Hayata gözlerini yuman Münir Özkul’un hayatına dair bilinmeyen bir hayat hikayesi…
Münir Özkul dindar bir babanın çocuğudur. İstanbul‘un Bakırköy ilçesinde çocukluğunu ve gençliğini yaşamıştır. İlkokulu Kartaltepe‘de okumuştur. Kartaltepe ilkokulunun avlusu, aynı adı taşıyan caminin bahçesine bitişiktir.
Vakit bahardır ve caminin bahçesinde çiçekler rengarenktir. Teneffüse çıkmış olan küçük Münir, etrafına bakar ve birden caminin avlusuna geçer. O çok sevdiği güzelim çiçeklere doğru koşar. Maksadı, onlardan birkaçını koparıp götürmek ve öğretmenine vermektir. Ancak bunu başaramaz. Çünkü tam da eğilip elini çiçeklere uzattığı sırada, caminin kapısı açılıverir ve orada korkunç bir heyula belirir. Adam avazının çıktığı kadar bağırmakta ve Münir‘in gözüne insan dışı bir yaratık gibi görünmektedir. Bu korkunç ses, kısa boylu, göbekli ve özellikle de sakallı birine aittir. Münir bir anda fark ettiği bu korkunç görüntü yüzünden, çiçeği unutur, adeta can korkusuna düşer ve kendisini okulun avlusuna zor atar.
Nefes nefesedir. Kan ter içinde kalmıştır. Artık aklına ne ders girer, ne de başka bir şey… Varsa yoksa o müthiş heyula ve onun avazı çıktığınca ortalığa saldığı bağırtısı:
– Ne yapıyorsun ulan orada! Şimdi gelirsem, koparırım kulaklarını!
“Başka ne dedi? Ona doğru kaç adım attı?” Bunları düşünmeye çalışması da nafiledir. Çünkü korku ve heyecanı, ayrıntıları perdelemektedir.
O günden sonra, bir daha cami tarafına dönüp bakmaz bile… Hele de cami bahçesinde gördüğü sakallı tiplere rastladığında, bütün benliğini derin bir korku ve öfke kaplar.
Aradan yıllar geçti ama Münir Bey‘in camiye ve dindar insanlara kırgınlığı, kızgınlığı, küskünlüğü geçmedi. Kendi dünyasından, dini ve inancı büsbütün uzaklaştırdı. Oysaki dindar bir insan olan babası, vefatından kısa bir süre önce, onu yanına çağırmış ve demişti ki: “Oğlum, sana inanç, ibadet konusunda faydalı olamadım. Ancak, bunları unutmayasın ve bir gün mutlaka içten hatırlayasın diye, sana bir soyadı bırakıyorum. Baban olarak, senden tek isteğimi, bu soyadı ile açıklıyorum. Ben senin kul, hem de öz kul olmanı istiyorum. Kul olmayı hayatının gayesi bilmeni arzuluyorum. Bu sebeple, soyadı kanunu çıkınca, Özkul‘u seçtim. Özden kul olalım diye. Evladım, senden başka bir isteğim yoktur. Kul olduğunu unutma yeter. O zaman sana babalık hakkımı helâl ederim.”
Ancak dindar babanın bu vasiyeti uzun yıllar ciddiye alınmadı, hatta çağdışı bulundu ve sonra da unutuldu. Üstelik yaşanan olumsuzluklar sonucu, tam tersine gelişmeler de yaşandı. Önce tiyatro, sonra da sinema oyuncusu olarak, yıllar yılı inanç ve ibadet hayatına ilgisiz kaldı.
Ben onu tanıdığım zaman, altmış yaşını geçmişti ve “Galiba babam haklıymış” diyordu. Niçin bu kadar geç? Acaba belli bir sebebi var mıydı? Merakımı yenemedim. Çocuksu ve temiz bir ruh yapısında gördüğüm Münir Bey‘e dedim ki, “Bu temiz yapınızla, daha önceleri inanca, ibadete hiç yönelmediniz mi?”
“Yönelmez olur muyum?” dedi. Gençlik yıllarımda, içimdeki inanma arzusu bir defa öylesine tepti ki, engelleyemedim. O zamanki arkadaşlarımdan dindar bildiğim Uğur Bey‘e başvurdum ve ne yapmam gerektiğini sordum. Çünkü inanma ihtiyacı beni müthiş zorluyordu. O vakit, içinde bulunduğum çevrenin seçimi ve beğenisi istikametinde, her ne kadar inançsız takılıyorsam da, kendimi tutamadım.
Uğur, çok takdir ettiğim namazlı bir arkadaşımdı. Bana yardımcı olmasını istedim. Ancak o, istediğim yardım için beni bir başkasına götürmeyi teklif etti. “Sümbül Efendi Camii‘nin çok muhterem bir hocası vardır. Umarım sen de onu çok seversin. Dinimizi çok iyi bilen bir insandır. Seni ona götüreyim” dedi. Bu teklifi büyük bir sevinç ve heyecanla kabul ettim. Böyle saygın bir din âlimi beni kabul ettikten sonra, ben neden görüşmek istemeyeyim?
Uğur‘la anlaştığımız gün ve saatte buluşup Nurullah Efendi‘ye gittik. Beni büyük bir sempati ve sevecenlikle karşıladı. Daha ilk anda korkularım, endişelerim yok oldu. Yanında büyük bir huzur duydum. O güzel insanın şahsında çoktan vefat etmiş babamı bulmuş gibi oldum. Nurullah Efendi‘yi o güne kadar tanımadığıma çok üzülmüştüm. Kendisine çok ısındığımı ve bundan sonra sıkça ziyaret edip istifade etmek istediğimi söyledim. Çok sevindi ve “Zaten öyle olacak. Artık hiç ayrılmayacağız. İnşallah iki cihanda da beraber olacağız, beklerim” dedi.
Hemen cuma günü Sümbül Efendi Camii‘nde buluşmaya karar verdik. Cuma vaazından önce, caminin kapısı önünde buluşmak üzere sözleşip vedalaştık. Büyük bir heyecan içindeydim. Cumayı iple çektim. Nihayet beklenen gün geldi. İçim içime sığmıyordu. Epey araştırarak ve yanlış yapmamaya çalışarak abdest aldım. Neredeyse çeyrek asır aradan sonra, ilk defa camiye girecektim. Hata yapmamak, göze batmamak, pot kırmamak için çok dikkatli olmalıydım. Ama bir tesellim de vardı. Çünkü Uğur ile buluşacak ve camiye birlikte girecektik. O bana, “Hiç merak etme. Zor bir şey yok. Üstelik ben senin yanında olacağım, yapman gereken her şeyi söyleyeceğim” demişti. Rehberim tecrübeli idi. Çünkü o, her cuma camiye giden bir arkadaştı.
Böyle karmaşık duygu ve düşünceler içinde, tabi kuşku ve korkuyu da içimde taşıyarak camiye geldim. Anlaştığımız saatten biraz erken gelmiştim. O tarihî dekor içindeki avluda biraz bekledim. Neredeyse her dakika saatime göz atıyordum. İnsanlar camiyi doldurmaya başlamışlardı. İçeriden vaaz sesi de gelmeye başlamıştı. Ancak ben dışarıda beklemeyi sürdürüyordum. Çünkü bana kılavuzluk yapacak arkadaşım henüz gelmemişti. Bir ara, girip içeride beklesem, hem de konuşmayı kaçırmasam diye düşündüm ama buna cesaret edemedim. Çünkü cemaatten bazıları, bana tuhaf bakıyorlardı. Cami kapısının kenarında tedirgin durmam, kılık kıyafetim, tipim, belki de o cemaatten hiç kimsede görünmeyen saç biçimim ve uzun favorilerim dikkati çekmişti. Birilerinin dikkatimi çeken tarafımı tam da bilmiyordum ama onlardan hiçbirine benzemediğim kesindi. İster istemez, bana şöyle bir göz atıp camiye giriyorlardı. Bazıları, hafif bir tebessümle beni selamlıyor, bazıları da başlarını eğerek sessiz bir sempati gösteriyorlardı.
Zaman epeyce geçmiş ve ben de kapıda iyiden iyiye sıkılmıştım. Üstelik dinlemeyi çok istediğim konuşmadan da mahrum kalıyordum. Kapıdan şöyle bir göz attım. Cami epeyce dolmuştu. Belki bana namaz kılacak yer de kalmayacaktı. Camiye girip, arkadaşımı içeride bekleyeyim dedim. Bu benim için zor bir karardı. Kapıdaki meşin örtüyü kaldırıp camiye ilk adımı attığımda, heyecanım bayağı artmıştı. Kendime oturacak bir yer arayarak, safları aşmaya başladım. Ancak fazla önlerde de olmayı istemiyordum. Hem Uğur‘un beni görmesi hem de sanki ön safların daha bir dikkat istediğini hissetmiş olmam, beni biraz arkalarda tuttu. Caminin ortasına yakın bir yerde oturdum. Ancak etrafımdaki insanların oturmasına benzemedi benimkisi. O an diz çöküp oturmanın ne kadar zor iş olduğunu anlamıştım. Ancak nasıl oturacağımı da bilemiyordum. Benim sürekli durum değiştirmem yanımdakileri rahatsız etmişti. Tipimi, giyimimi de hiç beğenmediklerini zaten bakışlarından anlamıştım. Sanki bana, “Senin burada ne işin var?” der gibi bakmışlardı.
İkide bir sağa sola çarparak oturuşumu değiştirmeye başlayınca, bakışlar daha da kızgınlaştı. Benim de tedirginliğim oldukça arttı. Bu arada kapının meşin örtüsü her girenle birlikte ses çıkardığı için, ben de her defasında bir ümitle arkama dönüp bakıyordum. Hoca efendinin konuşmasını bile dinleyemiyor, gözüm hep arkada kalıyordu. Her defasında, “İnşallah Uğur gelmiştir” diye dönüp ümitle kapıya bakıyordum. Uğur bir türlü gelmiyor, benim de ona kırgınlığım çoğalıyordu. Nurullah Efendi, artık ezan vakti geldi, sözlerimi bitiriyorum dediğinde Uğur kapıda göründü. Ben de içimde birikmiş bütün kırgınlık, kızgınlık, tedirginlikle birden bağırmıştım: “Uğur, gel, buradayım!”
Benim bu feryadımla, yanımdaki yaşlı adamın sabrı iyice taşmış olmalı ki, Yaradan‘a sığınıp, okkalı bir tokat aşk etti suratıma. Ben neye uğradığımı bilemedim. Birkaç saniyelik tereddütten sonra, yerimden fırladım. Cemaatin üzerinden atlayarak ve oturanlara çarparak kendimi kapıdan dışarı attım. Uğur da arkamdan geldi. Çok yalvarıp yakardı, özür diledi ama hiç tınmadım. Artık kesin kararımı vermiştim. Dindar insan sözünde durmuyordu. Namaz kılanların çoğu kaba ve katı insanlardı. Cami bana göre değildi. Çünkü orada sevgi, anlayış ve hoşgörü yoktu. Yabancı gördüklerine yardım edecek yerde tokat atıyorlardı. Hayır, asla onların arasında benim yerim olamazdı. Uğur‘u kırma pahasına sert şeyler söyledim ve camiyi arkada bıraktım. Hayatımda ikinci kere cami gerimde kalıyordu. Artık kesin kararımı vermiştim: “Camii ve cemaat bana göre değil!” Tekrar inançsız, ibadetsiz, mabetsiz ortamıma dönerken, içimdeki tek hüzün, Nurullah Efendi‘yi kaybetmekten kaynaklanıyordu. O güzel adam bana, “Biz senin gibileri çok severiz. Çünkü senin gibilerin yolu düzeltmesi, şaraptan bozma sirkeye benzer, tadına doyum olmaz” demişti. Bu sözü de beni çok sevindirmişti ama “Demek ki benim nasibim şarapta ve şarap olarak kalmakta imiş” dedim ve ondan da uzaklaştım.
İşte şimdi geldim altmış yaşıma… Ancak bu yaşta babamın sözüne gelebildim. Babam doğru söylemiş. Ancak “öz kul” olmakla mutluluk bulunurmuş… Kulluğa giden yolda da insanlara bakmamak gerekiyormuş.
Yazının tamamı için tıklayınız …
Münir Özkul: İnkara düşmeden önce tuvaletlerde abdest alırdım