Türkiye’nin sorunu siyasî durumalış meselesi değil; varoluşsal konumlanış meselesidir.
Mesele, siyasî değil, ontolojik.
Türkiye, yüzyıldır, yapılan siyasî yanlışlıklardan ötürü, kangrene dönüşen sorunlarla boğuşmuyor. Varlık nedenini, varoluşsal zeminini yitirmesinden ötürü sürgit içinden çıkılması zorlaşan köklü sorunlarla boğuşuyor.
SİYASET, KURUCU BİR KAYNAK DEĞİL KORUYUCU BİR BARINAKTIR
Türkiye’deki bütün farklı kesimler, -buna bütün İslâmî kesimler de dâhil- Türkiye’nin sorununu, siyasal’a, siyasî konum’a, siyasî durumalış’a indirgiyor.
Oysa –politika anlamında- siyaset, kurucu bir kaynak değildir; kurulan bir dünyanın korunması, önünün açılması sürecinde koruyucu bir vasıtadır sadece.
Siyaset araçtır, vasıtadır; amaç değildir.
Türkiye’nin henüz farkına varılamayan temel sorunu, bütün kesimlerin her meseleyi siyasal’a indirgemesi, her meseleye siyasî açıdan bakmasıdır.
O yüzden her mesele kolayca ideolojikleşiyor, yapay kamplaşmalar üretiyor.
Sonuç, ruhsuzlaşma ve yapay husûmetlerin gerçeğe dönüşmesi ve köksalması şeklinde tezahür ediyor.
Böylesine yanlış bir yönelimin normalmiş gibi görünmesine yol açan bazı önemli tarihî nedenler var.
MODERNLİK: SİYASETİN VESAYETİ VE EKONOMİZM FELÂKETİ
Modernlik, siyasal üzerinden kuruldu.
Modern dünya, din-dışı bir oluşumdu; din’i -yaşanan sorunları anlamlandıramadığı, aşamadığı anlaşıldığı ve İslâm’ın meydan okuyuşuna cevap üretebilmek için- dini / Kilise’yi haklı olarak terketti; ve siyasetin vesayeti olarak zuhur etti.
Modernlik, siyasetin vesayetiydi.
Bizim yaşadığımız varoluşsal kriz ise, vesayetin siyaseti olarak tezahür etti.
Modernlik, siyasetin vesayetiyle kuruldu Vestfalya Anlaşması’yla başlayan süreçte; sanayi devrimleriyle birlikte, siyasetin vesayeti, yerini ekonominin vesayetine, daha belirgin olarak da ekonomizme terketti.
Din-dışı, seküler bir yolculuğun iki uğrak noktası siyaset ve ekonomi olacaktı kaçınılmaz olarak.
Ve önce siyaset sonra ekonomi (teknoloji) güç olarak konumlandırıldı ve araçsallaştırıldı.
Batı uygarlığının yaşadığı ontolojik felâket burada köksaldı: Araç, özellikle de güç üreten araçlar, amaç hâline getirildi. İnsan amacını yitirdi, araçların kölesine dönüştü ve hayat mekanik, ruhsuz bir güç mücadelesi arenası olup çıktı.
ÖLÇÜMÜZ GÜÇ DEĞİL HAKİKAT OLMAZSA…
Sorunumuzun, güce sahip olamama sorunu olduğunu zannediyoruz.
İki asırdır, güce, güç üreten araçlara sahip olduğumuz zaman bütün meselelerimizi halledeceğimizi düşünüyoruz: Ne büyük gaflet!
Ölçümüz, hiç bir zaman, siyaset ya da gücü ele geçirme güdüsü olmayacak.
Ölçümüz, hakikat olacak: İnsanın iç ve dış dünyasını anlamlandıran, hayata anlam, değer, derinlik ve ruh katan hakikatin hayatımız olması ilkesi olacak.
Eğer ölçümüz, güç olursa, gücü ele geçirme güdüsü olursa, gücü de, hakikati de yitireceğimizi unutmayacağız.
Bütün bunları niçin yazdım?
İzah etmeye çalışayım kısaca…
İngilizler, hem Osmanlı’nın çökertilmesinde hem de yeni laik Türkiye’nin önünün açılmasında kilit rol oynadılar. Bir taşla iki kuş vurdular yani!
Ama Türk entelijansiyası bu yakıcı gerçeği görebilecek entellektüel ferasete, basirete ve derinliğe sahip değil, ne yazık ki!
Şunu demek istiyorum: Türkiye, medeniyet iddialarını inkâr etti. Ve yörüngesini yitirdi.
Ülkede bütün siyasî, ekonomik, kültürel güç araçları, İslâm’dan uzaklaştırıldı, sekülerleştirildi.
Bu, İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması, dolayısıyla dışardan fiilen işgal edilemeyen Türkiye’nin içerden zihnen işgal edilmesi, kalenin içerden düşürülmesi anlamına geliyordu.
Sonuçta, bu ülkenin has çocukları, güç araçlarını -kısaca- devletiyeniden ele geçirme mücadelesi verdiler. Devlet, elden gitmiş, Batılıların, -Batılıların gönüllü acentalarının- güdümüne girmişti dolaylı olarak…
Devleti, dolayısıyla gücü, (dolayısıyla güç üreten siyasî, ekonomik, kültürel araçları) ele geçirme güdüsü, bugüne kadar bu ülkenin çocuklarını güttü ve tanınamayacak şekilde sekülerleştirerek dönüştürdü.
Nihayetinde, gücü, güç üreten araçları ele geçirme güdüsü, temel ölçü hâline geldi ve hakikat diye bir meselemiz kalmadı. Güç, hakikatin önüne geçti ve teslim aldı hakikati ve bizi, hepimizi.
O yüzden bu toplumun İslâmî kesimleri, cârî sistemi, müesses nizamı dönüştürme iddialarını da, iradelerini de bir şekilde yitirdiler; sistemi dönüştürmek yerine sistem tarafından dönüştürüldüklerini bile göremediler…
Bunun sonucu, sefih bir sekülerleşme, konformistleşme, ruhsuzlaşmadır.
Oysa müslümanların bu ülkeye de, dünyaya da verecekleri en önemli, en hayatî, en vazgeçilmez hakikat, müslümanın, herkes için, her kesim için güven adası olduğu, olması gerektiğihakikatidir.
TÜRKİYE’Yİ GÜVEN ADASI YAPMAK İÇİN…
Geleceğim nokta şurası: Elbette Türkiye’nin maddî bir güce ulaşması gerekiyor/du. Ama bu, manevî gücü ıskalamasını gerektirmez.
Dünyayı, insanların kalplerini maddî ordularla değil, manevî ordularla fethedebilirsiniz.
Yeni bir dünyayı maddî güçle değil her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adaletin, hakkaniyetin hükümfermâ olacağı, herkes için güven adası sunabilecek manevî güçle inşa edebilirsiniz.
Afrin Harekâtı, Türkiye’nin önünü açacak büyük bir atılım. Toplumun bütünü bu harekatın etrafında kenetlendi.
İşte böylesi bir ortamda, siyasî farklılıkları, kamplaşmaları bir tarafa bırakıp, toplumun bütününü kucaklamamız, yeniden güven adası inşa etmemiz gerekiyor.
O yüzden suhûletle gitmemiz gerekiyor. Farklı düşünenleri, hele de bizden farklı düşünen, fikirlerine katılmadığımız İslâmî kesimleri rencide etmememiz gerekiyor.
Şunu söylüyorum: Toplumun farklı kesimlerine kucak açalım, inanın o sert söylemler ve eylemler bir anda olmasa bile zamanla tuzla buz olacak, eriyip gidecektir…
Ne yapıp edip, bu ülkeyi herkes ve herkesim için güven adası yapmak boynumuzun borcu. Bunun yolu, gücü, güç üreten araçları değil, her hâl şartta hakikati ölçü almaktan geçer.
Vesselâm.