Türkiye, ‘sessizlerin sesi olarak’ İstanbul’da bir fırsat kapısı açtı. O kapıdan Türkiye ile beraber giren ülkeler 21. yüzyılın fırsatlarını değerlendirmede ve tehditleri ile mücadelede yeni bir ufuk yakalama şansı elde ettiler.
ABD askeri stratejilerine, Savunma Bakanlığı bünyesindeki ONA’da (Office of Net Assessement ) 42 yıl boyunca ( 1973-2015) başkan olarak damgasını vuran Andrew Marshall [1] “Düşünmek için, Pentagon’un at gözlüklerinin dışında düşün” cümlesini sarf ederken herhalde geçen bir yıldaki gelişmelerin yaşanmamasını amaçlıyordu.
Donald Trump’ın ABD başkanlık koltuğuna oturmasıyla Washington’da Beyaz Saray ile Pentagon arasında yaşanan gelgitler küresel güvenlik ve refahı temellerinden sarsacak boyuta ulaştı. Bu sarsıntı, Trump’ın Kudüs’ü işgal devleti israil’in başkenti olarak tanıyan kararıyla önce 9 büyüklüğünde bir depreme ardından dev bir tsunamiye dönüştü. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu savunanlara katılmasak da Trump’ın ilgili tüm Birleşmiş Milletler kararlarına çöp muamelesi yapan kararı uzun süredir “Dünya beşten büyüktür” siyasetini savunan Türkiye ile çok sayıda Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinin hayrına sonuçları beraberinde getirdi. Bu sonuçlardan hiç şüphesiz en önemlisi 21. yüzyılın “Bandung Konferansı” olarak nitelenebilecek İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) İstanbul’da düzenlenen olağanüstü liderler zirvesiydi.
“Biz de varız” mesajı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yoğun telefon diplomasisi ile hayata geçirilen zirveden alınan sonuç, İİT’nin geçmişinde benzerlerine pek çok defa rastlanan türden kuru bir kınama çıkmasını bekleyenler için sürpriz oldu.
1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde biraraya gelen 25 ülke, bir yandan Batılı ülkelerin Asya ve Afrika’da tek söz sahibi olmalarına meydan okurken, bir yandan da ABD ve SSCB’nin yarattığı iki kutuplu yapıya karşı “Biz de varız” demişlerdi. Bandung Konferansı’nı izleyen süreç uluslararası topluma “Bağlantısızlar Hareketi”ni armağan ederken Hindistan Başbakanı Cevahirlal Nehru’yu ön plana çıkardı. Katılımcı sayısı 100’den fazla ülkeye ulaşan Bağlantısızlar Hareketi, nükleer silahları ile gövde gösterisi yapan süper güçlere ve Avrupa’ya karşı bir meydan okumaydı. Türkiye 1955’te Bağlantısızların doğum yeri olan Bandung’da ABD’nin safında belirlediği tavrın ceremesini yakın zamana kadar çekti ve Kudüs’e yönelik bu son karar vesilesiyle bu sürece “dur” dedi.
İstanbul’daki İİT Olağanüstü Zirvesi ise bu anlamda Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Avrupa Birliği, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve ABD gibi başat güçlerin dışındaki ülkelerin ilk defa “Biz de varız” mesajını verdiği bir platforma dönüştü. İstanbul’da verilen mesajın konjonktürel ve tek bir ülkeye yönelik olmadığı,Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ve Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Kalın’ın zirve sonrasında yaptığı açıklamalarda net bir şekilde görüldü. ABD’nin Kudüs kararının yalnızca İİT üyesi 57 ülke tarafından değil, Avrupa, Latin Amerika ve Asya ülkelerinin tamamı tarafından reddedildiğine dikkat çeken Kalın, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınmasına yönelik zirvede alınan kararın da Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik misilleme olarak görülmemesi gerektiğine işaret etti.
ABD’nin Ortadoğu barış sürecindeki rolü tehlikede
Bir anlamda, ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı ile başlayıp, 11 Eylül 2001’de Washington ve New York’u hedef alan saldırıları takiben Irak ile Afganistan’ın terörle mücadele gerekçeli işgalinin bugünlere taşıdığı çözümsüzlük sarmalının bir yalnızlaşma haline dönüştüğü İstanbul’da tescil edilerek Washington yönetimine tebliğ edilmiş oldu. Ülkesinin iç siyasetinde geçirdiği zor günleri atlatmak için uluslararası alanda hesap etmediği bir tepki ile karşılaşacak karara imza atan ABD Başkanı Trump bugün ülkesinin Ortadoğu barış sürecinden tasfiye edilme ihtimali ile karşı karşıya.
Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünü tehdit eden gruplara destek verirken bir anda Ortadoğu’daki tüm sorunların merkezinde yer alan Filistin meselesinden dışlanmak ABD dış politikasının bundan iki yıl önce hayal dahi edemeyeceği kadar hazin bir manzara olsa gerek . Ancak, Washington’da, Trump’ı başkanlık görevinden uzaklaştırmaya kararlı olan ve küresel meselelere “Pentagon’un at gözlüğünden” bakmayı benimsemiş siyasi odakların Trump’tan kurtulmak uğruna her türlü maliyeti de göze aldıkları anlaşılıyor. Bu şartlar altında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, kimi stratejistler tarafından “belirsizlikler ve kaos dönemi” olarak tanımladığı bugünlerde Kudüs konusunda takındığı tavrı sürdürülebilir hale getirmesi gerekiyor. Türkiye bu yolda atacağı adımları Cumhurbaşkanı Erdoğan vasıtasıyla dünyaya duyurdu. Öncelikle ABD’nin aldığı karar Birleşmiş Milletler gündemine taşındı ve Kudüs’teki Müslüman mülklerinin el değiştirmemesi için fon oluşturulacağı açıklandı.
ABD’nin Kudüs’ü işgal devleti israil’in başkenti olarak tanıyan kararının geri alınmasına ilişkin tasarı vakit kaybedilmeden Mısır aracılığı ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşınarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Kudüs kararı konusunda uluslararası toplumdan nasıl izole edildiğinin belgesi haline dönüştü. Tasarı ABD’nin vetosu ile reddedilirken, 14 ülkeden evet oyu aldı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarihinde eşine ender rastlanan bir mutakabat sağlandı. Tasarının Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na taşınacağı bir sonraki adım ise Türkiye’nin uzun süredir savunduğu “Dünya beşten büyüktür” tezinin ispatı olacak.
İstanbul’da fırsat kapısı aralandı
BM Güvenlik Konseyi’nin sakat yapısı, Türkiye’nin İstanbul’daki İİT Zirvesi’nde başlattığı süreç ile ifşa edilmiş olacak. Peki Filistinlilere Kudüs’ü dar eden, onlar için Kudüs’te yaşamayı siyasi ve ekonomik anlamda imkansız hale getiren işgal devleti israil’e karşı, bu adımları atmak için 1967 savaşından sonra 50 yıl boyunca İstanbul’daki İİT Zirvesi’ne kadar beklemek mi gerekiyordu? Bu ve benzeri soruların bir daha sorulmaması ya da cevaplar için bir 50 yıl daha beklenmemesi için Türkiye “sessizlerin sesi olarak” İstanbul’da açtığı fırsat kapısını New York’a taşıdı. O kapıdan Türkiye ile beraber girmeyi tercih eden ülkeler de 21. yüzyılın fırsatlarını değerlendirmede ve tehditleri ile mücadelede yeni bir ufuk yakalama şansını elde ettiler.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Kudüs gibi küresel bir meselede üstlendiği rol Birleşmiş Milletler’in yapısını zayıflatmaya yönelik politikalar güden ABD ve işgal devleti israil gibi ülkelere karşı bir set vazifesi görürken, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi bölgesel işbirliğini benimseyen yapılar için motive edici olacaktır. ABD güdümündeki Kuzey Atlantik İttifakı’nın müttefiklerine yarar mı zarar mı verdiği tartışılırken ya da Almanya güdümündeki Avrupa Birliği’nin Yunanistan başta olmak üzere “güney ülkeleri” üzerinde kurduğu ekonomik tahakküm artarken, uluslararası toplum dünya nüfusunun daha geniş kitlelerinin çıkarlarını savunan işbirliği platformlarının arayışında. Türkiye’nin Kudüs bağlamında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın küresel rolünü ve etkinliğini dönüştürmeye yönelik bu hamlesinin aslında Ankara’nın bölgede giderek ağırlığını daha fazla hissettiren dış politika hamleleri zincirinin yeni bir halkası olduğu anlaşılıyor. Irak’ta federal anayasaya aykırı olarak düzenlediği referandumun ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne geri adım attırılması, Suriye’nin kuzeyindeki tüm terörist unsurların askeri ve siyasi platformda etkisiz hale getirilmesi ve Yunanistan’daki Türk azınlığın durumu ile Ege Denizi’ndeki egemenlik alanlarının belirlenmesi amacıyla Lozan Anlaşmasının revize edilmesi girişimi bu yeni sürecin diğer parçaları.
Bu sürecin bir başka adımı da 7 Ocak’ta Hristiyan Ortodoksların Noel kutlamaları sırasında İstanbul’da restorasyonu tamamlanan Bulgar Ortodokslarına ait “Demir Kilise”nin açılışı ile yapılacak. Açılışa Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov da katılacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ortodoks Hristiyanlar için önem arz eden bir başka yapı olan Trabzon’daki Sumela Manastırı’nın da restorasyonunun tamamlandığını ve 2018 yılının yaz aylarında ziyarete açılacağını Yunanistan ziyareti sırasında dile getirdi.
“Darbe oyunu” oynayanların meşruiyeti kalmadı
Türkiye, 2017 yılının son aylarında dış politikada enerji, kültür ulaşım ve savunma enstrümanlarını armoni içerisinde kullanırken ortaya koyduğu performansla, 2018 yılında sınırlarının çok ötesinde etkiler yaratacak bir ağırlık kazanacağının işaretlerini veriyor. Ancak bu etkiyi yaratırken Soğuk Savaş dönemi müttefiklerimizin bölgede oluşturmaya çalıştıkları karşı dengeler ile özellikle Mısır’dan başlayarak Körfez ülkelerine uzanan bölgede yoğunlaşan yoğun silahlanma faaliyetlerini de gözden kaçırmamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri ile Suudi Arabistan’ın 1971’de resmiyete döktükleri petro-dolar sistemi hakimiyetine karşı, ticaretlerinde ulusal para birimlerini kullanmak için çabalarını artıran ülkelerin karşılaştıkları Washington kaynaklı direnç, sürmekte olan ve yaşanacak olası silahlı çatışmaların zeminini oluşturuyor.
Türkiye’nin bu iki cephe arasında ağırlığını “ulusal para birimleri ile uluslararası ticaret yapan ülkelerden” yana kullanmayı tercih etmesi finans piyasaları ya da kökü Atlantik ötesine uzanan yapılar aracılığıyla “terbiye edilme girişimlerini” de beraberinde getiriyor. Kudüs için Ankara’nın ortaya koyduğu tavrın gördüğü uluslararası destek ise bu “terbiye etme girişimlerini” organize edenlerin Türkiye üzerinde artık darbe oyunları oynayacak kapasitelerinin ve meşruiyetlerinin kalmadığının kanıtı oldu. 2018’de inşa edeceği bölgesel güç Türkiye’nin etki alanındaki coğrafi sınırlarda son bulacak bir avantaj olmanın ötesinde, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da, kendi adlarına yabancı başkentlerde kararlar alınmasından bedbaht olan tüm ülkeler için bir umut ışığı olacaktır.
[1] Andrew Marshall (1921 – ): 1973 yılında ABD Başkanı Nixon tarafından ABD ordusunun gelecekte gireceği çatışmalara dair öngörülerde bulunmak ve ihtiyaçlarını belirlemek için kurulan Savunma Bakanlığı Pentagon bünyesindeki ONA’nın ( Office of Net Assessement ) başkanlığına atandı. 93 yaşında emekli olana kadar 42 yıl bu görevi yürüttü. ABD’nin küresel hakimiyet için mutlak suretle Çin Halk Cumhuriyeti ile çatışacağı öngörüsü nedeniyle geliştirdiği askeri stratejiler Pekin yönetimi tarafından yakından takip edildi. Çin Halk Ordusu, günümüzdeki organizayon stratejisini Andrew Marshall’ın ABD adına geliştirdiği öngörülere bağlı olarak şekillendirmekte. Marshall görev döneminin sonlarında ekibine “ABD neden stratejist yetiştiremiyor?” başlıklı bir araştırma yapması talimatını verdi. O esnada Marshall’ın anlam verilemeyen bu talebin, Donald Trump’ın Beyaz Saray’a seçilmesiyle ABD’nin iç ve dış siyasetinde oluşan kaotik manzara gözönüne alındığında isabetli bir tespit olduğu görülmekte.
Kaynak: AA – MEHMET A. KANCI / [Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır.