DEVLETİ YIKAN SEBEPLERDEN BİRİSİ: İLİM ADAMLARININ BOZULMASI
Osmanlı Devleti’ni geri bırakan ve hatta yıkan sebeplerin biri de devletteki ilmiye sınıfının bozulmasıdır. İlmin yerini cehâletin alması, Osmanlı Devleti’ni batırmıştır. İlmiye sınıfının bozulmasını üç şekilde anlamak lâzımdır:
Birincisi; Tıpkı günümüzde olduğu gibi, II. Selim’den itibaren Osmanlı Devleti’nde de, ilim makam ve ünvanları ehil olmayanların ellerine geçmeye başlamıştır. II. Selim’e kadar, Osmanlı Devleti’nde ilmin milleti ve sınırı yoktur. Kahire, Tebriz, Bağdad, Venedik veya Paris’te herhangi bir dalda uzman olan bir âlim, Osmanlı ilmiye müesseselerinde en yüksek makama namzeddir. Fahreddin Acemi’ler, Emir Sultân Buhari’leri, Herevîler ve benzeri simalar bunun misâllerini teşkil ederler. Halbuki II. Selim’den itibaren ilmî rütbe ve makamların, az da olsa, rüşvetle ve iltimasla elde edilmesi, ilmiye müesseselerini mahvetmiştir. III. Mehmed, “Dünyada sözü doğru ve hak tanır bir adam bulamadım” mea-lindeki ifadesini şöyle açıklamaktadır: “Şeyhülislâm Bostan-zâde Efendi’ye iltifat eyledim; derhal bir câhil kardeşini Rumeli Kazaskeri yaptı ve yine bir cahil gence Selanik Kadılığını verdi. Sonra babamın hocası Sa’deddin’de doğruluk ve hak bilirlik ümit eyledim; derhal o da bir genç oğlunu Anadolu Kazaskerliğine ve birini de Edirne Kadılığına arz edip mevâlî ve ulemâ arasında beni bednâm ve kendisini rüsvay eyledi”. Bu ifadeler, tam doğru ve mevsûk olmasa bile, II. Selim’den itibaren beşik ülemâsı gibi tabirlerin yayılması, 1006 tarihli İlmiye Kanunnâmesinde bazı suiistimallerin zikredilmesi boşa değildir.
İkincisi; İlmiye sınıfının ikinci bozuluşu, ehliyet ile birlikte ilmin kalitesinin düşmesi-dir. Elimizde Fâtih Medreselerinde okutulan ders kitapları da, II. Selim’den sonra okutu-lan ders kitapları da bulunmaktadır. Hem muhtevâ ve hem de ihtisâs açısından aralarında dağlar kadar farklar bulunmaktadır. Tıp alanında Fâtih Medreselerinde İbn-i Sina’nın El-Kanun Fit-Tıb adlı eseri okutulurken daha sonraları bu seviye 200 sayfalık El-Hidâye (Fıkıhtaki Hidaye değil) isimli kitaba kadar düşmüştür; kelam ve felsefede yükseliş dö-nemlerinde Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makasıd ve Tavâli’ Şerhi gibi dev eserler okutulurken, daha sonraları Şerh-i Akaid’lere düşülmüştür. Önceleri İbn-i Rüşd, İmam Gazali ve İbn-i Sina’yı tartışan Osmanlı âlimleri artık müsbet ilimlerin okutulup okutulmayacağını tartış-maya başlamıştır.
Üçüncüsü; Bizi dünya rahatından ve gayr-i müslimleri de ahiret saadetinden mah-rum eden bir hal de, maalesef bazı ilimden nasibi az olanların ve ehliyetsiz âlimlerin etkisiyle, İslâmiyetin zahirî bazı nasslarıyla ilmin meseleleri arasında sanki bir tezat var olduğunun sanılmasıdır. Halbuki İslâmiyet bütün fenlerin efendisi, gerçek ilimlerin babası, kaynağı ve reisidir. Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve evlad pederine nasıl düşman olabilir? İmam-ı Şâfi’î’nin ve Fahruddin-i Râzi’nin eserlerinde halledilmiş olan yerküresinin yuvarlaklığı mevzuunu, Avrupa’daki bazı yanlış inançların etkisiyle kabul etmeyen bazı hocalar çıkabilmiş ve bu yüzden İslâmiyet çok şey kaybetmiştir. Kâdî-zâde ile Sivâsî arasındaki tartışmalar, bu acı sahnelerden bazılarıdır. İstanbul Rasadhânesinin yıkılması için uğraşan bazı âlimleri de bu gruba sokmak gerekmektedir.
İlmin yerini cehâletin aldığı bütün devletler yıkılmaya mahkûm olduğu gibi, Osmanlı Devleti de kendi yıkılışını bunlarla hazırlamıştır. Artık dünyada bilim adamlarının hicret ettiği bir devlet değil; medrese talebeleri arasında çok basit meselelerin tartışıldığı bir Osmanlı Medresesi söz konusudur. İlmiye mensuplarının bozulması, Osmanlı Devleti’ndeki eğitim ve yargı sistemini de doğrudan etkileme başlamıştır. Ayrıca Avrupa’daki sanayi-leşme ve makinalaşma da yeteri kadar bize ulaştırılamamıştır.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz