İran sokaklarındaki sloganlar, Suriye savaşına akıtılan destekle ilgili hoşnutsuzlukları yansıtırken bölgede makul bir çözüme razı olmamanın İran’a kendi evinde de maliyet üretebileceğini gösteriyor.
Türkiye 2017’ye, bir DEAŞ militanı tarafından yılbaşı gecesi İstanbul’da gerçekleştirilen katliamın şokuyla girmişti. Reina saldırısıyla başlayan yeni yılda, dış politika gündeminin önemli bölümünü de terörle mücadeleyle doğrudan yahut dolaylı olarak bağlantılı görülen meseleler, coğrafyalar ve dengeler işgal etti. 2018’e ise İran’daki gösteri dalgasının muhtemel sonuçları üzerine kafa yorarak adım atıyoruz. Tüm işaretler, önümüzdeki dönemde de gündemimizin en önemli başlıkları arasında Ortadoğu’daki gelişmelerin yer alacağını gösteriyor.
Bu yüzden emareleri beliren, yakın gelecekte karşılaşabileceğimiz hadiseler üzerinde sistemli düşünmemize imkan verecek genel çerçevelerin tespitine ihtiyacımız var. Hesaba katılması gereken aktör ve dinamiklerin bolluğu sebebiyle bunu hakkıyla başarmak hiç de kolay değil. Ancak yine de, sadeleştirilmiş hatlar etrafında tartışmayı sürdürmek, bazı politikaların inşasını ve önemli aktörlere ait kimi temel hamlelerin hızlı kavranışını kolaylaştırabilir.
Bölgede dünyanın dikkatlerini üzerine çeken en son gelişmelerin, İran’daki gösterilerin hatırlattıkları, bu doğrultuda iyi bir başlangıç noktası olabilir. Tahran, 2009’da sokaklarını saran protesto dalgasından kendince çıkardığı derslerin de tesiriyle, etrafındaki gelişmelerin müdahil aktörü olma siyasetine aktardığı kaynak ve enerjiyi arttırdı. Ardından da, Suriye’de yüz binlerce sivilin hayatına mal olan, yakın tarihin en kıyıcı savaşlarından birine imzasını attı. Ortadoğu’daki halk hareketlerini bölge dışından ve içinden müdahalelerle jeopolitik hesaplara dayalı vekalet savaşlarının yakıtına dönüştüren bu kanlı süreç, zamanla coğrafyamızı sarsan depremin sosyo-ekonomik zeminiyle ilgili tartışmaları gündemden düşürdü. Savaşın yakıcılığı, dokunduğu her yeri kendi mantığının rengine bürüdü. Ancak, İran şehirlerinde işitilen sloganlar, söz konusu temel meselelerin yerli yerinde durduğunu gösteriyor. Bu manzarayı hatırda tutmadan, yalnızca vekalet savaşlarının kısa vadeli denklemleriyle düşünmek, hakikatin bütüncül çehresiyle yüzleşmemize mani oluyor. Aynı durum, sadece sosyal, ekonomik ve siyasi taleplere odaklanıp bunları yönlendirme gayreti içindeki küresel güç odaklarını ve hedeflerini ıskalayan bakış açıları bakımından da geçerli.
Ortadoğu’da ‘ikinci perde’ emareleri
Ortadoğu’nun, “doğamayan geleceğin coğrafyası” olmaktan kurtulmak için kimliklerle ilgili yıpratıcı tartışmaların yatışmasına, genç nüfusa umut verecek üreten ve adaletle paylaşan ekonomilere, istikrarlı ancak değişime açık iktidar yapılarına ihtiyacı var. Fakat, söz konusu üçgenin tamamlanması yalnızca ülkelerin iç dinamikleriyle ilgili bir mesele değil. Buna uygun bir bölgesel barış iklimi ile Ortadoğu’yu dışardan şekillendirmek isteyen stratejileri dengeleyebilecek bir güç temerküzünü ve diplomatik mahareti gerekli kılıyor. Halihazırda ise bunlardan hayli uzak bir noktadayız. İkinci perdesinin açılış emareleri beliren Büyük Ortadoğu Yangını’nın, yeni denklem ve gündemlerle 2018’e de damgasını vuracağı anlaşılıyor.
İlk perdeden avantajla çıktığı düşünülen İran ve müttefiklerinin karşısında çatışmaya niyetli yeni bir eksen inşa edildi. Suudi Arabistan ve Körfez’deki destekçileri, bir taraftan ekonomik ve sosyal reform programı, diğer yandan da İsrail’le ısıtılan ilişkiler ve yeni silah satışlarıyla bu aşama için hazırlanmaya çalışıldılar. Suud’a, Amerikan kamuoyundaki olumsuz imajını hafifletirken içerdeki dengelerin de yeni döneme hazırlanmasını temin amacıyla önerilen formül, bazı bakımlardan 18. ve 19. yüzyılın aydınlanmış monarşilerinin mantığına benziyor. Bir kısmı yurt dışında eğitim almış genç nüfusun muhtemel siyasi katılım talebi, kendi kuşaklarından veliaht prensin büyük projelerle ekonomik dönüşüm de öngören reform programı üzerinden ötelenmek isteniyor. Söz konusu girişimin kalıcı sonuçlar üretip üretmeyeceği meçhul. Ancak, mevcut konjonktürü etkileyecek bir veri olarak önümüzde duruyor.
Trump’lı Beyaz Saray’ın ulusal güvenlik belgesine de yansıyan açık desteği, Ortadoğu’da sivrilen bu iki eksen arasında çok cephede geçmesi muhtemel çatışma sürecinin ısınacağına işaret ediyor. Ancak, koalisyonla girişilen bir mücadelede “mızrak ucu” olmaktan kaçınma dürtüsü, atılan adımları ve tercih edilen taktikleri etkiliyor. İran’a karşı koalisyon, Washington’u sahadaki askeri varlığıyla doğrudan taraf olarak görmek istiyor. ABD’de etkin ve örgütlü lobilerin Ortadoğu’da yeni savaşların habercisi politikalara desteği biliniyor. Bununla birlikte, Amerikan halkının önemli çoğunluğu Irak benzeri yeni bir askeri müdahaleye girişilmesine karşı çıkıyor. ABD’nin güvenliğinin doğrudan tehdit altında olduğunu hissettirecek saldırılar yaşanmadığı müddetçe de bu tutumun değişmesi kolay değil.
İran, Ankara ile uyumlu bir siyasete yönelebilir
Mevcut dengeler çerçevesinde bakıldığında, Washington’un muhtelif coğrafyalarda İran nüfuzuna karşı dolaylı askeri ve siyasi stratejileri, örtülü operasyonları vb kapsayan bir politikayı takip etmesi beklenebilir. İran’daki gösterilerin coşkuyla alkışlanışını da bu çerçevede değerlendirmek lazım. Can kayıpları yaşanmaya başlanan protestolar, rejimi değiştirme kudretine sahip olmasalar bile, İran’ın dikkat ve gücünü dışarıdan içeriye yönelteceklerdir. İran’daki farklı etnik gruplarla bağlantılı silahlı örgütlerin süreçte boy göstermeleri ihtimali de karmaşa halini derinleştirme potansiyeline sahip. Nitekim özellikle Kürt ve Arap nüfusun yaşadığı bazı bölgelerden gelen haberler ile KDP-I, PAK ve PJAK gibi örgütlerin açıklamaları da bu ihtimali teyid ediyor.
Ancak, sünni Arap ve Kürt azınlıklıların toplam İran nüfusu içindeki paylarının düşük olduğunu not etmek gerekiyor. İran’ı temellerinden sarsacak kudrette bir etnik hareket çıkarmak için gerekli nüfus derinliğine Azerbaycan Türkleri sahip. Özellikle son on-yirmi yıllık zaman diliminde güçlü bir Türk milliyetçiliği rüzgarının Güney Azerbaycan’ı tesiri altına aldığı biliniyor. Başta Türkçe’nin eğitim süreçlerinden dışlanması olmak üzere Türk kimliği ile ilgili meselelerde taleplerini yüksek sesle dile getiren İranlı Türkler, şiddet ve terörden uzak duran siyasi tavırlarıyla dikkat çekiyorlar. Söz konusu tercihin çok sayıda gerekçesi var. Bunlar arasında,Türkiye’nin ayrılıkçı politikaları destekleyen bir siyaset gütmeyişi de yer alıyor. Ankara’nın, Kafkaslarda güçlü filizler veren Türk milliyetçiliğini Tahran’ın istikrarını etkileyecek mecralara sevketme gayretine girişmeyişi, özellikle içinden geçtiğimiz dönemin dinamikleri dikkate alındığında, bölgenin geleceğini etkileyecek bir tutum.
İran’ın içerden sarsılışı, gelip geçici bir vaziyet olmaktan çıkıp bazı bölgelerde yoğunluk kazanan bir silahlı çatışmaya doğru evrilirse, ABD liderliğindeki koalisyonun Lübnan-Suriye-Irak-Körfez ve Yemen’deki dengeleri hedefleyecek yeni hamleleri, Tahran’ın pozisyonunu zayıflatıcı sonuçlar üretebilir. Bu durumun yakından etkileyeceği ülkeler arasında Türkiye de yer alıyor. Ufkundaki tehdidi hisseden İran, özellikle Suriye ve Irak’taki genel dengeler ve PKK varlığı gibi hususlarda Ankara’yla daha uyumlu bir çizgiye yönelir mi? Bugün, İran sokaklarında atılan sloganlar, uzayan Suriye savaşına akıtılan destekle ilgili hoşnutsuzlukları da vurguluyor. Son protesto dalgası, Suriye’de Ankara’yla daha yakın işbirliği halinde makul bir çözüme razı olmamanın İran’a kendi evinde maliyet üretebileceğini gösterdi. Geçirdiği sıcak haftanın ardından İran, Suriye’deki iç çatışmaların Suud üzerinden tırmandırılması, yahut PYD/YPG ile İran destekli grupların karşı karşıya gelmesi gibi senaryolara yalnızca uzak ihtimaller olarak bakamayacağını hissetti mi? Tahran’ın bu türden sorulara vereceği olumlu cevaplar, bölgesel denklemde değişimler meydana getirebilir. Ancak, İran’ın daha önce benzer mahiyetteki beklentileri çok defa boşa çıkardığını da unutmamalıyız.
Türkiye-İran işbirliği perspektfi
Türkiye-İran işbirliğinin yakın dönemde iki ülke açısından da tatmin edici sayılabilecek sonuçlar ürettiği coğrafya, Irak oldu. Barzani referandumuna karşı gösterilen kolektif refleks, bölgeyi yeni bir çatışma sarmalına girmekten korudu. Önümüzdeki aylarda, Irak’ta seçimlere doğru gidilirken yeni bir sürecin başlayacağı da anlaşılıyor. Seçimler, Irak’taki İran nüfuzunu destekleyen unsurlarla, Irak’ın bağımsızlığını vurgulayan gruplar arasındaki yeni güç dağılımını belirleyecek. Bu kavşakta ise Türkiye’nin çıkarları, Irak merkezi hükümetini güçlendirecek tercihlerle daha çok örtüşüyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin Washington ve yeni koalisyonuyla arasındaki mesafe Suriye’de kapatılamazken, Irak’ta daralıyor. Bu çifte denklem Ankara’ya farklı eksenlerle yaşayacağı gerilimleri yönetebileceği, menfaatlerini kollayan bir diplomatik manevra alanı sunabilir.
İçinden geçtiğimiz çalkantılı atmosferde hareket kabiliyetinin esnek tutulabilmesi için gerilimlerin ve işbirliklerinin keskin saflaşmalara götürmeyen kompartımanlar halinde ele alınması gerekiyor. Bunu başarabilmek ise gittikçe zorlaşıyor ve bazı hazırlıkları icap ettiriyor. Örneğin, Türkiye’nin Irak’la gelecekteki münasebetlerinin çok aktörlü bir güzergahta ilerlemesini destekleyecek Ovacık’tan açılması tasarlanan sınır kapısı gibi projelerden vazgeçilmemesi gerekiyor. Kerkük merkezli son krizin altı çizilmesi gereken sonuçları arasında, Türkmenlerin Irak siyasetindeki profillerini yükseltişleri de yer alıyordu. ABD ve yeni koalisyonu, İran’ın baskılanması stratejisini ısrarla sürdürürlerse, Irak’ın kuzey bölgelerindeki gerilimin yeniden yükselebileceğini düşünmek mümkün. Türkiye’nin son krizden çıkardığı derslerle Türkmenleri de kuşatan çok aktörlü ittifak ağları üzerinde çalışmayı sürdürmesi, bu doğrultudaki muhtemel senaryoları hazırlıklı karşılayabilmek bakımından önem taşıyor.
Etrafımızdaki krizler, yeni krizlere kapı açan bir zincire dönüşürken öngörüyle atılabilecek sınırlı adımlar için ihtiyaç duyulan zaman ise daralıyor. 2017’den de hızlı geçebilecek bir yeni yıla böyle merhaba diyoruz.