Fesatçılar, çevremizde oluşturdukları bataklıkta milletimizin boğulması; ülkemizin de bölüşecekleri mirasa dâhil olması hesabını yapıyorlar. Bunları fark edip, gerekli tedbirleri almak devlet aklının işidir. Tarihinde pek çok badireler atlatmış, birçok kereler yok olma noktasından tekrar ayağa kalkmış, yıkılan devletlerinin yerine hemen bir yenisini kurabilmiş olan milletimizin, olan – bitenleri kavrayacak ve karşı koyacak birikime sahip olduğu şüphesizdir.
Son beş asırda, büyüklüğün, gücün, zenginliğin verdiği rehavet sebebiyle hâdiseleri yeterince değerlendirme kabiliyetinin zaafa uğradığı düşünülürse de, milletin yapısında, tehlikeler karşısında irkilme, kendini koruma insiyakının varlığı inkâr edilemez.
Her mağlubiyetten sonraki toparlanma, hayatiyetini devam ettirme, olayların önüne geçme hususunda tarih içinde görülen haller, milletimizce bu son hıyanet teşebbüslerinin de savuşturulacağı ve başa çıkılacağının göstergesidir.
İnsanların yaratılmasından beri düşmanları vardır. Dinî kaynaklarda anlatılan ve inanan kişilerin bildiği ilk düşman, şeytandır. Varlıkları yaratan Allâhu Teâlâ, bir hikmet sebebiyle, böyle iki uçlu bir yaşayışı istemiş ve şekillendirmiştir. Âdemoğluna, düşmanının kim olduğunu öğrettikten sonra, ona karşı uyanık olunması hususunda sıkı sıkıya tembihte bulunan Cenâb-ı Hakk’ın ikazları, ne yazık ki, çoğu zaman unutulmuştur.
Bir insanın doğumundan ölümüne kadar; bir devletin teşekkülünden son bulmasına kadar, bahsettiğimiz bu kural yürürlükte kalacak ve ne insanın, ne toplumun düşmanları eksik olacaktır… Beşeriyetin akrepten yılana, sırtlandan kurda pek çok vahşî, hayvanî düşmanları olduğu gibi, henüz hayvanlıktan insanlığa çıkamamış insan suretinde düşmanları da bulunacaktır…
İnsanı hayvandan ayıran özelliklerin başında gelen akıl, iman ve vicdanla donanıp terbiye edilmezse, sahibini en vahşi hayvandan daha canavar, daha saldırgan, daha yırtıcı, daha yıkıcı bir hale getirebilir. Hayvanın, yaratılışında kendisine verilen dişi, tırnağı, bedenî gücünden başka silahı yoktur. Oysa insan, aklı vasıtasıyla neredeyse dünyayı harap etme yeteneğine sahiptir.
Kaldıracın fizikî gücünü keşfeden Arşimet, “Bana yeterli bir dayanak noktası ve kuvvetli bir manivela verin; dünyayı yerinden oynatayım!” derken beşerin aklî kabiliyetine vurgu yapıyordu. Nitekim insanoğlu, nesillerin ortak çalışması neticesinde hâsıl olan bugünkü medeniyet sayesinde yıldızlara uçacak, dünyayı havaya uçuracak aletleri elde etmeyi başarmıştır. Ancak, gözümüzün önünde cereyan eden hadiselere baktığımızda, insanoğlunun keşiflerinin insanlıktan çok hayvanlığa hizmet eder hale geldiğini söylemek mübalağa olmayacaktır.
Hangi inançtan ve ırktan olursa olsun, günümüzün insanı kendi nefsini ve yakın çevresini dünyaya bedel görmektedir. Menfaatini beşeriyetin ve diğer yaratıkların üstünde tutmaktadır. Bütün tabiatı, yeryüzünü, elinden gelse kâinatı şahsî çıkarına feda etmekten çekinmemektedir. Bu genellemeye semavî dinlerin mensupları da, ne yazık ki, dâhildir. Hâlbuki inancı ona bütün varlıkların bir Hâlık-ı Hakîm tarafından yaratıldıklarını bildirmektedir. Her mevcudun kendine göre bir görevi, bir işi, bir ücreti olduğunu anlatmaktadır. Hele beşerin, bu varlıkların üstünde, fıtratına konulan duygu ve manevî cihazlar dolayısıyla ayrı bir yeri olduğunu öğretmektedir. Fazilet ve meziyetleri ile âdeta yeryüzünün yaratılış sebebi bulunduğunu ilan etmektedir.
Fıtratın insana yüklediği vazifeyi idrak edemeyenler, hayvanî hislerinin tatmini için her türlü davranışı mubah görmüşlerdir. Böyle bir şahısta, hayvanlarda cari olan bütün haller, akıl sebebiyle, kat kat fazla olarak müşahede edilir. Bir kurt, tek başına iken daha ürkek, daha çekingen hareket eder. Bir araya geldiklerinde, sürü psikolojisi hükmetmeye başlar. Hele ilk avını parçaladığı zaman, kan kokusu onu kudurtur. Artık, karnını doyurmaktan öte, önüne gelen canlıyı parçalama hırsından gözü dönmüştür. Hatta bazen bu hırsı tatmin için hemcinslerine saldırmaktan geri durmaz.
İnançsız insanların davranışları da bu örnekten değişik değildir. Hele ırkî gayretlerle, kendisi dışındakileri düşman görmek üzere beyni yıkanan; aidiyet duygusu, mensup olduğu toplulukla sınırlanarak ötekileştirilen; şahsî çıkarları için her yolu mubah saymak gibi bir telkinle beşeriyetten uzaklaşan fertler, kalabalıkların içinde karıştıklarında, aynen kan tutmuş bir kurt gibi hareket etmekten kendini alıkoyamaz.
Bunun basit misallerini futbol takımı taraftarlıklarının “holigan”lıklarında sık sık görmekteyiz. Daha vahşî davranışları ise “gezi” olaylarında ibretle ve dehşetle seyrettik. Fakat bu son hâdiseler, ülkemizde rastlanan, türünün en barbar, en vahşî, en Vandal örneği olarak tarihe geçti.
Milletimizin gücünü kırmak, ümitsizliğe düşürmek, mâlî ve iktisâdî iyileşmesine engel olmak, dindar Kürd – seküler Kürd çatışması çıkarmak, vatandaşları ayrıştırarak Kürd – Türk harbini başlatmak, çıkacak iç savaşın kargaşasında, maşası oldukları efendilerinden kemik kapmak, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İslâm Âlemine biçilen haritanın yeniden şekillenmesi esnasında kendilerine bir yer edinmek için, uzun zamandır tasarlanan ve beklenen bu vahşeti sergilediler. Ölen vatandaşlarımız, sönen ocaklar, yakılan ve talan edilen emval, devlet malının tahribi, imansız insanların sokağa döküldüklerinde ne derece kudurmuşçasına hareket edebileceklerini gözler önüne koydu.
Mevcut hükümetin, çok uzun yıllar devlet tarafından ezilmiş ve hakkı yenmiş bir kavimin beşerî haklarını vermek için mânileri bertaraf etme gayretlerini berhava eylemek niyetiyle düzenlenen bu hareketin sebeplerini anlamayan vatandaşımızın bulunduğunu sanmıyorum…
Tamamen yabancı beyinler tarafından tasarlanıp uygulamaya konan bu gibi sokak hareketlerinde, yerli oyuncular kullanılmakta; bunların, devletle ve toplumla uzun yıllara dayanan sıkıntıları, takıntıları, beklentileri, hayal kırıklıkları, korkuları tahrik edilerek, sokaklar vasıtasıyla, bütün bir milletin sandıkta tecelli eden demokratik iradesine rağmen netice alınmak istenmektedir.
Devlet, böyle hadiseler karşısında halkını korumak, halka zarar verip hukuka riayet etmeyenleri kahir kuvvetiyle cezalandırmak durumundadır. Bu konuda gösterilecek zaaf, kötü niyetlileri durdurmaz, aksine cesaretlendirir. Gücü yetiyorsa, dış düşmanlara çeşitli şekillerde mukabelede bulunmalıdır. İçeride bu gibi işlere azmettirenleri, kışkırtanları, teşci – teşvik edenleri ve akılsız âletlerini pişman edecek şekilde maddî ve manevî cezalara çarptırmak, zarar gören yurttaşlarının zararlarını tazmine zorlamak gereklidir.
Kan içmeye alışmış bir zalim canavara merhamet etmek, onun ıslah olacağını ummak, mazlumlara merhametsiz bir zulüm olur. Bunlar bütün yaratıkların düşmanıdır; halk düşmanıdır. Anarşist fikirli olduklarından, dünyada hangi düzen önlerine çıksa beğenmeyip tahribe yelteneceklerdir. İmanları ve doğru yolu bulmaya yardım edecek izanları olmadığından, hayra kabiliyetleri kalmamıştır. Bunların insan olarak muhatap kabul edilmeleri, insanlığa hakaret olur.
İslam Âlemini kana bulayarak yok etmek emelinde olan bütün gizli – açık odakların çeşitli hilelerle ve baskılarla kabul ettirdikleri insaniyet maskeli kanunları, millete sorularak ilga edilmeli, böyle canavarların ceza-yı sezalarını vermek için yeni yasalar çıkarılmalıdır. Çünkü imanını yitirmiş, insanlıktan çıkmış, tabiatı fesada uğramış kişiler ya tam bir serbestlik rüşveti verilerek veya tam bir istibdat altında yönetilebilirler. Ki, ilk şıkkın herhangi bir bitiş çizgisi olmadığından, verilecek bütün rüşvetlere rağmen âlemin fesadı önlenemeyecek; olan mazlum halka olacaktır… Bir milletin selameti uğrunda çizilen sınırları, gerçek hukuka uygun kanunlarla belirlemek ve o çizgiler hususunda hassasiyet göstermek de asla istibdat değil; adalettir.
Âdil-i Mutlak olan yaratıcımız, insanlar üzerinde en etkili olacak adalet esaslarını kutsal kitaplarında, bilhassa son semavî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’de açık – seçik belirtmiştir! Beşerin, yeryüzünde rahat etmek ve yaratıkların haklarına en âdil şekilde riayet etmek için yapacağı en kısa ve kestirme davranış bu İlâhî yasalara uymak olmalıdır…