İnsan vatanını, bayrağını, memleketini ve köyünü sever. Anne ve babasını sevdiği gibi, nesebini de akrabalarını da sever, onların meziyetleriyle iftihar eder.
Başka kavim ve milletleri hakir görmemek şartıyla, kişinin kendi kavmini, kabilesini ve akrabalarını sevmesi fıtridir ve gayet doğaldır. Bizler ecdadımızı İslamiyet’e ve insanlığa yapmış oldukları hizmetlerinden dolayı seviyor, ulvi meziyetleriyle iftihar ediyoruz. Zira şanlı ecdadımız, altı asırdan fazla İslam’ın ve Kuran’ın bayraktarlığını yapmış, milliyetlerini İslamiyet’e siper etmiş ve adaletleriyle tarihe damga vurmuşlardır.
Hamiyetperver bir Müslüman himmetini ve muhabbetini sadece kendi ırkına hasretmez; bütün din kardeşlerinin derdi ile dertlenir, elinden geldiği kadar onlara maddi ve manevi yardımda bulunur.
İslâm Kavmi Değil, Kavmiyetçiliği Reddeder.
İnsanın kendi ırkını sevmesi başka, ırkçılık yapması başkadır. Irkçılık, kendi ırkına körü körüne bağlanmak, diğer ırklardan üstün saymak, kendi ırkından olmayanları hakir görmektir.
Irkçılık; kin, haset, adavet gibi kötü hasletleri hâkim kılar, devletleri zaafa düşürür, hatta yıkar.
Hitler’in; “Üstün ırk nazariyesi” safsatası, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına ve milyonlarca insanın katledilmesine sebep olmuştur.
İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi korkunç bir terör estirmiş, binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur.
Amerika’da beyazların Zencilere baskıları asırlarca devam etmiş, hala da devam etmektedir.
Siyonistler ve emperyalistler ırkçılık silahını Müslümanları birbirine düşürmekte çok iyi kullanmışlar, ne yazık ki başarılı da olmuşlardır.
Üstünlük Irkta Değil, Takvadadır
Mekke’nin fethedildiği gün Resul-i Ekrem Efendimizin (sav.) emri üzerine Bilal-i Habeşi Hazretleri Kâbe’nin üzerine çıkarak Ezan okumuştu. Bazı müşrikler: “Muhammed şu karakargadan başka birisini bulamadı mı?” diyerek onu tahkir etmişlerdi. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah indinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurat Suresi, 49/13)
Bu ayet, insanların çeşitli kabilelere ayrılmalarının hikmetini, “birbiriyle tanışmak” ve “yardımlaşmak” olarak ifade etmekte, Allah indinde üstünlüğün, kavim ve kabileyle değil, ancak takva ile olduğunu beyan buyurmaktadır.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) şöyle buyururlar: “Muhakkak Cenab-ı Hak, İslâm ile cehalet gururunu götürdü. Aba ile ecdat ile de iftihar etme âdetini yasak etti. Zira insanlar, Hz. Âdem’dendir. Âdem ise topraktandır. İnd-î İlâhîde en kerimleriniz ziyade muttaki olanlarınızdır.”
İnsanların bir ırka mensup olmaları Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve iradesiyle ile olmuştur. Yüce Allah bütün insanları bir babadan ve bir anadan yaratmıştır. İnsanların birbirine üstünlüğü iman, marifet, fazilet ve takva gibi güzel hasletlerden dolayıdır. Bu ulvi hasletler soya bağlı değildir. Ulvî hakikatlerden mahrum olan kişilerin ecdatlarının faziletleriyle iftihar etmeleri manasızdır.
Hz. Nuh (a.s.) gibi bir peygamberden iman etmeyen bir evladın olması bu hakikatin açık bir delilidir. Ulvi hasletler irsî değildir, babadan evladına geçmez. Bunun içindir ki Hz. Âdem’in (a.s.) bir oğlu salih, diğeri ise katil olmuştur.
Resul-i Kibriya Efendimiz (sav.), kumandan ve amir tayininde ve vazife dağılımında, liyakat ve kabiliyeti esas alırdı. Habibi-i Edip Efendimiz (sav.) ordunun başına azatlı köle Üsame’yi kumandan tayin etmiş, Hz. Bilal’e özel bir değer vermiş, İranlı olan Selman-ı Farisi’ye: “Benim ehlimdendir” diye iltifatta bulunmuştur.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.), müminlerin birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü menfi hareketi, uhuvvet ve ittihadın en büyük düşmanı olan ırkçılığı şiddetle yasaklamıştır.
Allah Resulü (sav.) şöyle buyurur: “Kavmiyet davasına çağıran, bizden değildir. Kavmiyet uğruna savaşan da bizden değildir. Keza kavmiyet davası üzerine ölen de bizden değildir. Kim kavmiyetçilik davası güderse, Cehennem’de iki dizi üzerine çökecek olanlardır.”
Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa da, namaz kılsa da mı?”
“Evet! Oruç tutsa da, namaz kılsa da” buyurdu.
Bir defasında Selman-ı Farisi, Suheyb-i Rumi ve Bilal-i Habeşî’nin bulunduğu bir topluluğa, Kays bin Mutatiye isminde birisi gelir ve şöyle der: “Bunlar Resulullah’a (sav.) yardımcı olan Evs ve Hazreçliler, (Selman, Süheyb ve Bilal’i göstererek) ya bunlar da kim?!..”
Bunun üzerine Hz. Muaz (r.a.) hemen ayağa kalkar onu boynundan tutup Resul-i Ekrem Efendimizin (sav.) huzuruna götürür ve söylediklerini aktarır. Allah Resulü (sav.) kalkar ve camiye gider. Namaz için ezan okunup, cemaat toplanınca Resulullah Efendimiz (sav.) şöyle buyurur: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız Âdem birdir. Dininiz birdir. Dikkat edin, Araplık sizin için annelik ve babalık değildir. O sadece bir lisandır. Kim Arapça konuşursa o Arap’tır.”
Habib-i Kibriya Efendimizin (sav.), ırkçılığa karşı göstermiş olduğu hassasiyet, sahabe efendilerimizde de en güzel bir şekilde tezahür etmiştir.
Bir gün Ebu Zer Hazretleri (ra), Resulullah Efendimizin (sav.) huzurunda Bilal-i Habeşi ile konuşurken, bir anlık gafletle: “Siyahın oğlu!” diye hitap etti.
Ebu Zer (ra) sözünü bitirir bitirmez Habib-i Edip Efendimiz (sav.): “Ebu Zer, kap taştı (ölçüyü kaçırdın). Beyazın oğlunun siyahın oğlu üzerine bir üstünlüğü mü var? İnsanlar arasındaki üstünlük, ancak takva ve amel-i salih iledir. Fazilet, renk ile değil, salih amel iledir,” buyurdular.
Bunun üzerine Hz. Ebu Zer (r.a.), hatasını anladı ve yüzünün bir tarafını yere koyarak, Hz. Bilal’e şöyle hitap etti: “Kalk ve ayağını yanağımın üzerine bas! Sen ayağını basmazsan, ben yüzümü kıyamete kadar yerden kaldırmam.”
Babanın oğlundan, ananın evladından kaçacağı o dehşetli hesap gününde de hiçbir kimseye ırkından ve soyundan dolayı bir ayrıcalık tanınmayacaktır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “O vakit Sur’a üfürüldü mü artık aralarında ne hesap yardımlaşması vardır ve ne de birbirinin halinden sorabilirler. O zaman (kıyamette) kimin hasenatı ağır gelir ise, işte onlar zafere kavuşacaklardır.” (Mü’minûn Sûresi 23/101-102)
Bir gün Kureyşliler asaletleri ile övünmeye başladılar. Bunları dinleyen Selman-ı Farisi şöyle dedi: “Benim övünecek bir tarafım yok. Çünkü nutfeden yaratıldım, sonunda da kokmuş bir leş haline geleceğim. Sonra da kıyamet günü terazi başına gideceğim. Sevabım ağır gelirse iyi insanım, günahım ağır gelirse kötü insanım.” (İmam Gazali, İhya-u Ulumid-din, Bedir Yayınevi, c.3,sayfa, 738)
İzzeti Nerede Arıyoruz?
Bir Müslüman, Yüce Allah’a kul olduğu, İslam gibi en son ve en mükemmel bir dine mensup olduğu, Resullullah Efendimiz gibi en son ve en üstün bir peygambere ümmet olduğu için iftihar etmeli, onlara mensubiyetten dolayı şeref duymalıdır.
Bir mümin için Rabbine hakiki kul olmaktan daha büyük bir şeref ve izzet düşünülemez. İzzet, kulun Rabbine karşı zilletindedir. Kişi ırkı ile değil, kulluğu ile şeref kazanır.
Cenab-ı Hak, Habib-i Kibriya Efendimize (sav.): “Ya Muhammed! Seni bu kadar ulvî derecelere kavuşturmuşken, bunlardan başka seni ne ile şereflendireyim?” buyurunca, Resulullah Efendimiz (sav.) “Ya Rabbi beni kulluğunla, ubudiyetinle şereflendir” diye buyurmuştur.
Habib-i Edip Efendimiz (sav.) şöyle buyurur: “Bütün insanların serdarıyım, fakat bununla iftihar etmiyorum. Kıyamet günü Livânü’l-hamdi taşıyacağım onunla da iftihar etmiyorum. O gün bütün peygamberler benim Livânü’l-hamd’imin altında toplanacaklar, ama bununla da iftihar etmiyorum. O gün herkes huzur-u ilâhiye giderken onların imamı ve rehberi olacağım. Herkes umutsuz ve çaresiz beklerken onlara müjdeyi ben vereceğim. Fakat bununla da iftihar etmiyorum. Ben, ancak Allah’a kul olmakla iftihar ediyorum.” (Ebu Davud 4673, Müslim,2278)