Bir müddet evvel çok sevdiğimiz üç ağabeyimizi kaybettik. Ölümleri beklenmeyen bir olay değildi. Ancak, üçünün de iki ay içinde peş peşe vefâtına hazır değildik. İnsan, neye hazırdır ki?!! Ummadığımız zamanlarda, ummadığımız işler başımıza gelir. Şaşırır, âcizlik içinde kıvranırız. Olan olduktan sonra, biraz zaman geçince, hâdiseleri kabullenmenin verdiği bir rahatlıkla her şeyi unuturuz. Bir daha öyle bir şey aslâ başımıza gelmeyecekmiş gibi gaflete dalarız. Hayâtın bilinmeyen yollarında eskisi gibi bir koşuşturmanın telaşına kendimizi kaptırırız.
Çevremizde cereyân eden olaylar bizi pek yakından ilgilendirmemektedir. Tâ ki, iğnenin ucu kendimize dokununcaya kadar… O zaman acıyı hissederiz. Hz. Üstâd’ın tâbiriyle, dünyâmızın iç içe geçmiş aynalardan meydana gelen duvarlarına başımızı vurunca kısa bir süre ayılırız. Eğer, bu uyanış yapmakta olduğumuz hatâları tekrarlamamızı engellerse ne iyi! Başımıza gelen musîbet bizim için hayırlı bir îkaz olmuş olur. Fakat, büyük bir ihtimalle, bundan da gerekli dersi çıkaramayarak yeniden nefsimizin peşine takılmakta gecikmeyiz.
Hakîkat zannettiğimiz şeyler zaman içinde değişikliğe uğramaktadır. Değişen, hakîkatler değil; bizim zanlarımızdır. Varlık âlemine gelmek gerçeklerin en belirgini olduğu gibi, ölüm vâsıtasiyle bu âlemden başka bir âleme gitmek de değişmez hakîkatlerdendir. Yalnızca bu iki gerçeği kavrayabilsek, insanlığın mes’elelerini çözeriz. Niçin doğduk, niçin ölüyoruz? Varlıklar ne sebeple yaratıldılar, ne için bir süre sonra son buluyorlar? Maddesi îtibâriyle toprağa, suya, havaya karışan bu varlıkların ifâde ettiği mânâlar ne oluyor? Nereye gidiyor? Nasıl bir değişikliğe uğruyor? Ne gibi sonuçlar bırakıyor?
Her insanın düşünmesi gereken ve belki hayâtının en önemli konusu budur! Çünkü,bu dünyadaki yaşayışı sonsuzluğa kadar devam etmiyor. En beklenmedik yerinde, en mutlu noktasında veya en bedbaht bir durumda iken sona eriveriyor. Zulme uğrayan, hakkını alamadan gidiyor. Zulüm yapan cezasını görmeden kalıyor. Bir hiç iken, kendi isteği dışında ayak bastığı dünyâyı karıştırıyor; çevresine ezâ ve cefâ çektiriyor ve elini kolunu sallayarak yokluk âlemine girip kayboluyor. Aksine, nefsine ve alâkası olan her varlığa hayrı dokunuyor; ama sıkıntılar ve haksızlıklara mâruz kalarak, bir teşekkür bile görmeden toprağa giriyor. Hangi akıl bu sonu kabul eder?
Her düşünce sâhibi bilecektir ve sezecektir ki, bu şekilde bir gidiş hak ve adâlete sığmamaktadır. Bu durum, kâinatta yürürlükte olan pek çok kurala aykırıdır. Göz ve aklın gördüğü, duyguların sezdiği bir uygulama vardır: En küçük bir varlığa bile hayatı için gerekli maddî ve mânevî cihazlar verilmektedir. Hakkına tam riâyet edilmektedir. En gizli ihtiyaçları karşılanmaktadır. Kendisinin bile farkında olmadığı eksiklikleri giderilmektedir. İlgili bulunduğu bütün diğer varlıklarla münâsebetleri irâdesinin dışında ayarlanmaktadır. Güneşlerden gezegenlere; hücrelerden atomlara kadar uzanan bir zincirin halkalarını meydana getiren karşılıklı haklar ve menfaatler saat gibi tıkır tıkır işlemektedir.
O halde, doğum ve ölüm gerçeği, kendilerinden daha büyük bir gerçeğin habercisidirler. Önce, yokluktan var eden ve varlıktan yok eden bir Yüce Kudreti bildirmektedirler. Sonra, bu Zât’ın (c.c) varlıkları yaratmakta bir kasdı, bir hedefi, bir amacı olduğunu anlatmaktadırlar. Yarattıklarını da başıboş bırakmadığını, asıl hedefe kadar onların her hallerini dikkatle takip ettiğini göstermektedir.
Bize düşen, yaratılıştan verilen akılla, hissiyatla olaylardan ders almak; bu gerçeği bilmek ve bulmaktır…