1994 yılında, Güney Afrikalı serbest haberci ve foto muhabir Kevin Carter, zihinlerimize bir mıh gibi çakılan bir fotoğraf çekti. Fotoğraf karesinde, kilometrelerce ötedeki bir gıda dağıtım merkezine emekleyerek giderken, kızgın güneşin altında yere yığılıp kalmış, açlıktan ölmek üzere olan küçük bir çocuk ve onun ölümünü bekleyen bir akbaba vardı.
Fotoğraf tüm dünyayı sarstı. Fotoğrafı çektikten sonra oradan ayrılan Carter dahil, küçük kıza ne olduğunu kimse bilmiyor. Fotoğraf New York Times’da yayınlandı ve Carter, Pulitzer Ödülü’nü aldı. 3 ay sonra da Kevin Carter, bunalıma girerek intihar etti. İntiharından sonra bulunan günlüğünde, Carter’ın en son olarak şu cümleleri yazdığı görüldü:
“Ya Rabbi. Sana söz veriyorum; tadı ne kadar bozuk olursa olsun, ne kadar tok olursam olayım asla yiyeceklerimi israf etmeyeceğim. Bu sefaletten o küçük çocuğu çekip çıkarmanı temenni ediyorum. Dünyaya ve insanlara karşı daha hassas olmayı ve kendi bencil karakterimiz ve keyfimizin bizi körleştirmemesini senden diliyorum. Umarım çektiğim bu fotoğraf, ne kadar nasipli olduğumuzu hatırlatmakta bir vesile olur”.
İşte bu, bugünün dünyasının da bir fotoğrafı. Sudan’da gerçekleşen trajik bir olay, orasıyla hiç ilgili olmayan birisi tarafından fotoğraflanıyor ve çok kısa süre içinde tüm insanlara medya vasıtası ile ulaşıyor. Olayın yaşandığı yerden binlerce kilometre uzakta yaşayan insanlar bunu görüyor, hüzünleniyor, yardım etmeye niyet ediyor ve maalesef çoğunlukla bunu başaramıyor.
Kevin’in çektiği fotoğrafta bekleyen akbaba nihayetinde içgüdüleriyle hareket eden ve ihtiyaçları için yaşayan bir hayvandı. Oysa dünyada öyle zalim insan ve yapılar var ki, işte onlar kendi batıl inançları ve vahşi hırsları için, o Sudanlı küçük çocuğu o duruma düşürmekten zerre miktar çekinmezler. Onlar Kur’anın ifadesi ile belhumedal yani hayvandan da aşağıdırlar.
Hayat çok hızlı, olaylar sür’atle akıyor ve hepimiz bize bahşedilen bu kısa ömürlerimiz içinde o kadar çok şeyi başarmaya çalışıyoruz ki, bu sebeple çok nadiren kendimizin dışındaki dünyayı hatırımıza getiriyoruz. Kıymetli mütefekkir ve şairimiz İsmet Özel’in muhteşem ifadesi ile: “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır”. Evet, bir tarafta dünyada bize, ilgimize, yardım ve desteğimize ihtiyaç duyan insanlar var; bir tarafta da bizim şahsi hedeflerimiz, hırslarımız, arzularımız ve doymak bilmeyen egolarımız var.
Bugünün global köyünde, globalleşme çağında yaşayan insanının zihni çok karışık. Müslümanlar olarak da büyük bir atalet ve mağlubiyetler gecesinden yeni yeni uyanıyoruz. Yeryüzünde zulümlerin böylesine katmerlenip ayyuka çıktığı bir karanlık çağda yüreklerimiz, zihinlerimiz yanıp tutuşuyorken; kendimizi ve mazlumları teselli için söyleyecek çok fazla sözümüz kalmadı. Kifayetsiz kelimelerse, maalesef katledilen bebeklerin, kadınların, yaşlıların, hayatının baharına eremeyen gençlerin içine hapsolduğu zulüm kilidini açmaktan; hüzün zincirlerini kırmaktan aciz…Aciziz çünkü dünya sevgisi kalplerimize çöreklenmiş. Bu içine düşeceğimiz trajik halimizi aslında asırlar evvelinden Efendimiz şöyle haber vermiş:
Rasûlullah (s.a.v) bir gün buyurdular ki:
“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabeler şaşkınlıkla sorarlar:
“Ya Rasûlullah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz (s.a.v): “Hayır” der. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıyla taşınan çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.”
Bunun üzerine sahabilerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasûlullah?..”
O da buyurdu ki: “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu”.
İçinde bulunduğumuz bu tehlikeli akbabalar çağında, yeryüzünde adaleti tesis etmekle mükellef ve mes’ul kılınmış bir ümmetin mensubu olarak bizler, kalplerimizdeki vehn’i söküp atmadığımız sürece, daha nice akbabalar masum ve mazlum insanlara ve ümmetimize tasallut edecek. Tapmayalım dünyaya, korkmayalım ölümden. Zafer ve galibiyetin sırrı budur ancak.
İKİ DOĞU ve İKİ BATI’NIN RABBBİNE EMANET OLUNUZ…