28 ŞUBAT DÖNEMİNDE CUMHURBAŞKANLIĞINCA HAZIRLANAN SOSYAL MUTABAK RAPORU: ILIMLI İSLAM (ı)
SOSYAL MUTABAKAT RAPORU ÜZERİNE TESBİTLER
Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Devletin yeni bir İslam ortaya koymak için faaliyetler gösterdiğini herkes biliyor. O günlerde bir dostum, Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulunca yürütülen bu projeyi bana da gönderdi ve benden görüşümü sordu. Ben o gün verdiğim cevapları aynen ve harfiyen yayınlamak istiyorum. Ama raporu yayınlamayacağım. Meraklı araştırmacılar, raporun aslını bularak mukayese edebilirler.
I- RAPOR İYİ NİYETLE Mİ HAZIRLANMIŞ? (I. VE II. BÖLÜMLER)
Türkiye’de din ile devlet ve devleti idare edenlerle millet arasında çok ciddi bir uçurumun olduğu bir gerçek. Bu uçurumun en önemli kaynağı, insaniyet, ahlak ve dinde yaşanan çözülmelerdir. Bu çözülüş, insan şahsiyetindeki aslî değerleri dumura uğratmaktadır. Neticede dinin yol gösterici, bütünleştirici, muhabbet ve emniyeti tesis edici özelliği zaafa uğramaktadır. Sosyal bünyedeki bu değişimi, şu şekilde formüle edebiliriz: Dinî hislerdeki çözülme, cemiyet hayatında lakaytlık ve laubaliliği doğurmaktadır. Lakaydlık ve laubalilik, fikir ve hayatta sapıklığı netice vermektedir. Fikir ve hayatta sapma ise, anarşiyi doğurmakta ve sürekli beslemektedir. Bu sebeple devlet-millet meselesine çözüm ararken, teşhis isâbetli yapılmalıdır. Anarşinin kaynağının din ve ahlakta yaşanan çözülme olduğu aslâ unutulmamalıdır.
Uzun vadede en sağlıklı ve belki de tek çözüm, “ihyây-ı dinle olur bu milletin ihyâsı=Bu milletin ihyâsı dinin ihyâsıyla mümkündür” re-çetesidir. Hayatın hayatı ve hayatın esası dindir. Bu ülkede dini ihyâ etmeden, dinî hissiyâtı canlı tutmadan hayatı ihyâ etmek mümkün değildir. İşte bu rapor, bu acı yaraya parmak basmak için kaleme alınmış ve bazı istisnalar dışında 1. sayfadan 35. sayfaya kadar her akl-ı selimin kabul edeceği tesbitlere yer vermiştir.
Bu istisnalardan bazıları şunlardır:
a) En başa alınan Mustafa Kemal’e ait söz mutlaka çıkarılmalıdır. Zira onun sözlerinin doğma olmadığını beyanın yanında açıkça ve aynı hitabenin siyak ve sibakında nassın yani Kur’an ve sünnet metinlerinin reddi vardır. Aynı söz 34. sayfada da mevcuttur.
b) Aklî ilimlerin ihmali konusu güzel işlenmiş ancak biraz fazla suçlayıcı olmuş. Osmanlı eksenli olarak şunlar da zikredilebilir: Osmanlı Devleti’ni geri bırakan ve hatta yıkan sebeplerin biri devletteki ilmiye sınıfının bozulmasıdır. İlmin yerini cehâletin alması, Osmanlı Devleti’ni batırmıştır.
İlmiye sınıfının bozulmasını üç şekilde anlamak lâzımdır:
Birincisi; Tıpkı günümüzde olduğu gibi, II. Selim’den itibaren Osmanlı Devleti’nde de, ilim, makam ve unvanlar ehil olmayanların ellerine geçmeye başlamıştır. II. Selim’e kadar, Osmanlı Devleti’nde ilmin milleti ve sınırı yoktur. Kahire, Tebriz, Bağdad, Venedik veya Paris’te herhangi bir dalda uzman olan bir âlim, Osmanlı ilmiye müesseselerinde en yüksek makama namzeddir. Fahreddin Acemi’ler, Emir Sultân Buhari’leri, Herevîler ve benzeri simalar bunun misâllerini teşkil ederler. Hâlbuki II. Selim’den itibaren ilmî rütbe ve makamların, az da olsa, rüşvetle ve iltimasla elde edilmesi, ilmiye müesseselerini mahvetmiştir. III. Mehmed, “Dünyada sözü doğru ve hak tanır bir adam bulamadım” mealindeki ifadesini şöyle açıklamaktadır: “Şeyhülislâm Bostanzâde Efendi’ye iltifat eyledim; derhal bir câhil kardeşini Rumeli Kazaskeri yaptı ve yine bir cahil gence Selanik Kadılığını verdi. Sonra babamın hocası Sa’deddin de doğruluk ve hak bilirlik ümit eyledim; derhal o da bir genç oğlunu Anadolu Kazaskerliğine ve birini de Edirne Kadılığına arz edip mevâlî ve ulemâ arasında beni bednâm ve kendisini rüsvay eyledi”.
Bu ifadeler, tam doğru ve mevsûk olmasa bile, II. Selim’den itibaren beşik ülemâsı gibi tabirlerin yayılması, 1006 tarihli İlmiye Kanunnâmesinde bazı suiistimallerin zikredilmesi boşa değildir.
İkincisi; İlmiye sınıfının ikinci bozuluşu, ehliyet ile birlikte ilmin kalitesinin düşmesidir. Elimizde Fâtih Medreselerinde okutulan ders kitapları da, II. Selim’den sonra okutulan ders kitapları da bulunmaktadır. Hem muhtevâ ve hem de ihtisâs açısından aralarında dağlar kadar farklar bulunmaktadır. Tıp alanında Fâtih Medreselerinde İbn-i Sina’nın El-Kanun Fit-Tıb adlı eseri okutulurken daha sonraları bu seviye 200 sayfalık El-Hidâye (Fıkıhtaki Hidaye değil) isimli kitaba kadar düşmüştür. Kelam ve felsefede yükseliş dönemlerinde Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makasıd ve Tavâli’ Şerhi gibi dev eserler okutulurken, daha sonraları Şerh-i Akaid’lere düşülmüştür. Önceleri İbn-i Rüşd, İmam Gazali ve İbn-i Sina’yı tartışan Osmanlı âlimleri artık müsbet ilimlerin okutulup okutulmayacağını tartışmaya başlamıştır.
Üçüncüsü; Bizi dünya rahatından ve gayr-i Müslimleri de ahiret saadetinden mahrum eden bir hal de, maalesef bazı ilimden nasibi az olanların ve ehliyetsiz âlimlerin etkisiyle, İslâmiyet’in zahirî bazı nasslarıyla ilmin meseleleri arasında sanki bir tezat var olduğunun sanılmasıdır. Hâlbuki İslâmiyet bütün fenlerin efendisi, gerçek ilimlerin babası, kaynağı ve reisidir. Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve evlad pederine nasıl düşman olabilir? İmam-ı Şâfi’î’nin ve Fahruddin-i Râzi’nin eserle-rinde halledilmiş olan yerküresinin yuvarlaklığı mevzuunu, Avrupa’daki bazı yanlış inançların etkisiyle kabul etmeyen bazı hocalar çıkabilmiş ve bu yüzden İslâmiyet çok şey kaybetmiştir. Kâdîzâde ile Sivâsî arasındaki tartışmalar, bu acı sahnelerden bazılarıdır. İstanbul Rasadhânesinin yıkılması için uğraşan bazı âlimleri de bu gruba sokmak gerekmektedir.
İlmin yerini cehâletin aldığı bütün devletler yıkılmaya mahkûm olduğu gibi, Osmanlı Devleti de kendi yıkılışını bunlarla hazırlamıştır. Artık dünyada bilim adamlarının hicret ettiği bir devlet değil; medrese talebeleri arasında çok basit meselelerin tartışıldığı bir Osmanlı Medresesi söz konusudur. İlmiye mensuplarının bozulması, Osmanlı Devleti’ndeki eğitim ve yargı sistemini de doğrudan etkileme başlamıştır. Ayrıca Avrupa’daki sanayileşme ve makinalaşma da yeteri kadar bize ulaştırılamamıştır.
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz