili sorumluluk duygusu yüklenmesi olarak kabul edilebilir.
İnsan hakları kavramının herkes tarafından kabul edilen bir tanımı yoktur. Türkçe kitaplarda ‘kamu hürriyetleri’, ‘temel haklar’, ‘vatandaş hakları’ hep aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Çeşitli tanımların ortak yanlarını alarak biz de bir tanım geliştirdik. Bu geliştirilen tanım Batı’nın kendi tarihi gelişimi göz önüne alınarak geliştirilmiştir. Dolayısı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “neyin insan hakkı ihlali” olduğuna karar verirken vereceğiz tanıma ölçüt olarak kullanmaktadır. AİHM kararlarının bizim toplumumuzda kabul görmekte tereddüt ve zorlanmalar yaşanmasının arkasında da bu gerçek vardır.
İnsan Hakları: Kişilerin insan olmakla doğuştan sahip oldukları SİYASAL İKTİDAR KARŞISINDA cinsiyet, yaş, inanç ve düşünce farkı gözetilmeksizin eşit oldukları devredilemez haklardır.
Bat’nın sosyo-kültürel tarihinden kaynaklanan bu tanımdan insan haklarının derebeyleri ve krallara karşı yapılan kanlı isyan ve mücadelelerden sonra elde edildiği anlaşılır. İngiltere, Fransa ve ABD’nin tarihine baktığımız zaman bunu görürüz. Hollanda’da Amsterdam şehrinde “İşkence Müzesi”, Lahey şehrinde de “Cezaevi Müzesi” bulunmaktadır. Bu müzelerde itiraf hukukuna dayalı Engizisyon Mahkemesinin ifade alırken kullandığı işkence yöntemleri ve aletleri sergilenmektedir.
Kadın haklarının niye Batı’da ortaya çıktığı ile İngiltere den kısa iki örnek vermek istiyorum. Birinci örnek: Kadınların kocaların mülkü olarak görülmesinin en çarpıcı örneği
“Wife Selling/ Karının Satılması” geleneğidir. Gelenek uyarınca, karısından kurtulmak isteyen ve boşanma olanağı olmayan ya da bu yolu çok pahalı bulan koca, “karısı”nı açık arttırmaya çıkarır ve kadın en yüksek fiyatı ödeyen erkeğe satılırdı. “Karısı” üzerindeki mülk sahipliği hakkını daha da belirginleştirmek için, koca karısının boynuna bir kayış takarak onu müzayede yerine götürürdü. İkinci örnek: İngiliz Kocalar 1970 yılına kadar, karılarıyla zina yaptığı sabit olan erkeklerden tazminat isteme hakkına sahiptiler, aynı hak kadınlara tanınmamıştı. Bu nokta yani, zina karşılığında kocanın tazminat isteme hakkı, kadının kocanın mülkiyeti altında görülmesinin bir uzantısıdır. (Farmagül BERKTAY, ‘Kadınların İnsan Hakları: İnsan Hakları Hukukunda Yeni bir Açılım’, İnsan Hakları, 2000, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.355) Bizim kültürümüzde bırakın tazminat isteme hakkını, “Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine göz yuman” kimseye Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğe göre küfür ve hakaret manasını da içeren “Deyyus” denir. İşte aradaki sosyo-kültürel farklara bir örnek.
Oysa bizim Türk/İslâm kültüründe yönetenler halkın sahibi değil, halkın hizmetçisidirler. Bu husus Hulefa-i Raşidin, Selçuklular ve Osmanlılar dönemine bakıldığında görülür. Kısacası bizim tarihimizde bir Fransız İhtilali’ni doğuracak sosyal adaletsizlik ve zulüm olmamıştır. Feminizmi doğuracak kadar bizim toplumumuzda kadının değeri aşağılara düşmemiş ve hakkı yenmemiştir. Mutlaka ilahi vahye ters düşen örnekler olmuştur. Ama bu istisna örneklerle genellemelere gidilemez.
- İnsan Haklarına Bakış Modelleri
Batı ve bizim toplumumuzda İnsana bakış felsefesi, insan haklarına bakış açısını da belirlemiştir. İnsan nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Sorularına verilen cevaplar kısaca iki başlık altında toplanabilir: 1- Evrim Teorisi, 2- Yaratılış Teorisi. İnsanın ne ve nasıl ortaya çıktığının izahını çeşitli sebeplere bağlayan felsefi görüşler vardır. Bunların en ileri bilimsel kabul edileni “Evrim Teorisi”dir. “Yaratılış Teorisi”ise; Bütün semavi (tek ilahlı) dinlerin kabul ettiği; insanlığın Hz.Adem ve Hz. Havva neslinden türemesidir.
Evrim Teorisine göre, Hayatın Kaynağı uzaydan gelen bir tek hücrenin etrafındaki doğal şartlarla mücadele ederek gelişmesi, çoğalması ve çeşitlenmesidir. Bu çoğalma ve çeşitlenmeden sonra “Doğal Seleksiyon” devreye girer. Güçlü olan ayakta kalır, neslini devam ettirmek için kendi menfaatini gözetir. Güçsüz olan hayattan silinir, nesli yok olur. Bu teorinin ulaştığı felsefi sonuçlar: “Güçlü Olan Haklıdır!”, “Güç = Hak” tır, “Hak verilmez, mücadeleler sonucu alınır” şeklindedir. Batıdaki İnsan Hakları tarihi gelişimi hep bunun örnekleri ile doludur. Bu durum insanlığı, “Sosyal Darvinizm”e götürmektedir. Yani güçlü devletlerin menfaatlerine uygun olarak, diğer devletleri sömürge yapması, gerekirse yıkarak kendi topraklarına dâhil etmesi, onlara soykırım uygulaması onların hakkıdır. Batı ve Amerika’nın sömürgecilik tarihleri bunun örnekleri ile doludur. Son olarak 2. Dünya savaşının 5 büyük devleti olan, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde diğer devletlerden ayrıcalıklı olarak kendilerine “Veto Yetkisi”ni bir hak olarak görmüşlerdir. Oysa mazlumların yanında yer alan kendi ülkesindeki teröristlerle 40 yıldır kendi hukukumuz içerisinde mücadele eden ülkemize “insan hakları ihlali” bahanesi ile sıkıştırılmakta ve silah satmamaktadırlar.
Evrim Teorisinin bilimsel değeri konusuna da kısaca değinmek gerekir. Teori: doğruluğu henüz tam olarak ispatlanmamış bilimsel görüş demektir. Teoriler bilimsel olarak deneylerle tekrar tekrar aynı sonuçlara ulaşılırsa “Kanun” olur. Yerçekimi Kanunu, Suyun Kaldırma Gücü Kanunu gibi. Aynı şarlar altında tekrarlandığında aynı sonuçlar elde edilir. Evrim teorisi, teori düzeyinde olmasına rağmen ne yazık ki çizgi filmlerle çocuklarımıza, belgeseller ile de yetişkinlere yönelik olarak kesin doğruymuş gibi, kanun gibi telkin edilerek zihinlerde ateizme/tanrı tanımazlığa zemin oluşturmaktadırlar.
Yaratılış Teorisi’ne göre ise, insan bir yaratıcı olan Allah tarafından yaratılmıştır. Tüm insanlar Allah tarafından yaratılan ilk insan olan Hz. Âdem ve Havva’dan türemiştir. Yaratılış teorinin sonuçlarını; “İnsan olma özelliği, Allah tarafından verilmiş bir haktır”, dolayısıyla “Haklı olan Güçlüdür”, “Hak = Güç’tür”, “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Küçük büyük için feda edilmez”, “Tüm insanlar Kardeştir, Kardeşliğin iktizası yardımlaşmadır” şeklinde belirte biliriz.
Sonuç olarak, bilimsel anlamda, Evrim Teorisi ile Yaratılış teorisi eşit düzeydedir. Çünkü bugüne kadar bir maymunun insana dönüştüğü deney ve gözlemlerle ispatlanamamıştır. Ama insanda bulunan bütün elementlerin toprakta da bulunduğu söylenebilir. Aynı şekilde Hz. Âdem’in de ilk insan olduğu ve topraktan yaratıldığı da deney ve gözlemlerle ispatlanamaz. Çünkü Hz. Âdemin topraktan yaratıldığını gözlemleyecek insanların olması demek, Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı demek olur. O yüzden burada bilimden ziyade iman devreye giriyor. Kur’an-ı Kerimde müminlerin özelliklerinden birisi olarak şöyle ifade edilmektedir: “ Onlar gayba (görmediklerine) iman ederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar” (Bakara Suresi: 3. Ayet). Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin Teorisi’ni savunmalarının tek sebebi, bu teorinin bir yaratıcının varlığını reddetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle ister ateist olsun, ister Allah’a inanan olsun, kimse inancından ve felsefi düşüncesinden dolayı kınanmamalı ve hor görülmemelidir. Burada artık bilimsellikten ziyade işin içerisine inanç girmektedir. Demokratik ve laik bir ülkede kişilerin inanç konusunda tercihine saygı duyulmalıdır.
- Feminizm
Kadın Hakları Bildirgesi 1791’de yayınlanmıştır. Fransız yazar Olympe de Gouges, bu bildirgeyi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne tepki olarak hazırlamıştı. Çünkü Fransız Devrimi sürecinde hazırlanan ilk bildirge sadece “reşit vatandaşlar” için geçerliydi, yani “erkekler” için… Temelinde kadınların ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğunu savunan, cinsiyet ayrımcılığına düşman bir dünya görüşüdür. Kadınlar ve erkekler dünyanın genelinde eşit haklara sahip olmadıkları için de kadın haklarının korunmasına yönelik çalışmaları kapsar. Feminizm kadınların üstünlüğünü değil; erkeklerle eşit olduğunu savunur. Yani cinsiyet üzerinden yapılan ayrıma karşı çıkan bir insan hakları mücadelesidir.
Sonraları Feminizm içerisinde değişik gelişmeler ve ilk ortaya çıktığı görüşlerden kaymalar olmuştur. “Çekirdek” feminist geleneği, yani liberal, sosyalist/Markist ve radikal feminizme ilaveten post-modern feminizm, psikoanalitik feminizm, siyahi feminizm, lezbiyen feminizm vs. eklenmiştir. Bu durum bazı kimselerin feminist hareketten ayrılmalarına sebep olmuştur.
Özellikle lezbiyen feminizmin ideolojisinde tüm kadınların enerjilerinin tamamını sadece kadınlar üzerinde harcamak vardır. Kadın hareketlerine destek verilmeli, sadece kadınlara sevgi duyulmalı, sadece kadınlarla cinsel ilişkiye girilmelidir bu ideolojiye göre. Bu yüzden heteroseksüel kadınları sürekli eleştirir, onları “düşmanla yatmak”la suçlarlar. Lezbiyen feministler erkeklerle cinsel ilişki kurmaya devam etmenin kadını her yönden kısıtladığına inanırlar. Evlilik kurumu yüzünden kadının özgürlüğünün kısıtlandığını, kariyerini tam gün bebek bakımına feda etmek zorunda bıraktığını ve ev kadınlarını ekonomik yönden erkeğe bağımlı kıldığını iddia ederler.
Bu aşamadaki feminizm artık toplumda en önemli olan aile kurumunu parçalama aşamasına gelmiş, toplumun diğer yarısı olan erkeği düşman olarak algılar hale gelmiştir. Bu nedenle eskiden kadın haklarına destek veren belli orandaki erkek cinsiyetinin de desteğini çekmesine ve uzak durmasına sebep olmuştur. Toplumsak barış ve huzur için yola çıkan feminizmin bir kolu artık toplumsal barış ve huzura tehdit oluşturacak seviyeye gelmiştir.
Türk toplumu olarak, İslam öncesi ve sonrası olarak kadına büyük değerler vermiş bir milletiz. Aile kurumunun kutsallığına ve bu kutsal kurumda en çok emeği geçen kadınlarımız olduğunu kabul etmiş bir milletiz. “Evi dişi kuş yapar” deyimi bu gerçeği dile getirmektedir. 300 yıldan fazla tarih sahnesinde 1000 yıldır Anadolu topraklarında varsak bunun en büyük sebebi aile kurumumuzun sağlam olması karşılıklı saygı sevgi ve muhabbete dayanmasıdır. Bizi yıllardır yıkamayan, Anadolu topraklarından söküp Orta Asya steplerine geri gönderemeyen güçler, çeşitli izmler ile milli birlik ve bütünlüğümüzü, Feminizm ile de kendi ülkelerinde görülen aile kurumunun çöküşünü bizim ülkemize ihraç etmeye çalışmaktadırlar. Ama bizim toplumumuzda gerekli sosyo-kültürel altyapıyı bulamayacakları için başarılı olamayacaklardır.
Örnek olarak; Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 5 Aralık 1934 tarihinde Türk Kadınına “Seçme ve Seçilme Hakkı” tanımıştır. Bu hakkın tanınması için toplumuzdaki kadınlardan şiddetli bir mücadele ve talep gelmemiştir. Aynı şekilde bu hakkın kadınlara verilmesini engellemek için erkeklerden de engelleyici bir hareket gelmemiştir. 5 Aralık 1934 günü dünyada kadınların yasal olarak milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu ülke sayısı 28, bu hakkın kullanıldığı ülke sayısı ise sadece 17 idi.
5 Aralık 1934’de Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, o dönemde Avrupa’daki bazı gelişmiş ülkelerde bile kadınların bu hakkı bulunmuyordu. Seçme ve seçilme hakkına; Fransa’da kadınlar 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan’da 1952, Belçika’da 1960 ve İsviçre’de 1971 yılında kavuştular. Bu örnek bile ülkemizdeki kadınlar ve erkeler arasındaki uyumu ve aile kurumumuzun birlik ve beraberliğini göstermeye yeter. Ne yazık ki manevi ve kültürel değerlerimizde yıpranmalar arttıkça bizde de batı toplumlarında görülen toplumsal huzursuzluklar görülmeye başlamaktadır. Bu nedenle değerler eğitimine önem verip, toplumumuzu ayakta tutacak milli ve manevi değerlerimiz yeni kuşaklara aktarılmalıdır.
- Sonuç
Bugün İnsan Hakları olarak dile getirilen insani değerler yalnız Batı’nın değil tüm insanlığın ortak medeniyet tarihinin ortaya çıkardığı ortak değerlerdir. Bazı devletlerin veya kesimlerin kendi politik çıkarları için bu değerleri kullanmış olmaları bu değerleri gözümüzden düşürmemelidir.
Türkiye, tarihi ve kültürel temelinde yatan ilkelere bağlı kaldıkça ve onları içinde bulunduğu çağın ihtiyaçlarına göre geliştirdikçe, İnsan hakları, kadın hakları ve demokrasi konusunda örnek olarak gösterilen bir konuma gelecektir. Herkes bu inancı paylaştığı zaman, aksaklıklar çok kısa bir süre içerisinde elbirliği ve hoşgörü içerisinde giderilebilir.
Kapitalist Batı medeniyet, ucuz iş gücü temin edeceğiz diye kadınları yuvalarından çıkarmıştır. Kadını her türlü ürün pazarlanan ve pazarlayıcı bir nesne haline getirmiştir. Kadınların bu şekilde bir nesne olarak ekonominin çarkları içine dâhil edilmesi, kadınların yaratılışında kadınlara mahsus birçok güzel huy, ahlaki ve ailevi değerlerin kaybolmasına neden olmuştur. Bu durum Avrupa ülkelerinde aile ve sosyal değerlerin yıpranmasına ve kısmen de yok olmasına neden olmuştur. Avrupa’nın günümüz medeniyetinin temsilcisi görünmesi, onların taklit edilmesine neden olmaktadır. Bu durum ülkemiz de dâhil olmak üzere birçok devlet ve milletler üzerinde tahrip edici etkisini göstererek tüm insanlığa zarar verir hale gelmiştir. Tıpkı Fransız ihtilali ile ortaya çıkan “milliyetçilik akımı”nın tüm imparatorlukların parçalanmasına sebep olması gibi.
Halbuki aile hayatı, kadın ve erkek arasında karşılıklı hürmet ve muhabbetle devam eder. Eşlerden birisinin diğerini düşman olarak görmesi ile devam etmez, parçalanır, boşanmalar çoğalar. Aile ortamında yetişmeyen nesillerde de değişik sorunlar ortaya çıkar, topluma zararlı bir hale gelirler. Sonuç olarak Bediüzzaman’ın dediği gibi; “Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli”
Dr. Ali KUYAKSİL
Öğretim Üyesi