Trump’ın, Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından ilhakını onaylama anlamına gelen Kudüs kararı, İsrail ile Filistin arasında 1993’te başlayan Oslo barış sürecinin fiilen bitişi anlamına geliyor.
İsrail‘in Doğu Kudüs’ü Filistin tarafına terk etmeme konusundaki ısrarı ve ABD Başkanı Trump’ın, Aralık 2017’de, Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından ilhakını onaylama anlamına gelen İsrail’deki ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı, İsrail ile Filistin arasında 1993’te başlayan Oslo barış sürecinin fiilen bitişi anlamına geliyor. Bu sözde “müzakere süreci” yalnızca İsrail’e yaramış, 1990’lardan bu yana, “barış/müzakere oyuncağı” ile oyalanan Filistinlilerin ise bu süreçte, sahip oldukları enerji heba olmuş, vakitleri çarçur edilmiştir.
ABD’de yaşayan tanınmış Filistinli Profesör Raşid Halidi, Trump’un bu mahut kararı sonrasında The Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazısını, şu sözlerle noktalamıştı: “Bugün, uluslararası hukuk için, Filistin için ve Ortadoğu’da barış isteyen herkes için üzücü bir gün.” Bu yazıda, Trump’ın kararının yol açtığı kargaşa ve kötümserliğe yoğunlaşmak yerine, Filistin halkının ve liderliğinin önünde bundan böyle ne tür stratejik seçeneklerin bulunduğuna ve barış sürecinin çökmüş olmasının Filistinliler açısından ne tür yeni imkânlara kapı aralayabileceği sorularına odaklanacağız.
ABD vetosu BMGK’yı işlevsizleştiriyor
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Filistin tarafı, gelecekte iki devletli çözüm hedefini İsrail’le müzakere etmeksizin uluslararası hukukun ve uluslararası örgütlerin desteğiyle hayata geçirmeye çalışacaktır. Bu hedefe katkı sağlayacak bir çaba olarak, Oslo-sonrasında Filistinliler “devlet” olarak daha fazla aktörce tanınma çabalarına hız vereceklerdir. Bugün 140 kadar devlet Filistin’i devlet olarak tanımaktadır; Filistin’in hedefi, ihtimal, ABD ile onun bazı küçük bağlaşıkları hariç, tüm devletlerin bu yönde desteğini almaktır.
Bu çerçevede, 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nın akabinde Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nce kabul edilen 242 sayılı kararın öngördüğü hedefler, muhtemelen Filistin yönetiminin bundan sonra izleyeceği strateji için ana referans çerçevesi olacaktır. Buna göre, Filistinliler, kendileri için adil ve hakkaniyetli olmaktan çok uzak maddeler içerse de, bu kararda ifade edildiği üzere, İsrail’in “son savaşta işgal ettiği topraklardan” yani Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’dan bütünüyle çekilmesi hedefine ulaşmak için, uluslararası diplomasinin bütün ince manevralarını olabildiğince incelikli ve etkin şekilde uygulamaya çalışacaktır. Bugün, Filistinliler, uluslararası toplum içinde daha fazla görünür ve etkin olma zaruretiyle karşı karşıyadırlar. Onların bundan sonraki mücadelesi, uluslararası hukukun “askeri güç kullanımı ve toprak kazanımı” konusundaki normatif çerçevesinin ve bunun yanı sıra “self-determinasyon hakkı”nın (her halkın kendi geleceğini özgürce belirlemesi) Filistin halkının yaşadığı topraklara ilişkin bütünüyle uygulanmasını talep etmeye yönelik olacaktır.
Filistin halkının güvenilir sınırlar içinde kendi devletinin çatısı altında siyasi varlığını sürdürebilmek için ortaya koyacağı mücadelede, bundan böyle, ABD vetosu nedeniyle Güvenlik Konseyi’nin işlevsizleştiği bir ortamda, BM Genel Kurulu’nu daha fazla hareketlendirmek şeklinde olabilecektir. Kuşkusuz, öncelikle ve özellikle, İslam dünyasına mensup ülkelerin Filistinlilerin özgürlük mücadelesini, başka uluslararası platformların yanı sıra, Genel Kurul içinde bayraklaştırıp, söz gelimi “barış için birleşme kararı” çerçevesinde İsrail’in Filistin halkına yönelik olarak yukarıda sözü edilen iki konuda, toprak işgaline son vermesi ve Filistin halkının self-determinasyon hakkını tanıması, yükümlülüklerini yerine getirmesi için çağrıda bulunması uygun olacaktır. İsrail’in Genel Kurul’un çağrısında kulak asmaması halinde ise, aynı organ, İsrail’in saldırgan ve hukuk-tanımaz politikalarına karşı kapsamlı ambargo uygulanmasını “tavsiye” edebilmelidir.
Oslo-sonrası izlenecek strateji ve yeni fırsatlar
“Müzakere” ya da “barış süreci” olarak bilinen ama gerçekte “Filistin davasını” İsrail’in boyunduruğu altına sokan, dahası bu mazlum halkın, ortada onca sıkıntı varken, bir de kendi içinde ikiye bölünmesine yol açan bu mahut sürecin sonuna gelinmiş olması, bazı açılardan yeni fırsat kapılarının aralanmasına da vesile olabilecektir. Bu fırsat kapıları ya da imkânlar neler olabilir?
Birincisi, Oslo-sonrası süreç, Filistin halkının kendi içindeki bölünmüşlüğüne son vererek, hem iç barış ve istikrarın hayata geçirilmesini sağlayabilir, hem de artan dayanışma ve birlikte ortak hedefe kilitlenme iştiyakı, Filistin halkının İsrail’e karşı daha güçlü bir mücadele içine girmesini sağlayabilir.
İkincisi, geçmişte, “barış süreci” adı verilen kaypak zeminde, kimi Filistinli yetkililerin İsrail’le gizli pazarlıklar yaparak Filistin içindeki “hasım” addettikleri güçlere karşı ellerini güçlendirmeyi içlerine sindirebildikleri bilinmektedir. Bugün, bu türden tavizkâr ve gizli saklı pazarlıklar, daha düşük bir ihtimal gibi görünmektedir.
Üçüncüsü, İsrail’in Filistin’le barış konusunda hiçbir zaman samimi olmadığı, barış sürecinin aslında bir tür oyalama ve İsrail oldubittilerini dikkatlerden kaçırma stratejisi olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Gerçekten de, müzakere süreci yalnızca İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında yasa dışı yerleşimlerinin pıtrak gibi yayılmasını maskeleyen bir diplomatik koruma işlevi görmekteydi. Bu demektir ki, dünyadaki mevcut devletlerin ve önemli ağırlığı olan bölgesel ya da küresel örgütlerin ezici çoğunluğunun, Oslo-sonrasında eldeki tek makul seçeneğin, 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması olduğu noktasına gelmesi ihtimal dâhilindedir.
Dördüncüsü, ABD’nin artık İsrail ile Filistin arasında arabulucu olarak arz-ı endam etmesi mümkün ve muhtemel olmaktan çıkmıştır. Geçmişte, ABD’nin “tarafsız” bir aracı olmaktan ziyade, İsrail’in baş destekçisi olduğu gerçeğini anlamamakta ısrar etmiş olanlar, bugün gelinen noktada, ABD’nin “sorunun bir parçası” olduğu hakikatinin ayırdına varmış bulunuyor. Avrupa ülkeleri ve hatta ABD’nin değişmez “ortağı” İngiltere (resmi adı, Birleşik Krallık) bile, bu son süreçte yolunu Trump’tan ayırmakta beis görmedi. Bundan böyle, soruna müdahil olması beklenebilecek aktörler, sözgelimi, Yükselen Güçler’in bazıları, ABD’ye kıyasla Filistin tarafına yönelik olarak muhtemelen daha hakkaniyetli bir tutum içine gireceklerdir. Belki şu iddiayı ileri sürmek bile mümkündür: Değişen küresel dengelerin sahneye çıkardığı Batı-dışı yeni güç odaklarının, önümüzdeki yıllarda, küresel sistemin geleceğine ilişkin ya da bölgesel krizler karşısında ne ölçüde “oyun kurucu” olarak davranabilme istidadı gösterebilecekleri, biraz da Filistin sorunu konusunda izleyecekleri tutuma bakılarak anlaşılacaktır.
Beşincisi, Oslo’nun çöküşü, Mahmud Abbas’ın (hukuken değil fiilen sürmekte olan) Filistin Devlet Başkanı statüsünü daha da tartışmalı hale getirdi. Bilindiği gibi, Abbas hem müzakere sürecinde kendisini Filistin halkı adına görüşebilecek tek otorite olarak lanse etmekteydi, hem de bu sürecin bir zaman sonra Filistin devletinin doğumunu muştulayacağını ileri sürmekteydi. O nedenle, Filistin tarafında, bundan böyle, İsrail’le (hakkaniyetten uzak bir diplomatik zeminde yapılan) müzakere sürecine kuşkuyla yaklaşan siyasi çevrelerin daha fazla öne çıkacağını öngörmek mümkündür.
Son olarak, Filistin tarafının, bir zaman sonra, uluslararası platformları İsrail’e karşı daha etkin kullanma stratejisi çerçevesinde, İsrailli yetkilileri Filistin halkına karşı, başta Gazze’de, işledikleri/işlemekte oldukları insanlık suçları ile savaş suçları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevk etmesi ihtimal dâhilindedir. Abbas yönetimi ABD baskısı nedeniyle böyle bir girişimde bulunmaktan geri durmuştu. Yeni liderliğin Filistin’in özgürlük mücadelesine daha büyük bir dirayetle önderlik etmesi güçlü bir olasılıktır.
Filistin’in “devletliği” BM tarafından tescil edildi
Unutmamak gerekir ki, Filistin, 2012 yılında BM’ye, ABD’nin karşı çıkması nedeniyle “üye devlet” olarak değilse de, “gözlemci devlet” olarak kabul edilmiştir. Başka bir deyişle, Filistin’in “devletliği” BM tarafından tescil edilmiştir. Bundan sonraki süreçte, Filistin halkının haklı mücadelesini destekleyenlerin hedefi, onlara ait olduğu uluslararası hukuk ve kurumlarca zaten tescil edilmiş olan ülkenin/toprakların fiilî olarak da Filistin devletine bırakılmasını sağlamaktır.
Bu yeni dönemde, İsrail-Filistin müzakere sürecinde uzun bir süredir ABD’nin gölgesinde kalan ve çoğu zaman bu ülkenin “ricasıyla” kendilerinden “para musluğu” olarak yararlanılan Avrupalı aktörlerin, bu meseleye daha fazla odaklanması muhtemeldir. Bu, aynı zamanda, onların ilkesel bir duruş sergilemeleri şartıyla, Filistinliler açısından istenen bir durumdur. Bugün, Filistinlilerin öncelikli kısa-vadeli hedeflerinden birisi, kendilerini henüz “devlet” olarak tanımayan Avrupalı devletlerin, bu yönde adım atmalarını sağlamaktır.
Bugün gelinen noktada, Filistin açısından “eski model liderliğin” ve “eski model diplomasinin” işlevsizleştiği bir sürece girmiş bulunuyoruz. Filistin halkının bu önümüzdeki süreçte yeni bir liderlik, yeni stratejiler, yeni diplomatik hamleler ve yeni yol arkadaşları ile uzun soluklu yolculuğuna devam etmesi beklenebilir. İşgalci ve ırkçı İsrail devletine karşı bu mazlum ve izzetli halkın bundan böyle hem direniş meşalesini her daim yakmaya devam etmesi, hem de uluslararası arenada iyi planlanmış, uzun soluklu stratejilerle, işgal ve gasp yoluyla toprakları elinden alınmış bir devlet gibi davranarak, uluslararası toplumun işgal altındaki Filistin topraklarının iadesi için elini taşın altına sokmasını sağlaması büyük önem taşımaktadır.
[İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr. Berdal Aral aynı zamanda Medeniyet Üniversitesi Uluslararası Kudüs ve Filistin Araştırmaları Birimi Başkanıdır]