Bayram YÜKSEL bahtiyarlar kadrosundan bir zattır. Bediüzzaman’ın uzun yıllar hizmetinde bulunmak şerefine eren, mâneviyat erlerinden birisidir.
Başta Hüsrev Altınbaşak ve Tahiri Mutlu olarak, Abdülmecid Ünlükul, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Mehmet Kayalar, Hüsnü Bayramoğlu, Rüştü Çakın, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Atıf Ural, Tillolu Said (Özdemir), Mustafa Acet ve Seyyid Salih’ler zincirinden bir nûrani halkadır.
Bayram YÜKSEL, 1950’den sonra araya giren Kore askerliği, 1958’de tevkifi ve bazı fasılalar hariç, hep Nur Üstad’ın hizmetinde ve yanında bulunmuştu.
Gördüğü, duyduğu ve bizzat yaşadığı hatıraları yazıp verdiler. Bu hatıralar bilhassa Bediüzzaman’ın hayatının son on yılında, yanında ve bizzat hizmetinde bulunmak itibarîyle çok mühimdir.
Burada sözü fazla uzatmadan, sizleri hatıra sahibi ile baş başa bırakmak istiyorum:
“Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz oluyor”
“1945 yılında ilkokulu pekiyi derecesi ile bitirmiştim. İlkokul öğretmenimiz Hakkı Bey, beni Köy Estitüsüne göndermek istiyordu. Ben de ailemin fakirliğini, ağabeyimin askerliğini, babamın ayağından rahatsız olduğunu ileri sürerek gitmek istemiyordum. Hocanın ısrarları üzerine bu mevzuyu babama açtım. Fakat babam, ‘Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz olurlar’ diye gitmeme izin vermedi. ‘Ben seni hafız olarak yetiştirmek istiyorum’ dedi. Babam ümmî idi. Fakat, beş vakit namazını hiç geçirmezdi.
“Ezan okumayı çok severdim”
“Böylece Kur’ân derslerine devam etmeye başladım. Namazlarımı muntazaman kılardım. Bilhassa ezan okumayı çok severdim. Sabah namazlarından saatlerce önce camiye giderdim, saatim de olmadığı için saatlerce caminin önünde beklediğim olurdu. Gündüzleri köydeki meşguleyitimizde, Bediüzzaman’ın ismini, hizmetlerini, hâl ve etvarını, mübârekiyetini ve faziletlerini, üç beş zeytinle yaşadığını, çok az yediğini, insanların kalbinden geçenleri bildiğini duyardım. Gün geçtikçe kendisini görmek, ziyaret edip ellerini öpmek arzusu şiddetleniyordu.
“Rüyada Üstadı gördüm”
“Nihayet 1947 senesinde Üstad Bediüzzaman gibi bir zatla tanışmak, Cenab-ı Allah’ın lütf-u ihsanı oldu. O zamanlar şöyle bir rüya görmüştüm: Emirdağ’a dört saat mesafede yüksek bir dağda Emir Dede denilen yüksek bir tepede bir türbe vardı. Türbede bir evliya vardı. Hayatımda hiç görmediğim Üstad Bediüzzaman’ı bu tepenin zirvesindeki mübarek türbede gördüm. Kendisine aşkla, şevkle, sevinçle hizmet ediyordum. Üstadımıza kahve pişirip takdim ettim. Fincanı iki parmağımla yıkadım. Ellerini öptüğümde burcu burcu kokuyordu. Bu mübarek kokunun birkaç sene benden gitmediğini hissediyordum. İşte bu rüyadan sonra Üstada talebe oldum. Üstadı gördükten sonra o kokuyu hiç hissetmedim. Hem de bütün ağabeylerin toplu olarak bulunduğu Afyon zindanlarında…
“Afyon Hapishanesi’nde”
“O zamanlar henüz 16 yaşında idim. Bilhassa Zübeyir Ağabeyin benim üzerimdeki tesiri çok fazladır. Risale-i Nur’un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyir Ağabeyden çok istifade ettim.
Ahmed Feyzi Ağabey, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur, Çalışkanlar hanedanından Osman Çalışkan, Mehmet Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylân Çalışkan, Mustafa Acet, İbrahim Fakazlı v.s. çok ağabeylerle beraber hapishanede, daima meşguliyetimiz Nur Risalelerini yazmaktı. Üstad’ın bulunduğu koğuşa gittiğimizde arı kovanı gibi seslerin geldiğini duyardık. Bu sesler Üstadımızın evrad, ezkar dua ve niyaz sesleri idi. Gecenin hangi saatinde baksak ışığının yandığını görür, zikir sesleri işitirdik. Devamlı Üstadımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar ise bize mani olurlar, hakaret ederlerdi. ‘Sen de bunun arkasından gidiyorsun, bu Kürd’e tapıyorsun’ diye bana tokat atarlardı. Şefkatli Üstadımız da benim gibi bir bîçareyi teberrükleriyle taltif ederdi. Maddî kıymeti küçük olan bu hediyeler hayatımın en kıymetli nâdide yâdigârlarıdır.
Hapishanede idareciler bize eziyet ettikleri zaman Üstadımız çok üzülürdü. Ceylân Ağabey, çok şefkatli, çok cesur, çok tedbirli idi. Bizleri şevklendirir, daima hizmete teşvik ederdi.
“15. Şuâ’dan Elhüccetü’z-Zehra Afyon Hapishanesin’de telif edilmiştir. Telif esnasında zaman zaman Üstad’ın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak, bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı, diğerimize verir, o gün bütün oradaki ağabeylerimize ulaşırdı. Böyle böyle, yazılanlar muhafaza edilip, çoğaltılırdı.
“Kur’ân yazısını öğrendim”
“Hapishanede, Kur’ân yazısı yazmayı Ceylân Çalışkan Ağabey bana öğretiyordu. Gardiyanlar bizi yazarken gördükleri zaman korkutmak isterler, tehdit ederler, bize hakaret ederlerdi. Üstadımızı gördüğümüz zaman Üstadımız bana ‘Korkma seni buraya Allah gönderdi. Sen çok bahtiyarsın, çok şükret’ diye teselli ve iltifat ederdi. Bizler gece gündüz yazardık.
“Üstadımız tashih eder, bizlere dua ederdi. Üstad’ın bir kalemi var, beş renk yazardı.Yazdığımız risalenin sonuna şöyle dua yazardı.
‘Ya Erhamerrahimin, İsm-i Azam hürmetine bu risaleyi yazan Bayram’ı Cennet-i Firdevse ve saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede daima muvvaffak eyle.’
Bazen de babamın ve annemin ismini yazar, onlara ismiyle dua ederdi. Bizler de çok şevklenir, gece gündüz yazardık. ‘Hemen bu risaleyi bitirelim, hem Üstadı ziyaret edelim, hem de dua yazdıralım’ diye. Üstadı görüp elini öpmek, duasını almak, bizim için dünyanın en bahtiyar halleri idi.
“Çeşitli bahanelerle Üstad’ın yanına gitmek için fırsat kollardık. Daha çok traş olma bahanesini kullanırdık. Hapishanenin berber odası Üstad’ın odası ile karşı karşıya idi. Cevizli Mahmut isminde Emirdağlı otuz senelik emektar bir berber vardı. Tıraş olma bahanesiyle gider, fakat Üstad’ın odasına girerdik.
“Bir gün yine bu şekilde Üstadımızın yanına gitmiştim. Üstad usturasını bana verdi. (Üstad, devamlı ustura ile tıraş olurdu.) Berbere keskinletmek için gönderdi. Ustura yanımdaydı. Başgardiyan ve diğer gardiyanlar beni gördüler. Hiddetle üzerime doğru gelirlerken beşinci koğuşta bir hâdise olduğu haberi gelmesi üzerine koşarak oraya gittiler, ben de dayaktan kurtuldum. Hemen geri Üstad’ın yanına sığındım. Usturayı geri verdim. Üstad kapının arkasına durup bana,”Buradan temizle” dedi. Üstad’ın odasını süpürdüm. Sonra beni yerime gönderdi. Kapıdan çıktığımda baktım ki bu sefer altıncı koğuşta hâdise çıkmış, gardiyanlar oraya doğru koşuyorlar. Ben de fırsattan istifade edip hemen koğuşuma gittim ve yine dayaktan kurtuldum. Bu tamamen Üstadımızın kerameti oldu.
“Kasap Tahir”
“Kasap Tahir, Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon’u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu. Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine ‘Kasap Tahir’ diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz Mahkemesi’nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi.
“Bir gün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine ‘Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın’ demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza başlamıştı. O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu. Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, ‘Bu adam nasıl bu hale geldi?’ diye hayretlerini izhar ediyorlardı.
“Nihayet Temyiz Mahkemesi’nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu. Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950’de umumî af çıkınca, Kasap Tahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap Tahir, ‘Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir’ diyordu.
“Çobanlarlı Ahmet ve Kıldereli Ahmet isimli iki mahkûm daha vardı. Bu Ahmet Bey, Üstadımızın odununu, kömürünü, suyunu getirirdi. Bir gün Üstadımıza bir çift çorap, bir de bükme getirir. Mustafa Osman Ağabey de kalbinden tefekkür eder, ‘Böyle bir şahsın hediyesini alacak mı?’ derken Üstad Hazretleri, ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ der, lokmayı ağzına kor. Onu gören Ahmet Ağa, ‘Ha, görüyorsun, sizin hediyenizi Üstad almaz, benimkini aldı, canım fedâ olsun’ der. Bu zatın Üstada büyük hizmetleri oldu.
“Bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstada çok hürmet ederler ve ona çok yardımları ve hizmetleri dokunurdu. Üstad’ın yanına kimsenin sokulamadığı zamanlarda bu zatlar kimseden perva etmeden Üstada hizmet ettiler. Hususan Ahmet hiç idarecilerden falan korkmazdı.
“Çeşitli suçlardan hapishaneye giren birçok mahkûm, Üstad’ın ve Risale-i Nur’un dersleriyle ıslah olup çıkıyorlardı. Yalnız Üstadı bir görsün, Üstad bir selâm versin, derhal ıslâh-ı hal ederlerdi, namaza başlarlardı.
“Afyon hapsinden sonra”
“1949 sonlarında Üstad, Afyon hapsinden sonra tahliye oldu. Hapisten sonra bir müddet Afyon’da bir evde kaldı. Yanında Zübeyir Güntüzalp Ağabey ile Ziya Arun vardı.
“1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ’a gelmişti. O zaman Emirdağ’daki Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ’ın pazarı olduğu, Salı günleri Emirdağ’a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri Beyden anahtarı alıp Üstad’ın yanına gidiyordum. Üstad’ın çayını, yemeğini pişirip, evini temizleyip, akşamları köye dönerdim.
“O sıralarda Aydın-Ortaklar’da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan Ağabeyler Ankara’da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da onlara götürmemi söyledi.
“Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da
‘Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurların neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar.’ demişti.
“Gazi Yiğitbaşı, Üstadımıza çok hürmetkârdı. Benimle yakından alâkadar oldu. Beni Ulus’taki eski Meclis binasına götürdü, orada dindar mebuslarla görüştük. Üstadımızın arzularını onlara anlattık.
“Ankara’dan döndükten birkaç gün sonra Üstad beni Eskişehir’e gönderdi. Ceylân Ağabey orada mahkemelerin iade ettikleri Nur Risalelerini teksir ediyordu. Hüsrev Ağabey mumlu kâğıtlara yazar, bizler de teksir ederdik. O zaman yeni yazı yoktu. Bazen de Ceylan Ağabey yazardı. Hutbe-i Şâmiye’nin Zeylî’ni ve Hakikat Çekirdekleri’ni orada teksir etmiştir. Daha sonra Hüsnü Ağabey de geldi. Sungur Ağabey de ara sıra gelir giderdi.
“Eskişehir’de bulunan Nur Talebeleri de işlerinden fırsat buldukça gelir, bize yardım ederlerdi.
“Kore yolculuğu”
“1951 senesinde Ceylân Çalışkan Ağabeyle benim askerliğim gelmişti. Üstadımız bize, ‘Elinizdeki hizmetiniz bitinceye kadar rapor alın, gitmeyin’ demişti. Bilâhare, ‘Lüzum yok, askerliğinizi bir an evvel bitirin, gelin’ dedi. Elimizdeki hizmetleri de gece gündüz çalışıp bitirdik. Üstadımız da o günlerde Eskişehir’de Yıldız Oteli’nde kalıyordu. Elini öpüp müsaadelerini aldık. Ceylân Ağabeyle Emirdağ’a beraber geldik. Ben köye gittim. O Emirdağ’da kaldı. Benim askerliğim İskenderun’a çıktı. Onunki Siirt’e çıktı. Hüsnü kardeşimiz de Urfa’ya gitmişti. Bilâhare benim kuram Kore’ye çıktı. İskenderun’dan Kore’ye gidecek kuvvetleri hazırlıyorlardı. İktidarda Demokrat Parti olduğu için, Halk Partililer Kore’ye asker göndermenin aleyhinde idiler. Bana ‘Bak Kore’deki askerlerimizi kırdırıyorlar. Seni Suriye’ye kaçıralım’ dediler. O sırada radyo, Kunuri Savaşını, çemberi falan anlatıyor, gazeteler de aynı şeyleri yazıyordu. Herkeste bir telâş vardı. Ben ‘Üstadımıza danışmayınca Suriye’ye falan kaçmam’dedim.
“Nihayet bizi İskenderun’dan büyük bir merasimle istasyona kalabalık bir cemaat uğurladı. Trenle İzmir Seferihisar’a gidiyorduk. Ben Çay istasyonunda inerek doğru Emirdağ’a gidip Üstadımıza Kore’ye kuramın çıktığını anlattım. Üstadımız çok sevindi.
‘Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore’ye göndermek istiyordum. Onu da, ya seni ya Ceylân’ı düşünmüştüm. İnkâr-ı uluhiyete karşı Kore’ye gitmek lâzım’
dedi ve çok sevindi. Üstadımız o zamanlar NATO’yu tasvip ediyordu. Beni Ankara’ya ve Isparta’ya gönderdi. Üstadımız kendi Cevşen’ini bana verdi; ‘Bunu yanında taşı, yedi kat muşamba yaptır’ dedi. Anneme yedi kat muşamba yaptırdım, daima yanımda taşıdım. Üstadımız ‘Hiç korkma, korktuğun zaman beni hatırla, bizler daima inayet-i Rabbaniye altındayız. Hiç merak etme, Cenab-ı Allah senin yardımcın olsun’ diye dua etti. Üstad’dan ayrıldım. 15 gün sonra Seferihisar’a vardım. Bir şey demediler. Yalnız çavuş kursunda idim, çavuşluk hakkımı kaybettim. Kore’den gelinceye kadar çavuş vazifesini onbaşı rütbesiyle yapardım.
“Üstadımız,
‘Japon Başkumandanı benim ahbabımdır. Benden selâm söyle ve bu Risaleleri ona ver’
dedi. Hutbe-i Şamiye gibi beş altı risaleyi götürmüştüm. Üstadımız bana hususî ders verdi. O günlerde Abdullah Yeğin Ağabey de Üstadımızın yanında idi. Üstadımız yine teselli ve cesaret veriyordu.
‘Hiç korkma, Cevşen’i yanından hiç bırakma, bizleri Cenab-ı Allah hıfzeder, yine biz bütün Nur Talebeleri inayet-i Rabbaniye altındayız. Sen nereye gitsen yanına bir arkadaş edin.’
demişti. Hakikaten nereye gittimse yanıma bir arkadaş edindim. Çok faydasını gördüm. Birbirimize âdeta murakıplık ediyorduk.
“Vapurla Kızıldeniz’den geçerken papaz bize Kâbe’nin yakınından geçtiğimizi söyledi. Bütün askerlerle dua ettik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazımızı cemaatle kılıyorduk. Kore’ye 23 günde gittik. Pusan limanında indiğimizde Güney Kore’yi çok perişan bir halde gördük. Çadır gibi çeltik otundan küçük evlerde yaşıyorlardı. Çok sıkıntılı durumdaydılar. Hallerine acımamak mümkün değildi. Ekmek yediklerini görmedim. Devamlı ekmeksiz, yağsız, tuzsuz pirinç lapası yerlerdi. Hattâ kırlarda ihtiyarların ot yediklerini görürdük. Bunların vaziyetlerini gördüğümüz zaman ‘Ya Rabbi! Bu vaziyeti bizim memleketimize gösterme’ diye dua ederdik. Bize, yani Birleşmiş Milletlere çok iyi bakıyorlardı. Her şeyimiz boldu. Yemekler artardı. Bizim yemekleri birlikler, kırlara döktükleri zaman Koreliler koşup gelirler, bir kısmını tenekelerine doldurur, bir kısmını ağızlarına doldururlardı.
“Harp sahneleri”
“Biraz talim yaptıktan sonra muhtelif cephelerde harbe iştirak ettik. Harp ekseriyetle gece olurdu. Gündüzleri hedef göstermemek için sakin kalırdık. Bizim birliğin iki taburunun komutanları dindardı; Niyazi Bengisu ve Kemal Bey. İstirahata çekildiğimizde muhakkak çadırdan büyük bir cami kurardık. Tabur Komutanı Niyazi Bengisu, imamlık yapardı. Ben de müezzinlik yapardım. Hem Cuma namazını, hem de beş vakit namazı cemaatle kılardık. Ezan okuduğum zaman masum Koreliler beni taklit ederek okurlardı. Çadırlar çeltik otundandı. On-on beş çocuk da ezan okurdu, ama ne okudukları anlaşılamıyordu. Ben sağa sola döndükçe onlar da dönerdi. Bunları Üstadımıza anlatmıştım. Üstadımız,
‘Bu zamanda lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir. Bak Kore’de İslâmî faaliyetler başladı’
demişti. Hakikaten İslâmiyeti çok çabuk kabul edenler oldu. Eserleri çantamda taşıdım. Çok zaman tehlikeli harplere girdim. Allah’ın izniyle Üstadımızın duası, Cevşen ve Risale-i Nur’un himmetiyle hiçbir şey olmadı. Düşman benim bulunduğum yerleri istilâ ettiği halde, ben düşmana makineli tüfekle ateş ediyordum. O çarpışmada on bin mermi yaktım. Makinalı tüfeğin namlusu kıp kırmızı olmuştu. Yanımdaki arkadaşlar mermi getirmeye gitmişlerdi. O sırada düşman etrafımı sardı ‘Çap çap’ demeye başladılar. Ekmeğe, yemeğe “çap çap” derlerdi. Düşman bana hiç ilişmedi, daima ayağımın dibindeki boş kutularla meşguldular. Boyları kısa kısa, hepsinin ayağında lastik ayakkabı vardı. Ben onlara bakıyordum, onlarsa bana hiç bakmıyorlardı. Hepsi aç, hepsi de tek tip elbise giyiyorlardı. Hiçbirinde silâh yoktu. Bazılarında sadece boğma âleti vardı. Ben de makineli tüfeğimi omuzuma aldım. İçlerinden çıktım, elli metre kadar geri geldim. Bizim arkadaşlar durumu telsizle geriye bildirmişler. Bizim tabur komutanı benim şehit veya esir olduğumu duyunca çok üzülmüş, benim ruhuma Yasin-i Şerif okumuş. Tabi ki sağ görünce çok sevindi. Ertesi günü o cepheyi terk etmek mecburiyetinde kaldık. Bu Vakas Cephesi çok tehlikeli bir cephe idi. 1.200 metre yükseklikteydi.
“Üçüncü Tabur yandı”
“Bizim üsteğmen, topçu taburundan bir üsteğmen ile düşmanı gözetlemek için benim mevziye gelmişlerdi. Mevzimiz çok muhkemdi. Üzerinde büyük kalaslar vardı. Üstünde yedi kat kum torbası vardı. Düşman bizi anladı. Yağmur gibi havan ateşine tuttu. Mevziye bir havan mermisi isabet etti. Üsteğmen ağır yaralandı. Benim makineli tüfeğin ayağı kırıldı. Bana hiçbir şey olmadı. Mevzide otuz bin mermi vardı. Mermilere de isabet etmedi. Düşman ikinci sefer o cepheye taarruza geçtiğinde biz istirahate çekilmiştik. Biz Üçüncü Tabura cepheyi teslim etmiştik. Düşman bizim tabura kırk bin kişiyle taarruz etmişti. Biz de geride istirahatta idik. Tam iftar zamanı oruç açıyorduk. Allah’a şükür hiçbir zaman namazımı terk etmedim. Hattâ cephede namazımı kılarken tüfek üzerinde secde ediyordum. Düşmanın havan mermisi mevziimin üzerine isabet etti. Bu esnada ağzıma toprak doldu. Ben gene namazımı hiçbir zaman terk etmedim. Cenab-ı Hak çok sıkıntılar içinde, çok kolaylıklar ihsan etti.
“Biz cepheye tekrar takviye gitmiştik. Cephe bir ana-baba günü idi. Zifiri karanlık… Ateş, barut, havan topları. Ben o esnada tüfek komutanı idim. İki tane ağır makinalıya bakıyordum. Bir üsteğmen gördüm ‘Üçüncü Tabur yandı, Allah’ını, Peygamberini seven yürüsün’ diyordu. O anda Üsdadımızın ‘Sen korktuğun zaman beni hatırla’ sözü hatırıma geldi. Ben o esnada ezan okudum. Ve arkadaşlar ‘Ateş!..’ dedim ve yürüdük. O gece çok sevdiğim manga arkadaşlarımdan şehit olanlar oldu. Sabahleyin taarruz ettik. Cepheyi aldık. İkindi namazı geçiyordu. Hemen teyemmüm ettim, iki rekât ikindi namazının farzını kıldım. Beş metre gitmeden düşmanın bir havan topu sesi geldi. Havan topu mermisi tam başıma isabet etti. Beni yere oturttu. Havan topu mermisi patlamadı, yuvarlandı, gitti. Sadece miğferimde ufacık bir çukur açmıştı. Bana bir şey olmadı. Yalnız bir tank mermisi bir çavuş arkadaşımın kolunu kopardı. Hemen kolunu sardık, Çavuş ölmedi, fakat kolu gitti.
“Gece oldu. Düşman kırk bin mevcutla taarruza geçti. Amerika 8. Kolordu’dan bize emir geldi, cepheyi terk etmemiz için. Gece cepheyi terk ettik. Bizim uçaklar gece geldi. Cepheyi yangın bombaları ile yaktıklar, düşmana da bir şey kalmadı, bize de. Geri çekildiğimiz zaman bizim tabur komutanı geldi. Beni çağırdı, tebrik etti. Gözlerimden öptü. ‘Bu gece senin ruhuna Yasin-i Şerif okumuştum’ dedi. Ben de kendisinden rica ettim, Tokyo’ya gitmek için izin vermesini istedim. Bediüzzaman’ın teslim ettiği kitapları Japon Başkomutanına götürmem gerektiğini söyledim. O da, ‘Ben götüreyim’ dedi. Verdim. Birkaç gün sonra emir eri geldi, ‘Komutan, götüremedim, diye sızlanıyordu’ dedi. Zaten biz de Türkiye’ye dönme hazırlığı yapıyorduk. Dördüncü Tümen Türkiye’ye dönmüştü. Bunlar gibi çok hâdiseler var ki, anlatmakla bitmez.
“Eserleri Japonya’ya götürmemiz lâzım”
“O zamanlar Nurculuk yoktu; hep bana Bediüzzamancı derlerdi. Subaylarımız da çok severlerdi. Hattâ bazı subaylar, ben oruç tuttuğum için cephede kendi sularını bana verirlerdi. Üstadımız bana, ‘Bu eserleri Japon Başkomutanına vereceksin’ demişti. Ben de Kore’ye vardığımızda ‘Bu eserleri Japonya’ya acaba nasıl götüreceğim?’ diye merak ediyordum. Mutlaka bu eserleri Japonya’ya götürmem lâzımdı. Ama erlerin Japonya’ya gitmesi yasaktı. Subaylar on beş gün, astsubaylarla bir hafta Tokyo’da izin yaparlar, dönerlerdi.
“Bana bazı Kore’deki hâdiselerden dolayı bölük komutanı ve bazı üsteğmenler söz vermişlerdi; ‘Seni ne yapıp yapıp Tokyo’ya göndereceğiz’ derlerdi. Ben de eserleri Tokyo’ya götürmeyi çok arzu ediyordum. Allah’a hadsiz şükür olsun ki, Üstadımızın arzusu tahakkuk etti.
“Oradaki yaralı subayları almak için bizim tabur olduğu gibi Tokyo’ya uğradı. Hattâ giderken gemiden yanardağı gördük. Yüksek bir dağda lavlar fışkırıyordu. Türkiye’ye dönüşte oradaki yaralı gazileri almak için bizi beş bin kişilik kampa koydular. Ben kumandanlara çıktım. Ben, ‘Üstadım olan Bediüzzaman’ın kitaplarını getirdim. Japon Başkomutanına getirdim, kendisine vereceğim’ dedim. Hiç itiraz etmediler, ‘Yalnız olmaz, yanına iki kişi daha al, git’ dediler. Ben de bizim bölükten namaz kılanlardan bir çavuşla bir er aldım.
“Eserleri yanımıza aldık. Sevinçle hemen bir taksi tuttuk. Zaten adres almıştık. Türkler’in bulunduğu camiye vardık. Caminin müezzinini bulduk. Müezzin bizi evine götürdü, memnun oldu, yemek yedirdi. Sonra Abdülvahhab ismindeki reislerinin evine götürdü. Bizimle çok alâkadar oldular. Ben de Üstadımızın selâmlarını söyledim. ‘Bu kitapları Üstadımız Japon Başkomutanına gönderdi, o Üstadımın arkadaşı imiş. Üstadla muhabere ederlermiş, İstanbul’da görüşmüşler’ dedim. Onlar çok sevindiler.
‘Bizi buraya getiren zaten o zattı. Biz kazan Türkleri’yiz. Japon ve Rus Harbinden sonra bizler buraya geldik, bize bu camiyi yaptırdı, verdi. Müslümanları çok severdi, maalesef o zat vefat etti. Bizler Üstadı çoktan tanıyoruz. Üstad müstesna insandır. Biz, onu tâ Rusya’da iken takdir ediyorduk. Bak bu camimizi, evimizi Üstad’ın dostu olan kumandan bize hediye etti’ dedi. (Çok güzel de Türkçe konuşuyorlardı.) ‘Biz bu kitapları neşrederiz.‘ dediler.
“Abdülvahab’ın kerimesi oradaki Türk çocuklarına, Türkçe dersi veriyor, muallimelik yapıyordu. Eserleri kendilerine verdim. Çok memnun oldular. ‘Üstada selâmlarımızı söyleyin, bizlere dua etsin’ dediler.
“Türkiye’ye mesaj gönderdim”
“Çok samimî hava içinde onlardan ayrıldık. Ben kendilerine camide namaz kıldırdım. Kore’de iken bir gün teybe benim konuşmamı almışlardı. (Harp cephesinde subaylarla bazı şahsılara teypler gelmişti.)
“Ben de Üstadımız Bediüzzaman’a, Emirdağ Nur Talebelerine, Isparta Nur Talebelerine, Ankara ve İstanbul Nur Talebelerine selâmlarımı radyoda okurken, Üstadımız o zaman Gençlik Rehberi Mahkemesi vesilesiyle İstanbul’daymış. Şoför radyoyu açmış, Üstad radyodan duymuş, memnun olmuş. Herkese söylüyormuş,
‘Bayram, Kore’de harp ediyor.’ diye.
“Nasıl ki bazı mübarek zatlar talebeleriyle vefatlarından sonra alâkadarsa (Hazret-i Hamza, Gavs-ı Azam gibi zatlar) Üstadımız da sağ iken alâkadardı. Ben Kore’de çok sıkıştığım zaman Üstadım imdadıma yetişti. Zaten Üstadım,
‘Sıkıştığın zaman beni hatırla.’
demişti. Yüzlerce misaller var. Kore’de, vesaire yerde. İnşaallah nasıl dünyada iken bizleri muhafaza, hem himaye ediyordu, öyle de âhirette de himaye ve şefaat eder…
“Türkiye’ye döndük”
“Tokyo’dan ayrılırken Japonlar bizi çok samimi uğurladılar. Dönüşte bir ayda gelebildik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazlarımızı cemaatle muntazam kılıyorduk. Türkiye’ye dönüşümüzde İzmir’de iki-üç gün kaldık. Üstadımız da bizim köyün önüne gelmiş beni sormuş, ‘Bayram Kore’den gelmiş. Gelsin.’ demiş. Köylüler, ‘Yok Hocam, daha bekliyoruz.’ demişler. Üstad, ‘Gelmiş’ diyormuş. Hakikaten biz de gelmiş, İzmir’de muamelelerimiz bitmediği için bekliyorduk. Biz üç köylü idik. Üçümüz de köye beraber geldik. Köylüler, ‘İki gündür Hoca Efendi geliyor, seni soruyor.’ dediler. Ben de köyde bir gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ’a gittim. Emirdağ bizim köye on dört kilometredir. Emirdağ’a vardığımda Üstadım çok sevindi. ‘Seni ben vermeyeceğim.’ dedi. Çalışkan Ağabeylere de ‘Somya, yatak hazırlayın.’ dedi.
“Çocukluk halleri midir, nedir, Üstadımı tam anlayamadığımdan mıdır, ‘Üstadım, ben gideceğim’ dedim. Üstad, ‘Yok, ben seni vermeyeceğim’ diyordu. Ben de, ‘Gideceğim, ben Kore’den geldim, annem beni bekliyor.’ diyordum. Üstad ‘ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım.’ diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, ‘Üstadım gideyim, geleyim‘ dedim. Emirdağ’dan ayrıldım, doğru köye gittim.
Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş. Geldi: ‘Üstad geldi, seni köyün yakınında bekliyor.’ dedi. Beraber Üstad’ın yanına vardık. Üstad’ın elini öptüm. Üstad bana Eşrep Edib’in basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat’ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmişti. Bana bunları teberrük etti. Üstadımız mukabelesiz hiçbir şey almazdı. Ben Kore’den gelirken Üstadımıza, Aden Boğazı’ndan geçerken aldığım namaz seccadesini ve Kore’den bana verilmiş yün boyun atkısını vermiştim. Hindistan cevizi getirmiştim. Üstadımız da onlara mukabil bana Risalelerle boyun atkısı verdi. ‘Evladım, seni bekliyorum. Gel’ dedi. Ben de ‘Pekiyi’ dedim. Yine Üstadı anlayamadım ve çocukluk diyeceğim.
“Bu sefer de köye yakın bağımız vardı. Bağa gittim, mübarek Üstadım, yine köye yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Ben de bağda idim, çocuklar geldi, ‘Hoca Efendi geldi, seni bekliyor’ dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Beraber koşarak Üstadımız yanına geldik. Üstadımızın elini öptüm. Muazzez, mualla Üstadımızın şefkat ve merhametle
‘Evladım, ben seni bekliyordum. Gel’
dedi. Ben, ‘Başüstüne Üstadım’ dedim. Zübeyir Ağabey de, ‘Hemen gel, Üstad sana ehemmiyet veriyor’ dedi. Ertesi gün yatağımı ve yorganımı aldım, doğru Emirdağ’a Üstadımızın yanına gittim. Üstadım çok sevindi.
“Üstad’ın hizmetinde”
“Üstadımızın evinin karşısında çok eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Benden bir ay evvel Emirdağ’a gelmişti Zübeyir Ağabey. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi, Üstadımız Ceylân Ağabeyi de evlerine göndermedi. Onu da yanına aldı.
“1953 senesinde ben askerden gelmeden bir ay evvel, Zübeyir Ağabey Ankara’da PTT memuru iken, İstanbul Üniversitesi’nde okuyan Abdülmuhsin Alev, Üstadımızın ziyaretine gelmiş. Üstadımız, ‘Zübeyir memurluktan istifa etmiş, buraya gelecekmiş.’ demiş. Bu sözü Muhsin Alev bir emir telâkki ederek Ankara’ya gidip, aynen Zübeyir Ağabeye söylüyor. Zübeyir Ağabey istifa ederek, Üstadımızın hizmetine koşuyor.
“İki ay Ceylân Ağabeyle beraber Emirdağ’da kaldık. O zamanlar Nur Risaleleri henüz matbaalarda basılmamıştı. Çünkü maddî imkânlarımız yoktu. Eserleri Kur’ân yazısı ile yazardık. 1953’e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ’daki talebeleri ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitlerler, giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi. 1953’e kadar böyle devam etti. Üstadımız akşam kapıyı kapar, sabah saat dokuzdan evvel açmazdı. Memurların takip ve tarassudu altında idi. Önceleri yanına kimseyi kabul etmezdi. Bir gün ilk defa bizlere ‘Akşam namazını burada kılın’ dedi. Yine aradan bir kaç gün geçince, ‘Yatak, yorganlarınızı buraya getirin’dedi ve yanı başındaki odayı göstererek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi.
“Yeni bir devre başlıyor”
“Üstadımız 1953 tarihinde yeni bir devreye giriyor, hiç değiştirmediği kaidesini değiştiriyordu. Akşamdan sonra kimseyi almayan Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve beni yanına aldı. Üstadımızın odasına zil bağladık. Sabah erken abdest suyunu döker, yemeğini yapar, sobasını yakar, çayını pişirirdik. Üstadımızın tarz-ı hayatında değişen mühim bir hâdise oldu. İşte ‘Üçüncü Said’ devresi başlıyordu. Risale-i Nurların cemaatle okunmasına ve sabah derslerine başladık. Üstadda ayrıyeten bir hareket hali başladı. Risale-i Nurların yeni harflerle evvelâ daktilo ile, sonra teksir ile çoğaltılmasına müsaade etti. İnebolu’dan, Nazif Çelebi Ağabeyin ilk defa olarak Asa-yı Musâyı teksir ettiğinde çok memnun olmuştu.
“Emirdağ’dan Isparta’ya”
“Emirdağ’da iki ay kadar kaldık. Üstadımız akla kapı açar, irade-i cüz’iyeyi elden almazdı. ‘Beni Isparta’ya çağırıyorlar, Çolak Nuri Benli bana dershaneyi yapmış, beni davet ediyor.’ derdi.
“Üstadımız temiz havayı çok severdi. ‘Ben yemek yemeden, gıdasız yaşarım, fakat havasız yaşayamam’ derdi. Her gün hava almak için Zübeyir Ağabey ile beraber gider, bir saat kadar hava alır, gelirdi.
“Bir gün Kaymakam, kırda, tarlaların içinde Zübeyir Ağabeyin başındaki beyaz takkeyi görüyor. Takkesini alıyor. Üstad birden hiddete geldi.
‘Ben burayı terk edeceğim, Kaymakam benim talebemin başındaki takkeyi aldı.’
dedi. Zaten ayrılmak istiyordu. Bir bahane arıyordu. Hemen Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabeye, ‘Derhal Eskişehir’e gidin, Yıldız Otelinden bana yer ayırın.’ dedi. Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey hemen Eskişehir’e gittiler, iki oda ayırdılar. Birisi Üstadımıza, diğeri de bize. Ertesi gün Emirdağ’dan bir taksi tuttular, Üstadımızla ben de Eskişehir’e gittim. Eskişehir’de yirmi gün kadar kaldık.
“Bir gün Tahiri Ağabeyle Süleyman Rüştü Çakın Ağabey geldiler. ‘Üstadım, sizi götürmeye geldik, Nuri Benli kardeşimiz bir otel yaptırdı, dershane olarak size de bir oda ayırdı’ dediler. Üstad zaten gidecekti. Emirdağ’dan ayrılışı da bunun içindi. Isparta’ya gitmeyi arzu ediyordu. Tahiri, Rüştü ve Zübeyir Ağabeyler bir taksi ile Isparta’ya gittiler. Biz Eskişehir’de iken İstanbul’dan Abdülmuhsin gelmiş, o da bizimle kalıyordu.
“Isparda’da Üstada ev aranıyor”
“Üstadı otelin bir odasına yerleştiriyorlar. Fakat Üstad sıkılıyor. Hem beton, hem de bakırcılar çarşısı olduğundan çok fazla gürültü oluyor. ‘Bana bir yer bulun’ diyor. Terzi Mehmed Ağabey ev arıyor, fakat kimse ev vermiyor. Hususan Üstadımızın ismini duyunca korkuyorlar. Terzi Mehmed Ağabey, Tenekeci Hattat Mehmet Ağabeye gidiyor ve şöyle diyor:
“Hoca Efendi bulunduğu yerden rahatsız oluyor, ‘Ben burayı terk edeceğim, bana ev bulun’ diyor. Kime gittimse millet korkuyor. Ben de ne yapacağımı şaştım.’
“Bunun üzerine şöyle diyor: ‘Beylerin Fıtnat Hanımın evinin üst katı boş, o yazın evi Antalyalılara kiraya veriyor, ona sor.’
“Gidiyor, Fıtnat Hanımın kapısını çalıyor, ‘Yukarısı kiralık mı?’ diye soruyor.
“Evet, kiralık’ diyor.
“Kaç para?’
“50 lira.’
“Hemen 50 lirayı veriyor, evi tutuyor. Fıtnat Hanım, ‘Kime tutacaksın’ diye sormuyor. Merhumun efendisi Terzi Mehmet Ağabeyin asker arkadaşı ve komşusu olduğu için tanışıyorlarmış.
“Terzi Mehmet Ağabey eski ağabeyleri topluyor, ‘Hoca Efendiye evi tuttum, fakat yatak ve yorganı yok’ diyor. Ağabeylerin bazıları yatak, bazıları yorgan, kilim bazıları da somya ve hasır veriyorlar, evi hazırlıyorlar. Üstadımızı götürüyorlar. Üstadımız çok seviniyor, ‘Tam, tam benim arzu ettiğim ev’ diyor. O zaman oradan Antalya yolu geçmiyordu. Hep kavaklık, bahçelik idi.
“Hemen bizi çağırdılar. Ceylan Ağabey ve Abdülmuhsin’le birlikte Eskişehir’den Isparta’ya geldik. Abdülmuhsin’in yanında teksir makinası da vardı. Otuzuncu Söz ve Tiryak gibi eserleri teksir ediyorduk.
“Peygamberimizin merkadini Üstad’ın yattığı yerde gördüm”
“Bir gün ev sahibinin dünürü, yani gelinin babası, Terzi Mehmet Ağabeye geliyor, ‘Bizim kız küs, Hoca Efendi bunların arasını bulsun’ diyor. Terzi Mehmet Ağabey de geldi. Üstadımıza söyledi. Üstadımız da Tahiri Ağabeyle bizi aldı, merdivenden Üstadımızla beraber kapıya kadar indik. Kapıyı çaldık. Fıtnat Hanım geldi.
“Üstadımız, ‘Hemşire Hanım. misafirin hatırı kırılmaz, oğlunla gelinin arasını bul’ dedi.
“O da, ‘Pekiyi efendim’ dedi.
“Üstadımız odasına girince, ‘Bu kim?’ diye sordu.
“Tahiri Ağabey, ‘Sen bilmiyor musun?’ dedi.
“O da, ‘Hayır’ dedi.
“Bu Bediüzzaman Hazretleri’ dedi.
“O zaman Fıtnat Hanım şöyle dedi:
“Hoca Efendi buraya gelmeden bir hafta evvel, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin merkadını Hoca Efendinin yattığı yerde gördüm.’
“Fıtnat Hanım ondan sonra Nur Talebesi oldu. Üstadımız bize her zaman şöyle derdi:
‘Bir kadınla bir erkek ikisi yalnız konuşmasın, konuşulduğu zaman, ya kadın iki kişi olmalı veya erkek iki kişi olmalı, şer’an caiz değil.’
“Ders baklavası”
“Sabah dersinden sonra bize, ders baklavası diye bir teberrük verirdi. Yani bir elması varsa, bıçakla parçalayıp kur’a çekerdik. İlk kur’a kime isabet etse ilk sefer o alır, bazen bir salkım üzümü kaç kişi olsak kur’a çekerek paylaşırdık. Bazen Isparta’da yapılan beyaz kurabiye tatlısından aldırırdı. Dersi evvelâ Üstadımız okur, sonra sırayla hep okurduk. O zamanlar hatt-ı Kur’ân’dan ders yapardık. Yeni yazı eserler yoktu. Fakat lahika mektupları hem el yazısı, hem hatt-ı Kur’ân’la teksir edilerek çoğaltılırdı.
“O sırada Sebilürreşad gibi dindar mecmualarda Üstad’dan ve Risale-i Nur’dan bahisler çıkardı. Üstadımız onları bizlere yazdırırdı. Bazen güzel yazılar çıkarsa lahika olarak neşrettirirdi.
“Nurlarla iştigale ehemmiyet verirdi”
“Üstadımız Risale-i Nur’un neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte ve talebelerini daima teşvik etmekte idi. Bunun lüzum ve hikmeti ise şüphesiz izahtan varestedir.
“Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakîm’in bir mucize-i mâneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı mânevî bir atom bombası olarak; dinsizlik, imansızlık cereyanının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, tamir edip, iman-ı tahkikiden gelen muazzam bir kudret ve kuvvete istinadı, okuyanların, yazanların kalplerine kazandırıyor. Tefekkür-ü imânî dersi ile tabiiyyunun ve maddiyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor. İman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller gösterek izah ediyor. Risale-i Nur bu asrın idrakine, zamanın anlayışına hitap eden, bu zamanın ihtiyacına en muvafık tarzı gösteren, ders veren, doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarikiyla gelen, Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanın fehmine uygun mânevî bir atom bombasıdır.
“Hem Üstadımız mektuplarında, dahilde tarafgirâne adavet ve münakaşalara vesile olan fürüatla meşgul değil, belki ‘bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medâr-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas rabıta-yı uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya diniyenin umumunu tazammun eden vüs’at ve câmiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nevini teyit ve teşvik ettiğini cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan Risale-i Nur dersinin umum ehl-i iman ve İslâm’a şamil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine mektubunda devamla; ‘Hatta değil Müslümanlarla, dindar Hıristiyanlarla dost olup adaveti bırakmaya çalışıyorum’ diyor.
Ziyaretçiler
“Üstadımız ziyaretine gelenlere,
‘Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana dua edeceğim. Hadiste var: Gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbuldür. Bana ismimle dua et, ben de sana dua edeceğim.’
derdi. Ziyarete gelenler de, ‘Üstadım bize dua et’ derlerdi. Üstadımız da, ‘Bize dua eden, bizim dualarımıza dahil olur’ derdi.
Mezar taşlarının verdiği ders
“Yolculuk anında olsun, kırlarda gezerken olsun, rast gelen kabirlere dua ederdi. Bir gün,
‘Bu kabir taşları canlı birer muallim gibi ihtar ediyor. Bu kabir taşları, “sizler de buraya geleceksiniz” diye lisan-ı haliyle ders veriyor. Şimdi ise ehl-i dünya iptâl-i his nevinden kabirleri şehirlerin dışına çıkarıyorlar. Tâ ki ölümü hatırlamasınlar. Eskiden herkesin kabri evinin önünde idi. Sabahleyin kalktığında kabir taşlarını görünce Fatiha okuyordu. Kabir taşları canlı birer muallim vazifesi yapıyordu. “Siz de buraya gideceksiniz” diye ihtar ediyordu.’
diyerek bize ders verdi.
Cüz taksim ederek hatim yapma usulü
“Mübarek, mualla Üstadımız üç aylar girdiğinde Isparta’daki Nur Talebelerine hatim için Kur’ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav, Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi mübarek Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede her gün hatim indirilirdi. O zaman bütün duasını umum Nur Talebeleri namına Üstadımız yapardı. Başta Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve âli, ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur Talebelerine bağışlardı.
“İstikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum”
“Gece erken kalkar, teheccüd namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. O anda bizler giremezdik. Ancak dua bittikten sonra girebildik.
‘Hatta benim bir dua vaktim var, o anda melaike de gelse kabul etmem’ demişti.
‘Hem istikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum’ derdi.
“Üstadımız yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı.
“İsmen duaya ehemmiyet verirdi”
“Mübarek Üstadımızın Isparta’daki menzilinde baş ucunda beş metre uzunluğunda, bir metre eninde bir şecere vardı. Peygamberimizin (s.a.v) âl-i beytinden, evradlarında ism-i şerifleri olan zatların nereden geldiğini ayrı ayrı oklarla gösteriyordu. Çok arzu etmeme rağmen saymaya bir türlü muvaffak olamadım. Üstadımız dua ederken isim üzerine çok ehemmiyet verirdi. Bazı Nur Talebeleri, Üstadımızı ziyaret ettiklerinde Üstadımız isimlerini yazdırırdı. Başucuna koyar, o ismi ezberleyinceye kadar yanında muhafaza ederdi. Ve şöyle misal verirdi: ‘Nasıl ki bir yere mektup attığınızda zarfın üzerine güzel yazarsanız, gideceği yere güzel gider, dua ederken de ismiyle zikredilirse daha iyi olur’ derdi.
“Gıyâbî yapılan dua daha makbul olur”
“Üstadımız, ‘Hem gıyâbî yapılan dua daha makbul olur. Çünkü ben senin ağzınla günah işlemedim, sen de benim ağzımla işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbul olur. Dua bir iksirdir, toprağı gümüş yapar, gümüşü de altın yapar’ derdi.
Oruçta ve bayramda takvime göre amel ederdi
“Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt-ı Kur’âniyeye çevirttirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da Ramazan’da bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu. Üstadımıza söylerdik. O hiç ehemmiyet vermezdi. Hattâ bir gün Tahirî Ağabey, ‘Bugün Arabistan’da bayram’ dediğinde Üstad, takvimi göstererek; ‘Kardeşim ben Türkiye’ye göre amel ediyorum’ diye cevap verdi. Bilâhare bir dersinde, ‘Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur’ demişti.
“Camiye devam ediyordu”
“Üstadımız Emirdağ’a ilk geldiğinde hem cumaya, hem de vakit namazına camiye devam ediyordu. Sonra yeni gelen kaymakam hem vakit namazından, hem de cumaya gitmekten men etmiş.
“1953’te Isparta’ya vardığımızda her hafta Cuma günleri Ulu Cami’ye namaz kılmaya Üstadımızla beraber giderdik. Hattâ benim üzerimde Kore elbisesi vardı. Bir seneyi geçmişti. Emniyet müdürü, ‘Bunun müddeti geçti, çıkar’ dedi. Üstadımızsa çıkarttırmazdı. Eskiyinceye kadar çıkarttırmadı. Beni asker elbisesi ile götürürdü. Ulu Cami çok fazla kalabalık olmaya başlamıştı. Emniyet müdürü, Ceylân Ağabey ile beni çağırdı. ‘Hoca Efendiden rica ediyorum, çok kalabalık oluyor. Biz burada telaş ediyoruz’ dedi. Biz de aynen Üstadımıza arz ettik. Üstadımız, ‘Ben zaten Hanefi mezhebini takliden cuma namazını kılıyorum. Çünkü bizim Şafiî mezhebinde imam arkasında kırk kişi Fatiha okuması gerekir’ dedi. Barla’da ekseri vakitlerde Üstadımız hem vakit namazına, hem cuma namazına iştirak ediyordu.
Üstad’ın yemesi ve içmesi
“Üstadımız çok az yerdi, yediği zaman da beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi. Yemekten sonra da iki saat geçmeyince su içmezdi, saate bakar, on dakika da olsa, ‘Daha iki saat olmadı’ diye beklerdi. İki saat olduğunda su içerdi. Suyu çok soğuk içerdi. İlk zamanları malum buzdolapları yoktu. Üstadımız da çok soğuk suyu arzu ederdi. Suyun içine buz bulduğumuzda buz koyardık. Termosa çok zamanlar buz bulamıyorduk. Meselâ o zaman Isparta’da iki adet eczane vardı, birisinde buzdolabı vardı. Rica eder, parası ile ondan buz alırdık. Bol su ile yıkar, termosa doldururduk. Buzu termosa koyarken Üstadımız başımızda durur, ‘Ben de size yardım edeyim, ben de iştirak edeyim, bu iştirakten beni mahrum etmeyin’ derdi.
“İçeceği suya dikkat ederdi”
“Isparta’ya ilk vardığımız zamanlar suyu Kirazlıdere yolu üzerindeki Piri Efendi çeşmesinden getittirirdi. Çok güzel su, fakat fazla soğuk değildi. Ekseri, Üstad’ın çok sevdiği, yazın çok soğuk ve lezzetli, kışın da normal olan Sidre’den su getirirdik. Bazı gün akşam sabah iki sefer getirirdik. İki sene böyle devam etti.
“Sidre, Isparta’nın batısında yüksek bir yerdi. Isparta’nın meşhur evliyalarından, kırk günde bir yemek yiyen Osman Halit Efendi burada vakit geçirirmiş. O mübarek zat Üstad’dan haber verirken,
‘Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, fakat benim oğlum inşaallah görecek.’
demiş. Nitekim seneler sonra o zatın sözü tahakkuk etti. Oğlu Keçeci Mustafa, Üstadımıza talebe oldu ve onunla Eskişehir Hapishanesi’ne gitti.
“Bir gün, soğuk su içmesinin, zehirin tesirinden olduğunu söyledi. Kendisine zehir enjekte edilen iğnenin yeri, göğsünde hâlâ belli idi. Uzun zaman akmış. Bizim zamanımızda kurumuş gördük.
“Üstad çayı fazla içmezdi. Hararet olduğu zamanlarda, limonlu bir bardak ancak içerdi. Limonu çok severdi. Yemeklerinde de limon kullanırdı. Limon her zaman bulunmazdı. Limon bulunmadığı zamanlar çayına çok cüz’î limon tuzu kordu.
“Üstada nasıl yemek yapardık?”
“Üstad’ın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Sulu yemeklere muhakkak yoğurt katardı. Üstadımızın hiç dişi yoktu. Son dişi 1948’de Afyon Hapishanesi’ned düşmüş.
“Üstadımız yemekleri ekseri şu şekilde pişirttirirdi:
“Meselâ küçük bir sefer tasına az su koyarız. Bir çay kaşığı tereyağı, çok cüz’î tuz, beraber kaynamaya başladığında, yumurtayı kırarız. (Üstadımız yumurtayı yıkattırırdı.) Yumurtanın beyazı pişmeye başladığında içine ekmek doğrarız. Üstadımız kat’iyen yağı yaktırmazdı. Şehriye çorbası olsun, pirinç çorbası olsun, onlar da biraz su ile kaynamaya başladığında yumurtayı kırarız. Yumurtanın beyazı piştiğinde içine yoğurdu koruz, karıştırırız. Hafif kaynadığında indiririz. Üstadımız afiyetle yerdi.
“Üstad, sarımsağı hiç yemezdi. Bizler soğan kullanırdık yemeklere.
“Yarım ekmek alırdık (bazen de bütün). Bu ekmek bir hafta giderdi. Ekmeği getirirken ve alırken çok dikkat eder, beyaz torbanın içinde getirirdik. Nazardan ve zehirden çok sakınırdı. Çünkü Üstadımızı zehirlemek için çok desiselere başvururlardı.
Üstad’ın et ve meyve yemesi
“Üstadım on beş günde bir et yerdi. Taze koyun eti alır, çok pişirirdik, bazen de köfte yaptırırdık. Emirdağ’da Çalışkan hanedanının evine, yâni Ceylân Ağabeyin annesine, Isparta’da ise eve sahibesi Fıtnat Anneye yaptırırdı. Aldığımız kıymayı iki üç sefer makinada çektirirdik. Yoğurtlardan da inek yoğurdu yerdi. Koyun v.s. yoğurdu yemezdi.Yemeklerden sonra da Üstadımız muhakkak, az da olsa tatlı yerdi. Meselâ Isparta’da yapılan beyaz kurabiye çok yumuşak olurdu. Onu kaşıkla ezer, toz haline getirir, kaşıkla yerdi. Üstad kavunu da sever, kaşıkla yerdi. Üzümün kabuğunu ve çekirdeğini ayırır, domatesin de kabuğunu soyardı.
“Fıtrî uyku beş saat”
“Üstadımız, bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. Bize de derdi ki: ‘Fıtrî uyku beş saattir.’ Geceleri sabaha kadar dua, niyaz ve ibadette bulunurdu. Yaz ve kış âdetini hiç değiştirmez, teheccüd namazını devamlı kılar, münacaat ve evradların asla terketmezlerdi. Hem Isparta’da, hem Barla’da, hem Emirdağ’da, komşuları bizlere, ‘Ne zaman Üstad’ın evine geceleri baksak, Üstad’ın odasında ışık yandığını görür, hazin edasıyla dua ettiğini duyardık’ derlerdi. Üstadımız her zaman abdestli olurdu. Üstad duhâ namazını da hiç geçirmezdi. Bu namazı güneş doğduktan kırk beş dakika sonra kılardı.
“Boş vakit geçirmezdi”
“Hiçbir zaman mübarek vaktini boş geçirmez, ya okur ya tashihle meşgul olur veya okutturur, dinlerdi.
“Onunla birlikte olunca hiç yorulmazdık”
“Üstadımızın konuşmasında o kadar letafet vardı ki, o derece feyizliydi ki, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsak, yol yürüsek, zahmet çeksek, aç kalsak, içimizden zerre kadar sıkılma gelmez, hattâ bazen sıkıntılı hallerimizde Üstadımızın sima-i mübareklerine baktığımız zaman içimizde bir ferahlık gelirdi.
“Bize bir şevk, bir cevvaliyet gelir, gece-gündüz çalışsak, uyumasak yorgunluk hissetmezdik.
“Sadece Risale-i Nurla meşgul olurdu”
“Üstadımız Risale-i Nur’un hizmetini her şeye tercih ederdi. Hiçbir zaman başka kitablarla meşgul olduğunu görmedik. Daima Risale-i Nurların neşri, telifi, tashihi, okuması, yazması ve lahika mektupları gibi hizmetlerle meşgul olurdu. Bize de şu dersi verirdi:
“Bakın, ben başka kitaplarla meşgul olmuyorum. Siz de Risale-i Nur’dan başka kitaplarla meşgul olmayın. Risale-i Nur size kâfidir. Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kût ve nurudur.’
“Kalbimizden geçenleri bilirdi”
“Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, bizim haberimiz olmadan ufacık bir meseleyi bahane eder, şiddetle ikaz ederdi. Günler geçtikten sonra, mübarek Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. ‘Fesübhanallah, bu meseleden dolayı bizlere ders vermişti’ derdik.
“Temiz havayı çok severdi”
“Üstadımız temiz havayı çok severdi. Hemen hemen yaz-kış temiz hava almak için dışarı çıkardı. Üstadımızın hem güneş gözlüğü, hem şemsiyesi, hem de okuma gözlüğü vardı. Dışarı çıktığında muhakkak güneş gözlüğünü takar, şemsiyesini eline alır, çok dinç yürürdü. Üstadımız bizimle beraber yürümezdi. Bizler ya elli metre önden, veya elli metre arkadan yürürdük. Bazen fayton, bazen araba ile temiz hava almak için çıkardık.
“Eserlerin baskısını takip ederdi”
“Üstadımız eserlerin sıhhatine çok dikkat ederdi. Hattâ yeni harflere çevrilirken Tahiri Ağabeyle Ceylan Ağabeyi gönderir, ‘Çok dikkat edin’ derdi.
“Risale-i Nur Külliyatı’nın 1955’ten sonra yeni harflerle Ankara, İstanbul, Antalya ve Samsun’da basılmaya başlandığında Üstadımız âdeta bayram ediyordu. ‘Risale-i Nur bayramıdır’ derdi. Sözler mecmuası ilk matbaaya verildiğinde, ‘Ben bunu bekliyordum. Bu bitsin, ben âhirete gideceğim’ dedi. O bitti, Mektubat başladı, ‘Bunu da görsem gideceğim’ dedi. Ondan sonra Lem’alar, İşarâtü’l-İ’caz, Mesnevî-i Nuriye, Asâ-yı Mûsa, Şûalar, Tarihçe-i Hayat ve en son Bediüzzaman Cevap Veriyor basıldı. Her kitap baskıya verildiğinde, ‘Ya Rabbi, bunu görsem gideceğim, bu günleri bekliyordum’ derdi.
“Hattâ bir gün Sözler mecmuası ilk çıktığında Said Özdemir kardeşimiz Üstadımıza göndermişti. Üstadımız çok sevindi. Ağabeyimize hediye etmek istedi. O da ‘Üstadım, bu yeni yazıya nasıl müsaade ettin?’ dediğinde Üstadımız, ‘İmanı kurtarmak lâzım, bunu Maarif’le Diyanet basıyor’ dedi. Said Özdemir kardeşimiz o zaman Diyanet İşlerinde memurdu. Atıf Ural Hukuk Fakültesi’nde talebe, Tahsin Tola da milletvekili idi. Bunlar beraber basıyorlardı. Üstadımız onu kastederek, ‘Diyanet ve Maarif basıyor. İmanı kurtarmak lâzım’ diyerek ağabeyimize ısrarla verdi. Ağabeyimiz almadı. ‘Kardeşim, sizin çekirdekleriniz meyve oldu, meyveler ağaç oldu. Bunlar hep sizin hizmetiniz’ dedi. Fakat mübarek ağabeyimiz yine almadı.
“Kırmızı cildi tercih ederdi”
“Mecmualar ciltlenip geldiğinde Üstadımız bayram ediyordu. Cilt işleri İstanbul’da yapılırdı. İstanbul’daki neşriyatı Ahmet Aytimur kardeşle Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci kardeşlerimiz beraber yaparlardı. Ankara’daki neşriyatı ise, Said Özdemir, Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Tahsin Tola beraber yaparlardı. Üstadımız kırmızı ciltleri tercih ederdi. Formalar gelmeye başladığında, Üstad hâtt-ı Kur’ânla takip eder, bizler de yeni yazıyla. Her mecmua matbaada basılıp ciltli olarak geldiğinde, kapağından başlar, baş sahifesinden sonuna kadar o mecmua bitinceye kadar derslerimizi ondan yapardık. O mecmua bittiğinde sırasıyla diğer mecmuaları okurduk.
Arabî Mesnevi-i Nurîye’den ders
“Risaleler yeni yazıyla basılmadan evvel 1953’te Isparta’ya vardığımızda Üstadımız Arabî Mesnevi-i Nuriye’den derse başlamıştı. Çok güzel izah ediyordu. Âdeta yirmi yaşındaki genç ve faal birisi gibi beş-altı saat derse devam ederdi. Okudukça gençleşiyordu. Bizler tahammül edemezdik. Sabah namazından sonra başlar, tâ öğle namazına kadar sürerdi. Bu derslere Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Ceylân Ağabeylerle beraber iştirak ederdik. Arabî Mesnevi-i Nuriye’yi üç sefer okuduk. İşaratü’l-İ’caz’ı da yarısına kadar aynı şekilde okuduk. Yarısından sonrasını, Üstadımız Çamdağı’nda ve Barla’da Zübeyir ve Sungur Ağabeyle, Ziya Arun kardeşimizle bize okuttular. Isparta’da okuduğumuzda bazen Sungur Ağabey gelir, birkaç gün kalır, Üstadımız Risale-i Nur hizmetleri için, kendisini Ankara’ya gönderirdi. Mustafa Ezener Ağabey de bazen iştirak ederdi. Bu ders çok feyizli olurdu. Üstadımız, Ceylân Ağabey gelmeyince derse başlamazdı. İçimizde Arapça’yı en güzel anlayandı.
“Eserlerin tashihine çok önem verirdi”
“Risale-i Nurlar, yeni yazıyla Ankara ve İstanbul’dan geldiğinde tashih eder, tashihten sonra, eğer elle gelmişse elden, posta ile gelmişse posta ile acele gönderdik. Gelen formaların tashih işlerini bitirip göndermeyince, hiçbir işe bakmaz ve baktırmazdı. Âdeta asker gibi veya saat gibi dakikti. Bir hizmeti anında yaptırırdı. Kırlara gittiğimizde bazen, ‘Hemen döneceğiz’ derdi. Bakardık ki, Ankara’dan veya İstanbul’dan bir üniversiteli kardeşimiz gelmiş, formaları getirmiş, Üstadımızı bekliyor. Hem formayı getirir, hem Üstadımızı ziyaret ederdi. Üstadımız yüksek tahsil gençliğine çok önem verir, daima onları Risale-i Nuru okumaya teşvik ederdi. Formalar tashih olduktan sonra yerlerine gönderilince posta ile gitmişse, telefon ettirir, yerine ulaştığını öğrenince rahatlarlardı. Biz de gönderdiğimizde Üstadımıza tekmil verirdik. ‘Posta veyahut filanca şahısla gönderdik, Üstadım’ derdik. Hizmeti, vaktinde ifa ettiğimizden Üstad da memnun olurdu.
“Risale-i Nurların neşrine çok sevinirdi”
“Risale-i Nur matbaalarında neşr olunmaya başladığında Üstadımız yerinde duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet… Sevincinden âdeta yerinde duramıyordu. Öyle haller oldu ki, dünyayı tayeran etmek istiyordu. Bazen yaya, bazen vasıta ile Isparta’nın gül bahçelerine, bazen Kirazlıdere, Ayazma, Gölcük, bazen Eğirdir Gölü kenarlarına, Barla bahçelerine, Karakavak, Kabristan, Karadut gibi Nur’un menzil ve menzilciklerine gider, gezer, dolaşır, dönerdik. Üstadımız Eğirdir’den Barla’ya atla giderdi. Birimiz atı çeker, birimiz Üstadı tutar, birimiz de Üstadımızın ibrik, termos, seccade gibi eşyalarını taşırdık. Barla’ya vardığımızda yorgunluk, hastalık dinlemezdi. Hiçbir zaman Üstadımızı boş dururken görmedik. ‘Geliniz, biriniz bana ders okuyun, biriniz suya gidin, biriniz de yoğurt, yumurta bulun, yemek yapın’ derdi.
“Bir saat mesafede Çam Dağı yolu üzerinde Güdük suyu vardı. Suyu bazen oradan, bazen de Karakavak gibi yerlerden getirirdik. Karakavak veyahut Güdük suyundan geldiğimizde bazen Üstadımız, ‘Hazır olun vasıtaya bakın, Ankara, İstanbul’dan formalar gelmiştir. Hemen gideceğiz’ derdi. Eğer vasıta bulmuşsak, vasıta ile Eğirdir’e kadar giderdik. Gidip gelirken yollarda Üstadımız, ders okutturur, dinlerdi. Çam Dağı’na çıkarken de okuttururdu. ‘Maşaallah, çok güzel istifade ettik seyyar medresemizde’ derdi.
“İşlek”
“Üstadımız, Barla civarında fazla merkep kullandığı için, ‘Bunlara eşek demeyin, hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır’ derdi. Üstadımız her gün şemsiyesini alır çıkar, bizler de arkasından giderdik.
“Isparta’nın yakın menzillerine veya Isparta’ya nazır tepelere çıkar, oralardan Isparta’yı temaşa ederdi. Bazen yol kenarlarındaki asmaların salkımlarını saydırırdı. Ondaki sanat-ı İlâhiyeyi izah ederdi. Üzümlerin kudret helvası olduğunu söylerdi. Sidre ve Ayazma ağaçlık yerlerdir. Ispartalılar Cuma ve Pazar günleri istirahat için oralara giderlerdi. Halkın olmadığı günlerde biz de Üstadımızla oralara giderdik.
“Hocam beni affet”
“Bir gün Ayazma’da Üstadımız arabanın içinde Cevşen okuyordu. Bizler de etrafında ayrı ayrı yerlerde Nurlardan okuyorduk. O anda bir sarhoş, ‘Hocam beni affet, bana dua et’ diye bağırarak Üstadımıza doğru yürüdü. Ben bırakmadım. Üzeri fena kokuyordu. Üstadımız, ‘Bırak gelsin’ dedi. Üstad’ın yanına beraber gittik, Üstad’ın ellerine sarıldı, ‘Hocam beni affet, bana dua et’ dedi. Hakikaten, mübarek Üstadımız da dua etti. ‘Ya Rabbi, bu kardeşimizi kurtar’ diyerek okşadı. ‘İnşallah kurtulursun’ dedi. Bir ayda onun kurtulduğunu haber aldık. Kendisi tenekecilik yapardı.
“İnşaallah kurtulursun”
“Yine bir gün akşamüstü Sidre’den Üstadımıza su getiriyordum. Akşam namazı olmuştu. Kapının önünde beli bükülmüş yetmiş-seksen yaşlarında iki kadın duruyordu. Kapı açık vaziyette ve biri kapının iç tarafında idi. Çok taaccüp ettim. Bizim kapı daima kapalı idi. Kapı nasıl açılmıştı da bunlar içeri girmişti? Bir sarhoşu da merdivenlerden çıkarken yakaladım. Çok hayret ettim. O saatlerde bizim kapı muhakkak kilitli olurdu. Sarhoşla münakaşamıza Tahirî, Zübeyir ve Ceylân ağabeyler geldiler, onlar da hayret ettiler. Üstadımızın odasında akşam namazı kılıyordu. O vakitlerde evimizin önünde daima polis beklerdi. Allah’tan ki, o anda onlar da yokmuş, olsaydılar kim bilir ne iftiralar uydururlardı. Kadınları dışarıya çıkardık. Sarhoşu da Üstadımıza anlattık. Üstadımız da çok taaccüp etti, şefkatle dua etti, ‘İnşaallah kurtulursun’ dedi. Sarhoş merdivenden bağırarak indi. ‘Baba beni kurtar, baba beni kurtar’ diyordu. Bir zaman sonra annesiyle, teyzesini gördüğümüzde, evlâtlarının kurtulduğunu söylediler. ‘Allah razı olsun, sizden ve Hoca Efendiden, çocuğumuz kurtuldu’ diye bize dua ediyorlardı.
“Jip almaya karar verdik”
“Mübarek, mualla Üstadımız Isparta civarında gezerken çok yorulurdu. Dönüşünde bize, ‘Beni düşünemiyorsunuz, ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam, vasıta bulun’ derdi. Bizler de vasıtayı her zaman bulamazdık. Mübarek Üstadımız ise, her gün gezmek istiyor. Bazı günler vasıta buluyoruz, bazı günler de bulamıyoruz, yani parasızlıktan bulamıyoruz. Bulduğumuz vasıtaların yarısını da, Allah rahmet eylesin, kahraman Tahirî Ağabeyimiz temin ederdi.
“Üstadımızın ruhunda bir cevvaliyet vardı. En uzak yerlere gitmek ister, yüksek tepelere, tenha yaylalara, ağaçlık yerlere gitmek arzu ederdi. Bazen, ‘Emirdağ’a gideceğim’ derdi. Otomobilciler de fazla para isterdi. Üstadımıza, bu kadar para istiyor dedimizde iktisadına muhalif olduğu için müteessir olurdu. Gezmezse rahatsız oluyor, gezmeyi çok arzuluyordu. Çoğu zaman ayakları ağrıyordu. Bizler de Üstadımızın dizlerini, ayağını ovalıyorduk. Mübarek, muazzez Üstadımızın gözlerinden yaşlar geliyordu. Üstadımızın bu hali bizleri fazlasıyla müteessir ediyordu, ne yapacağımızı şaşırıyorduk. Üstadımızın bu hallerine tahammül edemedik.
“Merhum Zübeyir Ağabey, merhum Tahirî Ağabey, merhum Ceylân Ağabeyle beraber meşveret ettik. Emirdağ’dan Osman Çalışkan Ağabey ve Mehmet Çalışkan Ağâbey, İnebolu’dan Çelebi Ağabey, Isparta’dan Rüştü Ağabey, Çolak Nuri Ağabeylerle beraber konuştuk. En ucuzundan bir araba almaya karar verildi. Bu kararı Üstadımıza söylersek kabul etmezdi. Ağabeyler şöyle bir karar verdiler. ‘Üstadımıza şimdilik bir jip alalım’ dediler.
“Emirdağ, İnebolu ve Isparta Nur Talebelerini himmeti ile on sekiz bin liraya bir jip alındı. Emirdağlı Mahmud Çalışkan kardeşimiz de şofördü. Onu Isparta’ya getirdik. Arabayı Mahmud’un üzerine yaptırdık. Mahmud hem piyasada çalışıyor, hem de Üstadımıza hizmet ediyordu. Kendine hizmeti esnasında Üstadımız benzin parasını verirdi. Ehl-i dünya da fazla şüphelenmedi. Çünkü Mahmud piyasaya da çalışıyordu. Üstadımıza rica ettik. Üstadım Mahmut Isparta’da çalışacak, sizi’de istediğiniz zaman gezdirecek. Mahmut bizim yanımızda kalsın’ dediğimizde ‘Üstadımız kabul etti ve Mahmud da bizimle beraber kalmaya başladı. O zaman Üstadımız biraz rahatladı. Bu jiple bir sene devam ettik.
“Arabayı değiştirdik”
“Türkiye’de o zaman, malûm, yollar çok bozuktu. Asfalt filan yoktu, yine aynı ağabeylerle meşveret edildi. Jipi satıp bir taksi almaya karar verildi. Jipi on dokuz bin liraya sattık. On bin lira da ödünç para bulduk. Yirmi dokuz bin liraya 1953 model Chevrolet araba aldık. (Boyacı Hüsnü Efendi, Mahmud ve Ceylân kardeşlerle beraber, Ankara’dan aldık.) Araba yine Mahmud Çalışkan’ın üstünde idi. Bilahare Ceylân Ağabey şoför oldu. 1958’de Ankara hapsinden çıktıktan sonra Üstadımız bana, ‘Keçeli, keçeli, benim şoförüm sen olman lâzımdı’ dedi. Ben de ‘Üstadım on beş gün izin ver, ben şoförlüğü öğrenirim’ dedim. Üstadımız da, ‘Sana bir ay izin veririm, öğren’ dedi. Ben de Samsun’a gittim. Samsun ve Bafra’da çalıştım. Bir ayda şoförlüğü öğrendim. Sinop’tan ehliyet aldım. Bir kaç sefer imtihana girdim. Direksiyondan verememiştim. Son gün Üstadımı rüyamda gördüm. Bana yarım bir ehliyet verdi ve ertesi gün çok güzel muvaffak oldum.
“1958’de Hüsnü kardeşimiz de askerlik yaparken şoförlüğü öğrendi. Ceylân Ağabey de şofördü. Ceylân Ağabey çok şakacı, latifeci ve zeki idi. Isparta’dan Emirdağ’a gelirken, ‘Ben sizden hem eskiyim, hem de şoförlükten ustayım, yolun yarısına kadar ben kullanacağım, yarısından sonra da siz kullanacaksınız’ diye latife etti. Ben de yeni öğrenmiştim.
“Seni şoförlükten men ettim”
“Bir gün Emirdağ’dan Çifteler’e kadar arabayı ben kullandım. Çifteler’e Üstadımıza kar almaya gitmiştim. Arabayı şehrin ortasına koymuştum. Arabada Zübeyir Ağabey, Ceylân Ağabey, Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın yanında idi. Ben gelinceye kadar, halk toplanmış, fazla kalabalık olmuş, ben geldiğimde Üstad hiddet etti. ‘Bu halkı niye böyle topladın? Bu kalabalıktan ben çok sıkılıyorum. Seni şoförlükten men ettim. Sana şoförlüğe izin yok’ dedi.
“Mahmudiye’yi geçtikten sonra Sakarya Nehrinin kenarında yeşillik, ağaçlık bir yerde söğütlerin altında Üstadımız, bana hususî olarak bir saat ders verdi. Hüsnü ile Ceylân Ağabeyi Eskişehir’e gönderdi. Zübeyir Ağabeyi de ayrı bir yere gönderdi. Bana o zaman hususî olarak ‘Evlâdım ben seni şoförlükten men ediyorum, ben sana şahsım için şoförlüğe izin vermiştim’ dedi. Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti: ‘Evlâdım, Adnan Menderes gelse, ‘Said, Bayram’ı bana şoför ver de Risale-i Nur Külliyatını bastırırım’ dese yine izin yok’ dedi. ‘İleride küçük bir araba alacağım, beraber gezeceğiz’ diye beni teselli etti. Bu sözleri ile bana çok iltifat etti. Ben de çok fazla üzülmüştüm. Üstadımız’dan Allah ebediyen razı olsun. Kim bilir şoförlük yapsaydım, belki de kendimi muhafaza edemeyecektim. Çünkü şoförlüğe karşı çok zafiyetim vardı. Üstadımız, ‘Seni şoförlükten men ediyorum. İleride Ceylân’la Hüsnü’yü de men edeceğim’ dedi. Üstadımızın vefat etmesine birkaç ay kala Ceylân Ağabeyin babası araba almıştı, oraya gitmişti. Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın şoförlüğünü yapıyordu. Hattâ en son Urfa’ya Hüsnü kardeşimiz götürdü.
Halk Partililerin dedikodusu
“Sırası gelmişken şurasını da belirteyim ki: O zamanlar Halk Partililer çok dedikodu yaptılar. Bu arabayı kim aldı? Bediüzzaman’a Menderes araba aldı. Hediye etti gibi… Çok yollardan dedikodu yaptılar ve çoklarına sorarlar ve sordururlardı. Bu arabayı kim aldı? v.s.
“O zamanlar bizi, emniyetten çok sık takip ederlerdi. Emniyetin eski bir jipi vardı. Bizi bir türlü takip edemezdi. Birçok zaman tehdit ederlerdi. ‘Fazla süratli gitmeyin ve bize gideceğiniz yeri söyleyin, yola çıkmadan evvel bize haber verin’ gibi ikazlarda bulunurlardı. Biz hiç ehemmiyet vermezdik.
“Karşılıksız hediye kabul etmezdi”
“Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat düsturunu harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü,
‘Benim mesleğim sahabe mesleği, aç kalmak var, hapis var, zahmet var, var, var…’ derdi.
Mübarek, muazzez Üstad hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut bir teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. ‘Benim kaidem bozulur, bana dokunur’ derdi. Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden dahi almazdı. Üstadımızın bu hallerini görenler, ‘Kimseden hediye almıyor da nasıl geçiniyor’ diye soruyorlardı. İktisat ve bereket-i İlâhiyeye mazhar oluşunun çok hikmetleri vardı.
“Kağıt para taşımazdı”
“Üstad kâğıt para taşımazdı. Bir krem kutusu içinde bozuk para bulundururdu. Bizler su getirsek dahi mukabilini verirdi. Çok basit giyinir, ucuz dokumaları tercih ederdi. Onun için masrafı olmazdı. Bizlere günde otuz kuruş tayinat verirdi. Bunlar eserlerinden alınan te’lif hakkından idi. Bu âdet, Üstadımızın vasiyetlerinde vardı. O zaman ekmek otuz kuruştu. Üstadımızın vasiyetleri üzerine inşaallah bu devam edecektir.
“Kâinatı tefekkür ederdi”
“Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken ‘Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun’ derdi. Bütün mahlûklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; ‘Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır’ derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddi alakadar olur, ‘Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san’atı sizlerden geri görmüyorum’ derdi.
“Hayvanlara karşı çok müşfikti”
“Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetti.
“Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırır, konuşurdu. ‘Beş vakit namazınızı kıldığınız zaman, sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir. Bundan hasıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer. Bu hayvancıkları incitmeyin’ diye çobanlarla çok şefkatli konuşurdu.
“Cemaatle namazda imamlık ederdi”
“Kırlara gittiğimizde hiç boş durmazdı. Daima Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delail-i Nur, Hülasatü’l-Hülâsa, Hizbi’n-Nuriye, Tahmidiye ve hususan Sekine’yi hiç bırakmazdı. Onu her gün okurdu. Hattâ bazen çay içerken bile okurdu. Risale-i Nurları ya tashih ederdi veya bizlere Risale-i Nurlardan okutur, kendisi dinlerdi. Tefekkür ederdi. Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, ‘Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem’ derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi. Kırlarda kuşları, böcekleri hiç incitmez ve incittirmezdi.
“Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor”
“Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rasgele ağaçları kesmemize mani olurdu, ‘Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor’ derdi.
“Fareler Nurları yemezdi”
“Isparta’daki evde, tavanda eserler vardı. El lambası ile eserlere bakıyordum. Fareler eserlere zarar vermesin diye, bir de baktım Üstadımız da tavana geldi. Tavan yüksek olup, merdivenlerle çıkılırdı. Üstad ‘Keçeli, keçeli, ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Üstadım, fareler eserlere ilişmesin diye bakıyorum’ dedim. Üstadımız, ‘Onlar bize ilişmez. Eğer bizde bir kabahat olmazsa bize ilişmezler’ dedi. Hakikaten fareler eserlere hiç ilişmezdi. Bazen Nurların yanında başka mecmular ve gazete filan olurdu, fareler onları parça parça ederdi, fakat Nurlara hiç ilişmezlerdi. Bu neviden çok hâdiseye şahit olduk. Üstadımız bu nevi kerametleri istemediği için bu hâdiseleri yazmıyorum.
“Dindar öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi”
“Üstadımız, muallimler ziyarete geldiklerinde onlarla çok fazla alâkadar olurdu.
‘Şu zamanın dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum, çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş, muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-i safilindedirler. Ortası yok’ derdi.
“Onun için dindar muallimlere çok ehemmiyet veriyordu. ‘Eğer vaktim olsa, her gün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım’ derdi. Muallimlere ders verirken merhum Hasan Feyzi, Mustafa Sungur, Abdurrahman YÜKSELgibi zatları misal verirdi ve ‘Sizleri de onlar gibi kabul ettim’ derdi. Hem, ‘Mustaf Sungur’un okuması mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfi hükmüne geçti, onun okuması maarif-i İlâhî hükmüne geçti’ derdi.
Mektuplar
“1953’e kadar Üstadımız Emirdağ’da iken muhabereyi Hüsrev Ağabey yapardı. Mektupları Üstadımız Isparta’ya gönderir, Hüsrev Ağabey de mumlu kâğıda yazar, Sav’a gönderir, Sav’da teksir olur, muhabere edilen merkezlere Isparta’dan gönderilir veyahut Eğirdir vesaire yakın postanelerden gönderilir. O zamanlar çok sıkı takibat vardı. Hattâ mübarek Hüsrev Ağabey, risaleleri teksire yazarken, yatak dolaplarında sabahlara kadar mumlu kâğıda yazar, gece gündüz dâmia tarassut altında çalışırdı. Hüsrev Ağabeyin yanına gelen-gidene çok dikkat ederdi. 1953’te Isparta’ya vardığımızda Hüsrev Ağabey mumlu kâğıda yazar, Abdülmuhsin, Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabeyle birlikte teksirle çoğaltırdık. Bu bir kış devam etti. Bazı mecmuaları neşrettik. Ekseri büyük mecmualar Sav’da teksir oldu. Sav’dan sandıklarla İstanbul’a cilde gönderirlerdi. Ciltten geldiğinde de hiç bilinmedik adreslere gelirdi, o zamanlar açıkta kitap gezdiremezdik. Hem de her yerde okuyamazdık, daima Nur Talebeleri tarassut altında idi.
“Risale-i Nurlar matbaalarda Latin harfleri ile neşriyata başladığında (1954-1957), her gün bir vesile ile Üstadımız ders verirdi. Hiç boş durmuyordu.
“Siyasilere ders verirdi”
“Hayat-ı içtimaiyeye dair mektuplar, siyasilerle muharebeler, lahika mektupları devamlı neşrediliyordu. Isparta’ya vardığımızda hem teksir, hem neşriyat, hem o zamanki particilerle merhum Tahirî Ağabey, Tenekeci Mehmet Efendi, Terzi Mehmet Efendi, merhum Zübeyir Ağabey, merhum Rüştü Ağabeyler o zaman parti başkanı olan Mehmet Tokalar ve parti ileri gelenlerinden Süreyya Demiralay, Hilmi Dolmacı, Celâl Bey gibi zatlarla temas ediyorlardı.
“Üstadımız onlara Risale-i Nur’dan dersler verirdi. Hem hayat-ı içtimaiyeye dair mektup lahika olduğundan, onlara bir bahane ile verdirir, okuttururdu. Üstadımız Üçüncü Said devrinde hayat-ı içtimaiye ile meşgul olurdu. Çok zaman, sabah namazından sonra ‘Bana ihtar olundu,’diyerek, ‘kalem kağıt getirin’ der, çok süratli söylerdi. Ekseri Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey yazarlardı. Bağdat Paktı meselesinde Üstadımız çok sevindi. Başbakan ve Reis-i Cumhura mektuplar yazdı. O mektupları aynı zamanda lahika olarak neşretti. Üstadımız kendisini ziyarete gelenlere Bağdat Paktı meselesini anlatıyordu.
“Erzurum Üniversitesi ile çok alâkadardı”
“Erzurum Üniversitesinin açılışı ile çok fazla alakadar oldu. Üstadımız, ‘O üniversiteye benim ismim verilmesi lâzım. Fakat Mustafa Kemal’le beni barıştırmak için, onun ismini verdiler’ demişti. Meselâ Reis-i Cumhura yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteyi sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün Şark hocaların ıminnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan ve devlete, bu millete bu azim faideli hizmeti netice verecek.Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacaktır. Çünkü, hariçteki kuvvet tahribât-ı mânevidir. O mânevî tahribata karşı atom bombası ancak mânevî cihetinde, mâneviyattan kuvvet alıp tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da Avrupa’da bu meseleye dair istişareye mecbur bildiğimizden… Elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizlerden bekliyoruz.’
“O zamanki müspet siyasilerle konuştuğunda, ‘Size kat’iyen ve çok emarelerle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir’ diye ders verirdi.
“Bizi daima ikaz ederdi”
“Üstadımız bizlere her vesile ile, sadakat ve dikkat hususunda daima tahşidat yapardı.
‘Dikkat edin, ben sizlerin nefsinizi itham etmiyorum, ama aldanabilirsiniz. Sizler herkesten ziyade çok dikkat etmeniz lâzım ve elzem. Hususan Risale-i Nur’un meslek ve meşrebine, benim tarz ve meşrebime sadık kalacaksınız’
derdi. Bizlere bu hususta çok tahşidat yapardı. Sık sık ders verirdi. Bilhassa merhum Ceylân Ağabeye, Zübeyir Ağabeye ve bana mükerrer ders verirdi.
Polislere nasihatı
“Polisler, Üstadımızı ziyarete geldiklerinde, veyahut taharri için geldiklerinde, bir vesile ile muhakkak onlara ders verirdi. Dindar bir polis memurunun, eski zamandaki çok mübarek zatlar gibi hayr-ı azim kazandıklarını; bilhassa farz namazını kılan bir polis memuruna, eskisinden çok fazla ihtiyaç olduğunu söylerdi:
‘Ben derim: Bu zamanda hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebâirden kendilerin muhafaza ve feraizi yapmasını, vazifeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyac-ı şedid var. Tâ ki karşısındaki mânevî tahribatçılara karşı âsâyiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifeleri tam yapabilsinler.’ (Emirdağ Lahikası-II, 68. Mektup)
“Karşılığını vermezsem olmaz”
“Üstadımız, bazen yaya gittiğinde yollarda şoförler rastlarlardı. Hemen dururlar, ısrar ederler, ‘Hocam, buyurun arabamıza’ derlerdi. Bindirmek için ısrar ederlerdi. Üstadımız da biner ve ‘Mukabilini vermezsem olmaz, benim kaidem bozulur’ derdi. Muhakkak ücretini verirdi. Ve, ‘Şoförlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız da ibadet yerine geçer’ derlerdi.
“Bazen kırlarda, bahçe kenarlarından geçerken bahçe sahipleri meyve getirirlerdi, ısrar ederlerdi. Üstadımız bazen hatırlarını kırmazdı, çok az alır, mukabil parasını verirdi. ‘Mukabil parasını vermezsem, bana dokunur, benim kaidemi bozmayın’ derdi.
“Hattâ bizden bir şey alsa, muhakkak mukabilini verir, bizimle pazarlık ederdi. ‘Bunu bu fiyata bana sattınız mı?’ diye sorar, biz de, ‘Sattık’ derdik. Yemek, içmek, yatmak hususlarında sünnet-i seniyyeye harfiyen ittiba ederdi. Çok sâde yerdi.
“Çok temiz giyinirdi”
“Ekseri beyaz giyinirdi. Temizliğe çok riayet ederdi. Bizler çamaşırının hangisi yıkanmış, hangisi yıkanacak olduğunu anlayamazdık. Çoğu zaman tereddüde düşerdik. Haftada bir yıkanırdı. Çamaşırlarını sık sık değiştirir, fazla elbise bulundurmazdı. Üstad, Şafiî olduğu için çamaşır yıkadığımızda ıslak çamaşıra başımız veya elimiz değse tekrar yıkatırdı.
“Fazla olan neyi varsa, sattırırdı. ‘Hediye almayan, hediye vermez’ derdi. Eşyalarının namaz kılına satılmasını söylerdi. Fazla fiyata da sattırmazdı.
“Kokulardan gül yağını kullanırdı. Başka koku kullanmazdı. Sarımsağı kendisi hiç yemediği gibi, bizlere de yedirmezdi. Hattâ yirmi dört saat önce yemiş olsak dahi anlar, yanına almazdı. Yün çorap ve lâstik pabuç giyerdi.
“Çok zayıf olduğu için, kışın çok üşürdü. Pamuklu giyerdi. Yemeklerinde kullandığı kaplarına çok dikkat ederdi. Meselâ; biz, kendi yemek ve çaydanlığımızın kapağını ters koymuş olsak veya kaşığımızı yere koysak, Üstadımız da görse, darılır, ‘Kendine bakmayan, bana bakamaz’ derdi.
“Çok zayıf olduğundan ekseri sobasını yakardık. Temiz havayı çok severdi. Akşam ve sabah pencereleri muhakkak açtırır, evi havalandırırdı.
“Namazı, vaktinde ve huşu içinde kılardı”
“Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, ‘Allahü Ekber’ dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı.
“Üstadımız namaz vaktinde çok dikkat ederdi. Namazı vaktinde kılardı. Meselâ, Isparta’dan çıktığımızda, Emirdağ’a beş dakika sonra varacak olsak bile, Üstadımız saate bakar, kış, fırtına olsa beklemez, hemen namazı vaktinde kılardı. Kırlarda olsun, yolculukta olsun, namazı vaktin evvelinde kılardı. Bu mevzuda şöyle buyuruyor:
“Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde âlem-i İslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı kübra namaz kılıyor. O cemaatte herbir adam umum cemaate dua ediyor. “İhdine’s-sırata’l-müstakim’ (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Her biri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur.”
“O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesini alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına karavanasını götürmeyen, tayınatını alamadığı gibi, cemaat-ı kübrânın mânevî matbahında kaynayan, mânevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatin ordusuna iştirak etmiş olmakla ve dualarına amin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.’
“Hayrınız büyük, hatanız da…”
“Bazen hatalarımız olurdu. Yine bir hatamız olmuştu. Sidre mevkiinde Zübeyir Ağabeyle suya gitmiştik. Üstadımız da okuyordu. Biraz geç kalmışız. Üstad da merak etmiş. Baktık ki şemsiyesini eline almış geliyor. Bize, ‘Niye geç kaldınız?’ diye hiddet etti, bizi ikaz etti, dersler verdi:
“Ben sizin hatırınız için kırk senelik kaidemi bozdum. Ben siz yokken kimseyi devamlı yanımda bulundurmuyordum. Kimseyi yanımda yatırmazdım. Akşam kapıyı içten ve dıştan kilitleyip, sabah açıyordum. Sizin hatırınız için kaidemi bozdum. Eğer siz benim hizmetimden giderseniz, ben eski hayatıma döneceğim.”
“Siz mecbursunuz, benim meslek ve meşrebimi ve Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini benden gördüğünüz gibi muhafaza etmeye. Ben sizinle iktifa ediyorum. Siz de Risale-i Nura kanaat ediniz. Siz zaten dünyada ücretinizi almışsınız. Başta Müslüman olduğunuz için, ikincisi Risale-i Nur Talebesi olduğunuz için, bana hizmetkâr olduğunuz için… Bilhassa çok dikkat etmeniz lâzım. Sizin hayrınız da çok azim, hatanız da… Onun için sizin daha çok dikkat etmeniz lâzım.’
“Nur dersinde dost düşman ayırt edilmez”
“Üstadımız her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda ders verirdi:
‘Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok. Ehl-i dünya Nur Talebelerinden hiç evham etmesinler. Çünkü bizim hizmetimiz dünyevî değil, uhrevîdir. Risale-i Nur, rıza-i İlâhiden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Çünkü iman dersi için gelenlere, tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste fark etmez.’
Hattâ bir gün bize, ‘M. Kemal’in oğlu da olsa, Abdülmecid’in oğlu ile Nur dersinde beraber hissesini alırlar, hiçbir zaman tefrik olunmaz. Halbuki siyaset, tarafgirlik bu mânâyı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki Nurcular, emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle bir nevi siyasete teması var.’
demiştir. Bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini, mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.
“Küfür ile iman ortası yoktur”
“Bir zaman İstanbul Üniversitesi’nin profesörlerinden birisi Üniversitenin açılışında o zamanki Maarif Vekiline -Anadolu’daki Nurcuları kastederek- ‘Din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz’ demesine mukabil, o zamanki Maarif Vekili Tevfik İleri, ‘Eğer dediğin, o cereyan Nurcular ise, ne siz, ne de Avrupa onun mağlup edemez’ demişti. Üstadımız bu söz üzerine meslek ve meşrebine muhalif olarak,
‘Eski Said’in kafasını bir-iki dakika başıma alarak diyorum ki:
“Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmliyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol ortası üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp, komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman, hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup, tam anarşist olur.”
“İnşaallah Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkân da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar, sağ ve sol tabiri yerine hak ve hakikat, Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlakadan ve anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh-u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.’
şeklinde beyanatta bulunmuştur.
“Reyimizi kime verelim?”
“Nur Talabeleri gelip, Üstadımız’dan soruyorlardı:
“Üstadım reyimizi kime vereceğiz?’
“Üstad Hazretleri de bunlara şu cevabı veriyordu:
“Demokratlar parmak kesiyor, Halk Partisi ise bilek kesiyor. Nur Talebeleri ehven-i şer olarak Demokratlarla rey veriyorlar.’
derdi. Bu meseleye böylece işaret ediyordu. Akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu. Fikre hürmet ediyordu, böyle yapın demezdi, ama Üstad’ın ne demek istediğini ferasetli olanlar anlarlardı.
“1954 yılında Vanlı Seyyid Abdülvahhap, Isparta’ya Üstadımızın ziyaretlerine gelmişti. Kendisi Nuri Benli’nin otelinde kalıyordu. Kızının hastalığı için Isparta’nın havasının iyi geldiğini söylüyordu. Üstadımız da ziyarete geldiğinde kabul eder, alâkadar olurdu ve Seyyid derdi, çok ehemmiyet verirdi. Bu zat sonradan Van’a gidip, orada, ‘Ben Üstad’ın yanında kaldım, buradan adaylığımı koyacağım’ demiş. Sonradan Halk Partisinden milletvekili olmuştu. Üstad bunu duyunca çok üzüldü ve kızdı.
“Biçare, Halk Partisinden milletvekili olmuş’ diye sık sık üzüntüsünü belirtirdi.
“Ben Halk Partisi milletvekiliyim”
“Yine Isparta’da, kulağında bir kulaklık bulunan Halk Partili bir ihtiyar zat gelmişti. Üstad bu adamı kabul edip kendisiyle görüştü. Ziyaret anında ben de yanlarında bulundum. Adam:
“Hocam, ben Halk Partisi Malatya Milletvekiliyim. Eğer sen istersen ben oradan ayrılırım.’ Üstad cevaben:
“Hayır, ayrılma sen orada bulun, bizi müdafaa edersin, sen bizi görüyorsun, bizim siyasetle alâkamız yoktur. İnönü demiş ki, ‘Biz Said’i anlayamadık. Eğer bir fırsat bize gelirse, artık ona ilişmeyeceğiz‘ diye karşılık verdi.
“Adam Üstadımız’dan memnun olarak ayrıldı. Sonra biz anladık ki, adamı Halkçılar ve İnönü hususî göndermişler.
“Üstadımız ziyaretçilerle görüşürken, onları katiyyen rencide etmezdi. Siyasîlere, ‘Siz dinsizsiniz’ gibi sözleri asla söylemezdi. İslâmiyet aleyhindeki din düşmanları diye umumî konuşurdu.
“Bir gün Ağrı Halk Partisi Milletvekili Ahmet Alparslan ziyaretine gelmişti. Üstadı çok seven bir zattı. Üstad, Halk Partisinin içinde bulunan din düşmanlarına mani olmasını söyledi. Adamı hiç incitmeden çok güzel dersler verdi.
“Halk Partisini yaptıkları zulümleri anlattı Ahmet Bey; ‘Üstadım, eğer istersen ben Halk Partisinden ayrılırım’ deyince, Üstadımız da, ‘Hayır ayrılma, orada bizi müdafaa edersin’ dedi.
“Biz Nurcular sizi destekliyoruz”
“Demokrat milletvekilleri de Üstad’ın ziyaretine gelirlerdi. Üstad’ın onlarla görüşmesi ise daha farklıydı. Onlara, ‘Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum’ derdi. Misaller verirdi. ‘Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır’ diye Demokratlara anlatırdı.
“Eskiden Halk Partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı. Bir kimsenin hatasıyla başkalarının, akraba ve yakınlarının mes’ul olmayacaklarını söylerdi. Halkçıların Şarktaki zulümlerinden bahsederken; bir köyü olduğu gibi imha ettiklerini, hattâ bir kadının karnından çocuğunu çıkarttıklarını, kadını öldürdüklerini, çocuğun ise hâlâ sağ olduğunu söylemişti.
“Emirdağ’da gezmeye çıktığımız zaman, Halk Partililerin hal ve hatırlarını da sorardı.
“Emirdağ’da Halim YÜKSEL isimli Halk Partili bir zata nasihat eder, incitmeden dersler verirdi. Hattâ adama risale bile yazdırmıştır. Daima yazardı.
“Halk Partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, ‘Sizin kabahatiniz yoktur’ derdi.
“Alevîye nasihatı”
“Barla’da Alevî bir öğretmen vardı, hem de Halk Partiliydi. Üstad bazen kendisini çağırtır, saatlerce kendisiyle konuşurdu. İltifat eder, şefkatle tokatlardı. Adama:
“Siz Hazret-i Ali’ye hürmetsizlik ediyorsunuz. Hazret-i Ali yatsı namazının abdestiyle sabah namazını eda ederdi. Eğer siz Hazret-i Ali’yi seviyorsanız namazlarınızı kılın’ diyordu.
“Bu öğretmenle daima konuşurdu. İltifad eder, Risalelerden okuturdu. Bizler de yanında merakla dinlerdik. Biz, ‘Üstad bu adama niçin bu kadar değer veriyor?’ diye merak ederdik. Üstad bize cevaben:
“Ben onun zararını azaltıyorum’ derdi. Sonra o adam Barla’nın müdürlüğüne de baktı. Bize hiçbir zararı olmadı. Onun zamanında hiçbir hâdise olmadı. Fakat ihtilâl olduğunda, o adam ilk sefer mübarek çınar ağacındaki köşkü kendi eliyle yıktı, ne olduğunu gösterdi.
Tarikat dersi
“Bazan tarikat dersi almaya gelenlere şöyle derdi: ‘Hem Risale-i Nur’un mesleği tarikat değil, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi Hazret-i Ali (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin’in ve Gavs-ı Âzamın ihbar-ı gaybiyetleriyle şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü, Hazret-i Ali (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam da (k.s.) kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip türcümanını teşci etmiş. Zaten Üveysî bir surette, doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam’dan (r.a.) ve Zeynelâbidin (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (r.a.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onun dairesidir.’
Sakal meselesi
“Bazı ziyaretçilere şu şekilde ders verirdi:
“Belki hatırınıza gelir, neden sakalsız olduğum. Bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi, benim milyonlarca talebem var. Ben sakal bıraksam onlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebepten ben bu sünneti terk ettim.’
“Sebepsiz eser yazmadım”
“Eserleri hakkında şöyle derdi:
“Ben hiçbir zaman boşuna sebepsiz eser yazmadım. Mutlaka bir delile ve bir sebebe binaen yazdım. Bir ihtiyaca binaen yazdım. Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz. Ben şuurum taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler Cenab-ı Hakkın bu zamanın ihtiyacına binaen bir lütfu ve ihsanıdır.”
“Emirdağ Lahikalarındaki içtimaî mektupların bir çoğu 1950 senesinden sonra yazılmıştı. Bu mektupları Üstad siyasî ve içtimaî hayatla alâkadar olanlara gönderirdi.
“Bu mektupları Isparta’da Nur Talebeleri ve Hüsrev Ağabeyler teksir ederek çoğaltırlardı. Üstad Isparta’ya gelince mektupların teksir edilmesi ve gönderilmesiyle bizzat kendisi ilgilenirdi.
“Yanındaki hizmetçileri vasıtasıyla lâhikaları hiç kesintisiz devam ettirirdi. Aynı zamanda Nur Talebeleri ile haberleşme, müjdeli mektupla tebriklerini gönderirdi.
Acîb bir hâdise
“O günlerde hava almak ve gezmek için Eğirdir’e gitmişti. Eğirdir’in Halk Partili kaymakamı Üstadı Eğirdir’e sokmak istemedi. Üstad’ın kıyafetine ilişmek istemişti. Üstad çok üzülmüş ve hiddetlenmişti. Bu hâdise Emirdağ Lahikalarında ‘Acîb bir hâdise’ başlığı altında aynen şöyle beyan edilmektedir.
“Bugün yine Eğirdir’e gitmişti. Tam evinin önünde birisi rast geldi ve bize hitaben ‘Derhal Isparta’ya dönmenizi emrediyorum’ dedi. Biz önce kim olduğunu bilemedik, sonra anladık ki, Eğirdir’e bir kaç gün evvel Van vilayetinin bir kazasından gelen yeni kaymakam imiş. Biz ‘Hangi kanun veya hangi talimat ve nizamnameye istinaden arabamızın önüne geçip şehre gitmeyi men ediyorsunuz?’ diye bu keyfî ve kanunsuz harekete mukavemet edeceğimiz anda, Üstadımız Said Nursî bizi bundan men’etti. Hem de Said Nursî’ye sarsılmaz bir bağlılık ve büyük bir hürmetleri olan şehirli ve köylü ahalinin, hususan pazar münasebetiyle bugün kalabalık olması ile kanun hilafına hareket ettirilen bir kimsenin yüzünden çıkacak herhangi bir hâdiseyi önlemek için geriye dönülmüştür.
“Şöyle kanaatimiz geldi ki: Üstadımız Said Nursî katiyen siyasete karışmadığı ve insanlarla görüşmediği halde, Risale-i Nur’un Anadolu ve Şark vilayetlerinde ve hattâ âlem-i İslâmda fevkalâde bir hüsn-ü kabul görmesi ve Ankara’da hükümetin müsaade ve teyidiyle büyük mecmuaların resmen tab edilmesi ve bütün mahkemelerden beraat kazanması sebebiyle Risale-i Nur’la alâkadar olan çok büyük bir kitle Demokrat lehinde olarak hareket ettiklerinden ve bilhassa bu vaziyet Şark vilayetlerinde pek zahir müşahede edildiğinden Nur Talebeleriyle hükümetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eksi parti taraftarlarının plânıyla bu yeni kaymakamı, asayiş ve din aleyhinde olan böyle muameleye vesile yapmışlar.
“Demokrat Nur Talebeleri adına: Rüştü Çakın, Mehmet Sözer, Mehmet Babacan, Tahirî Mutlu, Ziver Gündüzalp.
“Düşüncelerinin hâlisane olduğunu ben de bilmekteyim:
“Demokrat Milletvekili Kemal Demiralay.” (Emirdağ Lahikası-II, s. 184, 185)
“Isparta’ya çok ehemmiyet verirdi”
“Üstadımız Isparta’ya çok ehemmiyet veriyordu. ‘Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdu. Isparta taşıyla, toprağıyla benim için mübarektir. Hattâ yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete, kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta Hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan orada eski tahribatı tâmirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnetdarım, onların muvaffakiyetlerine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar’ [2> diyordu.
Uzun sabah dersleri
“1954’te Isparta’da Üstad Hazretleri Arabî Mesnevî-i Nuriye’den derse başladı. Merhum Tahirî Ağabey, Merhum Zübeyir Ağabey ve Merhum Ceylân Ağabeylerle beraber geldik. Mustafa Sungur Ağabey de ara sıra gelir, birkaç gün kalırdı. Üstadımız ekseriyetle onu bazı hizmetler için Ankara’ya gönderirdi. Üstadımız sabah namazından sonra derse başlıyordu. Ders beş-altı saat devam ediyordu. Adeta on yedi yaşında bir genç gibi çok hareketli idi. Bizler Arapçayı bilmiyorduk, ama Üstadımız yine derse muntazaman devam ediyordu. Ceylân Ağabey çok güzel anlıyordu. Tam öğle ezanı okununcaya kadar ders devam ederdi. Yorgunluktan uykumuz gelirdi. Üstadımızın başucundaki saate bakardık, Üstadımız saati ters çevirirdi. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ve bütünü lâtifelerimizin derse verilmesini temin ederdi. Zübeyir Ağabey vücuduna iğne batırarak dersleri takip ederdi.
“Üstad bir gün,
‘Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir derstir. Bu dersi mele-i alânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir.’
dedi. Hakikaten bizlerede acaip bir hâl oldu.
“Yine bir gün dersten sonra,
‘Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş altı kişi ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadolu’da binler ders yapan cemaatlerin arasına mânen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz.’ demişti.
“Hiç Arapça bilmediğimiz hâlde, çok mükemmel anlamaya başlamıştık. Bu şekilde Arabî Mesnevî-i Nuriye’yi iki defa bitirdik. Bundan sonra da İşârâtü’l-İ’caz’ın yüzüncü sahifesine kadar Isparta’da; gerisini Çam Dağında Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabey, Ziya Arun ve Sungur Ağabeylere okuttu.
“Üstadımız en cebbar firavunlara karşı bile izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip baş eğmediği ve hattâ esareti vaktinde Rus’un baş kumandanına kıyam etmeyerek idamla alay edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı halde, bu mübarek vatanda asayişe zarar gelmemek için en küçük bir jandarmanın dahi hürmetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabır ile karşılıyordu. Sebebi de; Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi olan (Velâ tezirü vâziretün vizre uhra) sırrıyla, ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa…’ âyetinin hükmüne tabi olmasıdır.
“Said Nursî Risale-i Nur’u okuyanlara, hususan bütün vilayat-ı Şarkiyedekilere Nur dersleriyle demiştir ki,
‘Dahilî asayişe ilişmek, yüzde on cani yüzünden doksan masuma zulüm ve zarar etmektir. Onun için Risale-i Nur’u okuyanlara ilişmek değil, muhafaza etsinler.’
İşte bu sır için siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyordu. Asayiş lehinde izzetini ve milletin âhireti için dünyasını ve hattâ lüzum olsa âhiretini feda eden böyle bir İslâm kahramanı, muhterem bir ihtiyar misafirin hukukunu müdafaa kadirşinaslığı herkesten evvel misafir bulunduğu Isparta vilayetinin hükümetine ve Demokratına düşmektedir.
“Üstadımız diyordu : ‘Üçüncü Said, maşaallah barekallah, Eski Said’de yanlış bulamıyor. Maşaallah Eski Said’i tebrik ediyorum.’ Üstadımızın bu sevinçlerini tarif edemem. Üstadımıza öyle bir hal oldu ki, hiç duramıyordu. Öğleye kadar ders yapıyor, öğleden sonra da temiz hava almak için kırlara çıkıyordu. Bir iki saat temiz hava alıp gelir, çalışmaya hemen başlardı.
“Anladığın kadarı yeter”
“Bir gün yine Üstadımızın Arabî dersinde Hizbünnuriye’yi okuyorduk. Üstadımız benden anlayıp-anlamadığımı sorduğunda, anlamadığımı söyleyince izah etti ve ben de çok güzel anladım. Ve içimden, ‘Artık ben oldum, Arapça’yı güzel anlamaya başladım’ dedim. O anda kafam makine gibi çalışıyordu. Bir de Üstad’ın odasından çıktım, hiçbir şey kalmamıştı.
“Yine bir gün dersten sonra Üstadımız yapılan dersi anlayıp-anlamadığımı sordu. Ben anlamadığımı söyleyince, Üstadımız bana bir tokat aşk etti.
‘Keçeli, keçeli, sen mükemmel anladın. Anladığın kadarı yeter sana. Eğer daha çok anlasan, ‘Bu bana yeter artık,’ dersin, ‘Yetiştim’ diye gidersin. Böyle istihdam olamayacaktın. Bir bahçeye girenler boyları nispetinde meyvelerden istifade ederler. Boyu uzun olan yüksek dallardan, kısa olanlar ise aşağıdaki dallardan koparıp yerler. Bir kısmı da koparamaz, meyveleri çiğner. Sen koklasan bu sana yeter. Kanaat et, şükret.’ diye bana ders vermişti.
“Her yerde dershane açın”
“Matbaalarda yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda hatt-ı Kur’ân’la Isparta’da teksir devam ediyordu. Üstadımız Nur Talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu. Isparta’nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı davet ediyorlardı. Üstadımız da ya bizleri gönderiyor, yahut da kendisi gidiyordu. Dershane açanlar, 15-20 anahtar bizlere teslim etmişlerdi.
“Üstadımız Isparta’nın köylerinden gelen Nur dershanelerinin anahtarlarını bana vermişti. Ben muhafaza ediyordum.
“Yeni bir alet çıkmış: Risale-i Nur hafızı”
“Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu. Üstadımız, ziyarete gelenlere,
‘Yeni bir âlet çıkmış Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur’u çok güzel okuyor’
diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu.
“Bugün kaç sayfa okudunuz?”
“Üstadımız bazen diyordu: ‘Bugün kaç sahife okudunuz?’ Biz de üç veya beş dediğimiz zaman,
‘Ben iki yüz sahife okudum. Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum. Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben manasını da anlayarak okuyorum. Hem de bakın ne kadar tashih ettim.’
derdi. Risaleleri açarken sahifeleri hiç incitmeden, elini ağzı ile ıslatmadan çok itina ile açardı.
“Elhamdülillah ben bugün bu kadar okudum, çok istifade ettim. Bugün imanım çok inkişaf etti’ derdi. Hayretler içinde bize gösteriyordu. ‘Fesübhanallah bu eseri hiç görmemiş gibi istifade ettim’ derdi.
“Nasıl mübarek günlerde camilerde tecdid-i iman ederler; biz de Risale-i Nur’u okumakla tecdid-i iman ediyoruz.” derdi.
‘Kardaşlarım, bakın ben bu kadar yer okudum, hiç yanlış bulamadım. Risale-i Nur’un telifinde inayet-i İlâhiye ve hıfz-ı Rabbanî bize yardım ettiler. Bizim bu ne hünerimiz, ne de kabiliyetimiz. Bu tamamen Cenab-ı Hakkın ihsan ve kereminden, biz acizlere bir lütf-u ihsanıdır.’ derdi.
“Risale-i Nur’un telifinde tayy-ı zaman, tayy-ı mekân karışmış, az zaman içinde çok işler yapmışız’ derdi. ‘Kardaşlarım, nasıl geldi ise öyle yazıyorum. Hiç değiştirmeye cesaret edemiyorum. Hiç fikrimi de karıştırmıyorum’ derdi.
“1954’te Ceylân Ağabey ile ikimiz iki ay Barla’da kaldık. Üstadımız Emirdağ’a gitmişti. Ev sahibinin küçük oğlu askerden gelmişti. Polisler kandırdı, bize ‘İlla çıkın’ dedi. Biz de Üstada haber gönderdik. Üstadımız da haber verdi. ‘Sungur askere gitsin, Ceylan’la Bayramda Barla’ya gitsin.’ İki ay Barla’da kaldık.
“Çok süratli yazdırırdı”
“Üstadımız, Zübeyir Ağabey ile beraber iki ay Emirdağ’da kaldılar. Biz Ceylân Ağabey ile beraber her gün öğle namazından sonra Sıddık Süleyman Ağabey, Hafız Tevfik Ağabey, Abdullah Çavuş ve Hacı Bahri Ağabeylerden biri ile Risale-i Nurların telif olduğu menzillere (Karadut, Karakavak, Büyükoluk, Küçükoluk gibi) giderdik. Risale-i Nur’un telif olduğu yerleri gezerdik, mesrur olurduk.
“Bazen Hafız Tevfik Ağabeyler Risale-i Nur’un telif olduğu yerleri bize gösterirken, ‘Bak size bir hatıra anlatayım’ derdi. Bir defasında şunları anlatmıştı:
“Üstadımızla tenha kırlara giderdik. Münasib bir yere oturur, belirli bir noktaya bakardı. Çok süratli söylerdi, ben de çok süratli yazardım. Eli ile ‘Yaz kardaşım’ der ve devamlı bir noktaya bakardı. Arada bir, ‘Dur, kesildi. Git sinekleri kovala’ derdi. Ben de hakikaten çok fazla sigara içerdim, başım şişerdi. Üstadımız’dan ayrılır, bir taşın arkasına oturur, sigaramı içer bitirirdim. Üstad,‘Gel kardaşım, gel’ derdi. Tekrar yazmaya başlardık. Öyle risaleler var ki; bazen bir saatte, bazen iki saatte yazmışız’ Yeminle söylerdi ki: ‘Aynı risaleyi başka zaman iki günde yazmakla bitiremezdim.’
“Bunu mükerrer defa yeminle söyler, ‘Biz o zaman ne hallerde, ne günlerdeymişiz? Kime hizmet etmişiz bilmemişiz, kaçırdık o fırsatları’ derdi. ‘İşte kardaşım bu tayy-ı zaman, tayy-ı mekân budur’ derdi. ‘Ah kardaşım, Üstad’ın bütün hayatı hep kerametle dolu. Bizler anlatmakla bitiremeyiz’ derdi.
Sıddık Süleyman
“Sıddık Süleyman Ağabey de Üstadımızı anlatmakla bitiremezdi. O da bizlere şunları anlatmıştı: ‘Bir gün Üstadımıza içimden dedim, ‘Biz yazıyoruz, biz okuyoruz, Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?’ diye düşündüm. Böyle mülahaza ediyordum. Üstadım, birden, ‘Kardaşım göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım’ dedi. Bu neviden eski ağabeylerin hepsinden bu mevzularda çok şeyler işittik.
“Münasebet geldiği için şunu da geçemiyorum. Bir gün bulaşık yıkıyordum, Üstadımız da balkonda (Barla’daki Hacı Enver’in balkonunda) okuyordu. Aramızda on beş metre kadar mesafe vardı. İçimden dedim. Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad, geldiği zaman burada duruyor. Halbuki Isparta daha güzel, her şey mükemmel ve Isparta’da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol, diye içimden böyle konuştum. Üstad beni çağırdı. ‘Gel evlâdım Bayram’ dedi. ‘Evlâdım sen burayı kerih görme, burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşaallah’ dedi.
“Ne düşünüyorsun?”
“1959’da Antalya taraflarında Ağlasun dağlarına gitmiştik. Dağların en yüksek noktasında bir kayanın üzerine çıktık. Hüsnü kardeşimizle, Zübeyir Ağabey, Üstada çay yapmakla meşguldüler. Ben de Üstada şemsiye tutarak gölgelik yapıyordum. Üstad da Cevşen okuyordu. Ben dalmışım. ‘Acaba bizim sonumuz ne olacak, ileride ne yapacağız?’ diye derin düşünceler dalmıştım. Üstad benim düşünce ve halimi hissetmiş ki, ‘Keçeli… Keçeli,’diye bana bir tokat vurdu. ‘Ne düşünüyorsun? Sen sonunu düşünme. Senin sonun çok iyi olacak inşaallah’ diye ikaz etti.
“Elhamdülillah Üstadımın sağlığında, hayatında ve vefatından sonra, hiçbir gün sıkıntı çekmedik.
“Birgün Üstadımız, ‘Moğol ve Mançurya’ya gittin mi?’ diye sordu. Ben ‘Oralara gitmedim. Güney Kore’nin başşehri olan Seul, Pusan şehirlerine gittim’ dedim. Şunu ilâve ettim. ‘Amerika bir silah bulmuş. 150 metre uzaklıktaki kara karıncayı vuruyor. Ruslar da onu gören silahı bulmuşlar’dedim. Üstad, ‘Ahmak, ben onları çoktan geçmişim’ dedi. Sonra ‘Allah-u âlem Ahirzamanda Ye’cücü ve Me’cüc Moğol ve Mançurya’dan çıkacak’ dedi.
“Vasiyetini yazdırıyordu: Kabrim gizli olsun”
“Hususan Üstadımızın kabrinin gizli olma meselesinde o kadar bâriz kerametini gördük ki; hakikaten harfiyyen, aynı aynına çıkmıştır. Üstadımız sık sık vasiyetini yazdırıyordu.
“Birincisin, Ceylân ve Zübeyir Ağabeylerle beraberdik, Yalvaç yolu üzerinde bir dere kenarında söğüt ağacının altında yazdırdı:
‘Evlâtlarım, ben bu vasiyetimi bir ihtara binaen yazdırıyorum. Ben size vasiyet ediyorum ve bunu da kaleme alın, nasıl Gavs-ı Azam, Cenab-ı Allah’tan biraz ömür istemiş, Cenab-ı Hak hizmet için ömrünü uzatmış. Ben de Cenab-ı Allah’tan ömür istiyorum. Risale-i Nur külliyatının baskısı matbaalarda bitinceye kadar. Ta ki ehl-i dünyanın nazarı bende olsun, matbaalarda ve Risale-i Nurlarda olmasın.’
Hakikaten Üstadımız her gün Barla’ya veyahut başka bir semte gider, orada Nurları okur, veya tashih eder, evradıyla meşgul olurdu. Hem Isparta hükümeti, hem Ankara hükümeti Üstad’la meşgul olurlardı. Polisler telsizle, ‘Bediüzzaman namaz kıldı, şurada burada’ diye Ankara’ya malumat verirlerdi. Üstadımız onları uyuturdu. Üstad onları meşgul ederken hem Ankara, hem İstanbul, hem Samsun, hem Antalya’da Risale-i Nurlar basılıyordu. Üstadımız, matbaalarda Sözler basılırken, ‘Ya Rab! Bunu görsem gideceğim’ dedi. Ondan sonra Mektubat basılmaya başladı, ‘Bunu görsem gideceğim’ dedi. Lem’alar basılmaya başladı aynı şekilde ‘Bunu görsem gideceğim’ dedi. En sonunda Şuâlar’ı ve Sikke-i tasdik-i Gaybî mecmuasını gördü. ‘Ya Rab! Artık ben gideceğim, benim vazifem bitti’ diye sık sık söylerdi.
‘Allah’tan ömür istedim ve hadsiz şükür olsun, bunları da gördüm. Yalnız benim kabrim gizli olsun. İki-üç talebemden başkası bilmesin. Nasıl ömrümde mukabilsiz hediyeler bana dokunuyordu. İsabet-i nazar verecek haller var, Risale-i Nur’un mesleğindeki azamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma fatiha okusunlar. Mânevî dua ile ziyaret etsinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki azamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında bulunup bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.’
“İkincisini Emirdağ’da yazdırmıştı.
“Üçüncüsü olarak da; yine vefatından üç-dört yıl önce Isparta’da bir hastalık içinde, yanında bulunan talebelerine gayet ciddî olarak aynen şunları söyledi:
“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başak hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da hakikat bu surette beni mecbur ediyor.’
“Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabey sordular:
“Kabri ziyarete gelenler, Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?’Üstad da cevaben şöyle dedi:
“Bu dehşetli zamanda, eski zamanlardaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, bu zamanda enaniyet ve benliğin verdiği gafletle heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları tamamen kendilerine çevirmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamada lillah için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için o ihlasın sırriyle, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, her kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.
“Dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, vefatımdan sonra da bu surette, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur edecek.’
“Bu meseleyi Ceylân Ağabeyle biz kaleme almıştık. Üstadımız, ‘Hz.Ali’nin kabri nasıl gizli ise, benim de kabrim öyle gizli olsun’ demişti.
“Üstadımız bu hususta bizlere şu dersi de vermişti:
“Saniyen: Belki beni uzak bir yere gönderirler. Veyahut bu defaki zehir beni kabre sevk edecek. Ben de her birinizi yerimde birer Said ve Nura birer bekçi ve muhafız olarak varis bırakıyorum. Bir bekçiye bedel binler muhafız olursunuz. Hem sizler dahi benim yerimde her bir mecmua-i Nuriyeyi bir manevî Said görüp, benim bedelime ondan ders almaya çalışınız. Sarsılmayınız, fani zahmetlerin ehemmiyeti yoktur. Bizim sohbetimize hiçbir şey mâni olmaz. Hatta bezrahtaki merhumlar ve yirmi sene sureten görmediğim Nur kardeşlerimi her zaman görür gibi bir nevi beraberlik hissediyorum.”
“Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi Risaleyi açsa, benimle değil, hadim-i Kur’ân olan Üstad’ıyla görüşür ve hakaik-i imânîyeden zevkle ders alabilir.”
“Evet, Risale-i Nur’la görüşen benim adi şahsımla değil, Kur’ân hadimi ve Nur tercümanıyla görüşüyor. Çünkü Nurlardaki ilim başka kitaplar gibi bir ilmî ders dinlemek değil, belki müellifinin mânevî ameliyat ve tedavileri içinde ve bütün lâtife ve duygularıyla çırpındığı ve çalıştığı ve kısmen aynelyakîn kazandığı aklî ve halî ve kalbî hissettiği ve zevk ettiği hakikatları, onun ders aldığı yerden ders almak ve manevî muhavere ve sual ve cevabı müstefîdane dinlemektedir. Bu ise fena ve fânî şahsımla sohbetten çok ziyade faydası var. Hem meşrebimizde surî ve muvakkat sohbet esas değil, manevî ve daimî sohbet yeter.”
“Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olmadığımdan kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp, o para ile kendi kitaplarımı yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Ta Risale-i Nur’un ihlasına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin. Ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye alet edilmesin.”
“Rabian: Nurun hakikî şakirtlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli. Başka şereflere veya maddî manevî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem münakaşa, münazaa, mesail-i diniyede damara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lazımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın.”
“Üstadımız 1960’ta ‘Bu sene teravihi beraber kılacağız’ dedi. Bizler çok sevindik. Ceylân Ağabeyle konuşmuştuk. ‘Bu sene Ramazan’ı Isparta camilerinde sırayla gidip kılalım.’ Mübarek Tahiri Ağabey teravihi bir buçuk iki saatte kıldırıyordu. İflahımız kesiliyordu. Üstadımız’dan böyle müjde gelince çok sevindik. O sırada Ceylan Ağabeyin babası kamyon almış. Ceylân Ağabeyi istiyordu. O da Emirdağ’a gitmişti. Ramazan geldi, namaza başladık. Üstadımız yatsı namazının farzını kıldırıyordu. Tahiri Ağabey de teravihi kıldırıyordu. Bizim yattığımız odanın karşısındaki odayı mescit olarak kullanıyorduk. Odada Üstadımız, Tahiri Ağabey, Zübeyir Ağebey, Sungur Ağabey, Hüsnü kardeşle beş-altı kişi oluyorduk.
“Ramazan’ın tam on beşiydi. Üstadımız çok rahatsız oldu. Zübeyir Ağabey Tahiri Ağabeye, ‘Ağabey, yarıda keselim, sonra tamamlarız’ sözüne Üstadımız, ‘Yok tamam kılacağız’ dedi. Ve tamam kıldık. Üstad çok ağırlaştı. Yatağına götürüp yatırdık. Sungur Ağabeyle Cevşen okumaya başladık. Zübeyir Ağabeyin yatağının bir tarafında ben, bir tarafında Sungur Ağabey oturduk. Benimle Sungur Ağabeyin kulağımızdan tuttu,
‘Evlatlarım, evlatlarım, katiyyen müteesir olmayın. Risale-i Nur dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Katiyyen merak etmeyin. Ben kemal-i ferahla gideceğim.’
dedi. Koltuğuna girerek yatağına götürdük. Ramazan’ın on beşinden sonra hiçbirimiz yatmazdık. Üstadımız dahil ağabeyler hep ayaktaydık. Sabah oldu, Üstad bizleri çağırdı, ‘Emirdağ’a gideceğiz’ dedi. Bana da ‘Hazırlan, seni annenin yanına götüreceğim’ dedi. Ben de Emirdağ’a gidince muhakkak köye uğrarız, köylüler Üstadımızın elini öpeceğiz diye rahatsız ediyorlardı. ‘Sungur Ağabey gitsin’ dedim. O Ankara’ya gidecekti. Tarihçe-i Hayat’ın mahkemesi vardı. Üstadımız, ‘Doğru, Sungur’u götürelim’ dedi. Beraber gittiler. Ben bilemedim. Oysa Üstadımız annemle vedalaşacakmış. Nitekim Emirdağ’da ağabeylerle vedalaştı, geldi. Bu Üstad’ın son gidişiydi.
“Hoca Efendi nereye gitti?”
“Üstad Emirdağ’a son olarak 17 Mart 1960’ta gitti. İki gün orada kaldı. Üstadımız, Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeşimiz ve Sungur Ağabeylerle birlikte sabah saat sekizde Emirdağ’a hareket ettiler. Evimizin önünde polis bekliyordu. Tahirî Ağabeyle ben Isparta’da kalmıştık, bir saat sonra polisler geldi. Zili çaldılar, aşağı indik. ‘Hoca Efendi ne tarafa gitti?’ dediler. Biz de, ‘Bilmiyoruz, gideceği yeri söylemez. Emirdağ’a mı, Barla’ya mı, bilmiyoruz’ dedik. Hemen gittiler, muhtelif yerlere telefon ederek Üstadı aramışlar.
“Hazret-i Üstad, 19 Mart 1960 Cumartesi günü, ikindi namazından sonra geldi. İkindiden evvel de bir polis gelmişti. ‘Hoca Emirdağ’dan hareket etmiş’ dedi. ‘Gelmedi’ dedik. Hakikaten bir saat sonra geldi. Eve gelmeden korna çalardı. Üstad’ın arabasının kornasını bilirdik. Korna çaldı. Tahirî Ağabey ile beraber hemen aşağıya indik. Kapıyı açtık, araba içeri girdi.
“Urfa’ya gideceğiz”
“Üstadımız arabanın arka koltuğunda yatıyordu, zorla kucağımıza aldık, arabadan çıkardık. Merdivenden çıkarken sırtımıza almak istedik, binmedi. Kollarına girdik. Tahirî Ağabey ile beraber yatağına yatırdık. Çok şiddetli ateşi vardı, yanından hiç ayrılmadık. Namazları da nöbetle kılıyorduk.
“Üstadımızın hizmetinde o anda Tahirî Ağabey, Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimizle dördümüz bulunuyorduk. 19 Mart 1960 gecesi saat iki veya iki buçuktu. Zübeyir Ağabey ile beraber Üstad’ın başında nöbet tutuyorduk. Zübeyir Ağabey kollarını ovuyor, ben de ayaklarını ovuyordum. Üstadımız bana baktı. ‘Gideceğiz’ dedi. ‘Üstadım, nereye gideceğiz?’ dediğimde, ‘Urfa.. Diyarbakır…’ dedi.
“Tekrar, ‘Gideceğiz’ dedi. ‘Nereye Üstadım?’ dediğimde, ‘Urfa’ya gideceğiz’ diye söylenince, Zübeyir Ağabey, ‘Çok ateşli de ondan öyle diyor’ dedi. Burada şunları da yazmak isterim:
“Bizler çok gafletteyiz. 1951’de Üstadımız bütün hususî kitaplarını Urfa’ya göndermişti. Mevlânâ Halit Hazretlerinden kendisine kalan cübbeyi de göndermişti. Köyümüzden Emirdağ’a Üstadı ziyarete gitmiştim. O sırada Eskişehir’den Astsubay Ahmet Özyazar ve Urfa’dan Vahdettin Gayberi, daha başkaları astsubaylar da vardı. Üstadımız, ‘Tam tam, siz Eskişehir’de meşveret edin. Eğer münasip görürseniz, Bayram, benim Albay Reşat Beyde muhafaza olan hususî kitaplarımı, hem Mevlânâ Halit’ten kalan cübbeyi götürsün’ demişti. ‘Hem Bayram Urfa’da kalsın’ demişti. Eskişehir’de meşveret ettiler. ‘Trenle gönderelim. Bayram Eskişehir’de kalsın’ dendi ve askere gidinceye kadar Eskişehri’de kaldık. Bazen Urfalılardan Üstadı ziyarete gelenlere, ‘Ahir ömrümde Urfa’ya gideceğim. Ben Urfa’ya dua ediyorum. Urfa’nın taşı da, toprağı da mübarektir’ derdi. Urfa’dan da kardeşler sık sık mektup yazıyorlardı. Üstadımızı Urfa’ya davet ediyorlardı. Üstad da, ‘Geleceğim’ derdi. Abdullah Ağabeyle Hüsnü Kardeşimiz o zamanlar, yani 1951-1957 arası Urfa dershanesinde kaldılar. Devamlı Üstadımızla muhabere ederlerdi.
“Bizlerin hiç hatırına gelmezdi ki; Üstadımız artık Urfa’ya gidecekler. Bizler Üstadımızın öleceğine hiç ihtimal vermiyorduk. Çünkü Üstadımızı çok seviyorduk. Annemizden, babamızdan görmediğimiz şefkat ve merhameti, terbiye ve nezaketi, ilmi, irfanı, şecaati, cesareti, ihlası, uhuvveti, kahramanlığı, tevazu ve mahviyeti hep onda görüyorduk. Acîb bir mahviyet. Üç dört sene evvelinden vasiyet etmeye başladı:
“Kardeşlerim, evlâtlarım, artık ben gideceğim. Cenab-ı Allah’tan biraz ömür istedim. Tâ ki, bu günleri göreyim, Risale-i Nurlar matbaalarda basılsın, ehl-i dünyanın nazarı bende, benimle meşgul olsun ki, Risale-i Nur Külliyatı matbaalarda tamamlansın.’
“Hakikaten mühim mecmualar tamamlanmıştı.
“Arabayı hazırlıyoruz”
“Saat iki buçuk civarında, sık sık tekrarlamaya başladı, ‘Sabah olsun hemen Urfa’ya gideceğiz’ diyordu. Diyarbakır, bir sefer ağzından çıktı. Daima Urfa diyordu. Tahirî Ağabeyle Hüsnü kardeşimiz nöbete geldi. Biz Zübeyir Ağabeyle sahur yemeği yemeye gittik. Üstadımız yine, ‘Urfa’ya gideceğiz hazırlanın’ diyor, Hüsnü kardeşimize. Hüsnü de ‘Lastikler arızalı’ diyor. Üstad, ‘Urfa’ya gideceğiz, başka araba da olabilir ve iki yüz elli lira olsa veririz. Hattâ cübbemi bile satabilirim’ diyordu. Hüsnü geldi, hemen arabayı hazırlamaya başladık. Hakikaten lastikler patlaktı. O zaman yeni lastik bulmak zordu. O sırada Üstadımız, Tahirî Ağabeyi, ‘Git, sen de yardım et’ diye bir kaç sefer gönderdi. ‘Kardeşim, ben de yardım edeyim, Üstad acele ediyor, çabuk olun’ dedi.
“Arabayı hazırladık. Üstadımız da hazırlandı, Zübeyir Ağabey de akşamdan beri, ‘Keşke Bayram da beraber gitse, bize çok yardım eder, yalnız başımıza çok zor oluyor’ diyordu. Çünkü Üstadımız Ankara veya İstanbul’a giderken kimseyi götürmüyordu. Yalnız Zübeyir Ağabey ile Hüsnü kardeşimiz gidiyorlardı. Zübeyir Ağabey de, ‘Nazar-ı dikkati fazla celbetmesin diye, Üstadımız yanında fazla kimseyi götürmüyor’ demişti. Üstadım da hazırlandı, kapıdan çıkacağı zaman, ‘Efendim Bayram da gidecek mi?’ diye Zübeyir Ağabey Tahirî Ağabeye sordurdu. Üstadımız da, ‘Gidecek’ dedi. Zaten ben de hazırlanmıştım. Üstadımızı arabanın arkasına yatak koyarak yatırdık. Zübeyir Ağabeyle biz şoför mahaline oturduk.
“20 Mart 1960 saat tam dokuzdu. Üstadımızın evinin önünde caddede iki polis bekliyordu. İnönü, Menderes’e hücum etmişti. O zaman hükümet bildirisi olarak radyoda ‘Said Nursî’nin Emirdağ ve Isparta’da oturması tavsiye olunur’ diye okumuşlardı. Polisler, ekseri Ankara veya İstanbul’a gider diye çok korkuyorlardı. Onun için bilhassa o günlerde çift polis bekliyordu.
“Allah’a ısmarladık”
Araba hareket etmeden, ev sahibi Fitnat Hanım, arabanın yanına geldi. Üstadımız, ‘Hemşirem Allah’a ısmarladık, bana dua edin, çok rahatsızım’ demişti.
“Üstad çok hüzünlü ayrıldı. Fitnat Hanımın da gözleri yaşarmıştı. Biz ayrıldıktan sonra, Fitnat Hanım Tahirî Ağabeye, ‘Bu sefer Üstad’dan ben şüphelendim. Vallahi yerini aramaya gidiyor’ demiş. Biz Tahirî Ağabey ile anlaşmıştık, ‘Biz ayrıldığımızda polislere kapıyı açma, hemen yat’ demiştik. Çünkü, Tahirî Ağabeyi ‘Hoca nereye gitti?’ diye suale çekecekler, bizim ne tarafa gittiğimizi öğreneceklerdi.
“Tahiri Ağabey da hiç kapıyı açmıyor, polisler ev sahibesine geliyorlar. ‘Teyze, Hoca Efendi ne zaman gitti, nereye gitti, biliyor musunuz?’ dedikleri zaman, Fitnat Hanım polislere, ‘Ben bekçi miyim, ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya. Siz bilmiyorsunuz da ben mi bileyim?’ diyor.
“Biz garajdan çıktığımızda yağmur yağıyordu, en çok Konya Valisinden korkuyorduk. Çünkü o zamanlar gazetelerin baş manşetlerinde, ‘Nurcuların kökünü kazıyacağım’ diye her gün aleyhte sözleri çıkıyordu. Eğirdir’e vardığımızda yağmur çok şiddetlendi. Polis karakolunun önünden geçerken, polisler, yağmurun şiddetinden içeri girmişlerdi, bizi görmediler.
“Şarkikaraağaç’a varmadan arabanın plakasına çamur attık. Orada da kimse görmedi. Şarkikaraağaç’ı geçtikten sonra Üstad iyileşti. Arabadan çıktı, abdest tazeledi, geldi. Şarkikaraağaç’ı bir kaç kilometre geçtikten sonra yolun sonunda bir çeşme vardı. Bir taşın üzerinde namaz kıldı. Konya’ya varmadan evradları bitirdi, epeyce düzeldi. Meram bağlarına yaklaştığımızda Üstad yine hastalandı. Hiç konuşamıyordu. Konya’ya girişimizde bir bakkaldan zeytin ve peynir aldık. Akşam iftarda yemek için kullanacaktık. Parasını da Üstadımız verdi. ‘Evlâtlarım ben çok hastayım, benim yerime siz yiyin’ dedi.
Konya Valisinin şerrinden korkuyorduk, ‘Buradan bizi geri gönderir’ diye endişe ediyorduk. Onun şerrinden kurtulmak için daima Ayetü’l-Kürsî’yi okuyordum. Ben Isparta’dan çıkışımızdan itibaren devamlı okuyordum. Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş de aynı şekilde okuyorlarmış, sonradan öğrendim. Konya’dan bizi kimse görmeden inayet-ı Hakla, Mevlânâ Camii yanından, Adana yolu üzerinden hareket ettik. Karapınar’dan geçtik. Ereğli’ye varmadan, Üstadımız öne doğru uzandı ve Zübeyir Ağabeyle benim kulağımdan tuttu.
“Merak etmeyiniz”
“Evlatlarım siz hiç merak etmeyin. Risale-i Nur, dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Siz hiç merak etmeyin’
Bunları mükerrer söyledi. Bazı şeyler daha söyledi. Üstadımızın sözü çok zor anlaşılıyordu.
“Bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler’
dedi. O zamanlar İstanbul’daki talebeler yürüyüş yapmak istiyorlar, vali de, ‘Peki, karşı tarafa da müsaade etsem razı mısınız?’ diyor. Solcu talebeler ise, ‘Biz razı değiliz. Bize de müsaade etme, onlara da’ diyorlar. Bunları Üstadımız duymuştu çok üzülmüştü. ‘Ben buradan gitsem bunlar tokat yiyecek, karışacak’ demişti. Hakikaten karıştı.
“Ereğli’ye varmadan ikindi namazını kıldık. Burada Üstadımız namazı arabada kıldı. Akşam namazından Ulukışla’ya vardık. Üstad ‘Acaba biraz yemek yiyebilir miyiz?’ dedi. Zübeyir Ağabeyle lokantadan pirinç pilavı aldık, pilavdan Üstada yemek yapacaktık. Arabanın arkasında gaz ocağı vardı, fakat ayağı kırıktı ve kış olduğu için çok soğuktu. Pozantı’yı geçerken tren yolu bekçisi sobayı yakmış ısınıyordu. Ben memura rica ettim, ‘Hastamız var, ocağımızın ayağı kırıldı, parasını verelim, azıcık yemek ısıtacağız’ dedim. Memur razı oldu, ‘Buyurun ısıtın’ dedi. Zübeyir Ağabeyle Üstad arabada kaldı. Hüsnü kardeşle ben yemeğin suyunu süzdük, çok az tereyağımız vardı çay kaşığı ile kattık, bir yumurta ve biraz da yoğurt kattık. Üstadımız bir kaşık aldı, yiyemedi. Boğazından geçmedi. Gece Adana’dan geçtik, yatsıdan sonra Ceyhan’a vardık. O zaman yol Ceyhan’ın içinden geçiyordu. Ceyhan’ın kıyısında yatsı namazını kıldık, Hüsnü de bir saat uyudu, devamlı arabayı kullanıyordu. Sahurda Osmaniye’ye vardık, girişte benzin aldık. Ve sahur yemeği yedik. Üstadımız ise hiçbir şey yiyemiyordu. Sabah namazını da Alman Pınarının başında, biz dışarıda, Üstadımız yine arabanın içinde kıldık. O zamana kadar o dağa Gâvur Dağı derlerdi. Sonra da o dağa Nur Dağı ismini koydular.
“Urfa’ya varıyoruz”
“Sabahleyin 7:30 sıralarında Gaziantep’e vardık. Ben lokantadan çorba aldım ve yolu sordum. Antep’te hiç eğlenmedik. Nizip yolundan giderken, kar yağdığından dolayı yollar çok bozuk ve çamurdu. Arabaların bir çoğu yollara saplanmış kalmıştı. Bizim ise ne lastiğimiz patladı, ne de arabamız bozuldu. Adeta rüzgâr gibi gidiyorduk. Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimiz Urfa’da çok kaldıkları için Urfa yollarını çok iyi biliyorlardı. Urfa’ya girdiğimizde saat tam on biri gösteriyordu.
“Doğru Kadıoğlu Camiine gittik. Çünkü Abdullah Yeğin Ağabey oradaydı. Camiye yakın bir yere vardık. Zübeyir Ağabey camiye Abdullah Ağabeyi çağırmaya koştu. Üstad, ‘Çabuk gidelim benim beklemeye vaktim yok’ dedi. Abdullah Ağabey, Zübeyir Ağabeyle koşarak geldiler. Abdullah Ağabeye sorduk, ‘Hangi otel temiz ise, bizi oraya götür.’ Bu arada yanımızda başkaları da vardı. İpek Palas‘a gittik. Üstadı indirirken çok kalabalık bir cemaat geldi, daha çokları Üstadı bilemiyordu. Otelin üçüncü katına çıkardık. Üstadımızı kollarımızın arasından kendini yere atıverdi. Biz Üstadımızın koltuklarına girerek yatacağı odaya götürerek yatırdık. Köşede, 27 numaralı oda idi.
“Ramazan-ı mübarek olduğundan, Urfalılar hatim okumakla meşgul idiler. Halk Üstad’ın Urfa’ya geldiğini duyunca, İpek Palas’a doğru akın etmeye başladılar. Çokları, ‘Neden bize haber vermediniz? Eğer evvelden haber verseydiniz, biz Antep’e kadar gelir, Üstadımızı karşılardık’ dediler. Büyük ziyaret başlamış oldu. Zübeyir Ağabey ziyaretçileri kapıdan sırayla gönderiyordu. Ben de Üstad’ın ellerini tutuyordum, Üstad’ın ellerini öpüyorlardı. Üstad da onların başından öpüyor, bırakmak istemiyordu. Ben, ‘Sen git de başkası gelsin’ dediğimde, ‘Bak Üstad bırakmak istemiyor’ diyorlardı. Bizler de hayret ediyorduk. Çünkü bu bizim hiç görmediğimiz bir hâdise idi.
“Isparta’da olsun, Emirdağ’da olsun, hasta olduğu zaman kimseyi yanına almazdı. Hattâ Isparta’da iken Üstad’ın hastalığı anında, ‘Üstadım, filanca ağabeylerimize söyleyelim mi?’ dediğimizde Üstad, ‘Hayır sizden başka kimse gelmesin’ derdi.
“Urfa’da ise hiç kimseye itiraz etmedi. Bütün Urfalıları kucaklıyordu. Biz bilemedik. Mübarek Üstadımızı bütün Urfalılar ziyaret ettiler. Halk, esnaf, subay, asker; hep ziyaret ettiler. Mübarek Üstad hiç itiraz etmedi. Hem tahammül etti, hem de yatmadı. Bizler de yatmadık. Hüsnü kardeş, ‘Ben arabayı götüreyim, bir yere koyayım’ dedi. Ben de Üstad’ın yanında idim.
“Nöbetle Zübeyir Ağabey ve ben Üstadı yalnız bırakmıyorduk. Ben nöbeti Zübeyir Ağabeye teslim ettim. Birden iki sivil polis memuru geldi. Bana, ‘Şoför nerede, hazırlanın gideceksiniz’ dedi. Ben de, ‘Üstadımız hasta’ diye konuşurken on-on bir resmî ve sivil polis daha geldiler, ‘Hazırlanın hemen, Isparta’ya gideceksiniz’ dediler. Ben de, ‘Üstadımıza söyleyeyim’ dedim. Üstad’ın yanına girdim, vaziyeti anlattım. Üstad, onları da çağırdı, onlar da Üstad’ın yanına girerek “İçişleri Bakanı’nın emri olduğunu, Isparta’ya dönülmesi lâzım geldiğini”söylediler.
“Ben buraya ölmeye geldim”
“Üstad, ‘Acayip ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim. Siz benim halimi görüyorsunuz, siz beni müdafaa edin’ dedi.
“Polisler, ‘Biz emir kuluyuz, biz ne yapalım,’ dediler. Ve Hüsnü kardeşi araba ile beraber otelin önüne getirdiler, halk müthiş kalabalıklar halinde toplandı. O anda otel müsteciri Mahmud Efendi, komiseri merdivenden aşağıya itti. ‘Benim misafirimi nasıl zorla göndermek istersin?’ diye bağırdı. Halk müthiş bir heyecan içinde idi. Biz de, ‘Üstadı zorla ısparta’ya gönderiyorlar’ diye halka söyleyince halk daha fazla heyecana geldi.‘Nasıl olur da böyle kıymetli bir misafirimizi, ölüm döşeğinden zorla kaldırıp gönderirler?’ diye bağrışmaya başladılar. Vaziyet çok gerginleşti. Polisler artık yukarı çıkıp otele giremez oldular. O zaman, ‘Aman şoför nerede, arabayı buradan götürsün’ diye rica ettiler. Araba otelin önünden ayrıldı. Araba gittikten sonra millet biraz teskin oldu. Halk da yine Üstadı ziyarete devam ediyorlardı. Esnaf, memur, âmir, bütün particiler, askerler hep geliyorlardı. ‘Üstadı göreceğiz, Üstadı ziyaret edeceğiz’ diye…
“O arada bir doktor geldi, Üstadı muayene etmek için emniyetten bizzat gönderilmişti. Doktor muayene etmeden tekrar doktoru geri çevirdiler. Çünkü doktor muayene etse, mümkün değil ki sağlam raporu versin. Hasta raporu almaması için muayene ettirmeden geri çevirdiler. Tekrar komiser rica etti, kendisi bizzat Üstad ile görüşmek istedi. Hattâ komiser şöyle demişti:
“Yaman Üstad’ınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten katî emir var, hemen Urfa’dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere, kendi arabanız ile gidemezseniz, sizi ambulansla göndereceğiz.’ Efendim hastalığı şiddetlidir, tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz, zaten bitkin bir haldedir’ dedik. O da, ‘Buraya nasıl kalkıp geldi ise, öyle de gidecek. Bizzat Vekil Beyden gelen emir katîdir. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız.’
“Biz hiç müdahele edemeyiz, siz gelin, bizzat söyleyip, durumu arz edin, bize gidelim derse biz de gideriz. Biz kendisine hiçbir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz ona tebliğ edemeyiz.’
Emniyet Müdürü ve memurlar hiddetlenip, bağırıp çağırıyorlardı. ‘Ne demek o öyle, siz ona en küçük bir şey de mi söylemezsiniz?’ ‘Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen yerine getiririz.’ ‘Ben de âmirlerime bağlıyım. İki saat içinde burayı terk edip, Isparta’ya döneceksiniz’ diyorlardı.
“Bediüzzaman’ın kılına halel gelmeyecek”
“Bu esnada Bediüzzaman’ın Urfa’dan çıkarılacağı haberi bütün havalide süratle yayılıyordu. Durumu haber alan DP İl Başkanı Mehmed Hatiboğlu koşarak Emniyete gelip Emniyet Müdürüne sertçe çıkışıyordu.
‘Ne oluyor, eğer Bediüzzaman Hazretlerini buradan çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım dahi attıramazsınız. Bu bizim misafirimizdir.’
“Efendim, üstten, vekâletten emir var. Derhal geldiği gibi dönecek’ diyorlardı. ‘Nasıl döner yahu, adamcağız şiddetli hasta, kıpırdayacak halde değil, çok muhterem bir zattır, misafir olarak buraya gelmiş. Tanrı misafiridir. Bu kadar tazyike lüzum yok.’
“Efendim, Ankara’dan gelen emir çok şiddetlidir ve katîdir, derhal dönmesi lâzım’ denince, hiddetlenen Hatiboğlu tabancasını masaya dayadı.
“Bediüzzaman’ın Urfa’dan götürüleceğini haber alan beş-altı bin kişi otelin önünde toplanmışlardı. Bu durum karşısında hastaneye koştuk. Baştabibe bir dilekçe ile müracaat ederek, yola devam edemeyecek olduğunu arz ile muayenesini istedik. Mehmed Hatiboğlu hükümet doktorunu getirdi. Bediüzzaman’ı muayene eden doktor, ‘Siz ne cesaretle buraya geldiniz, kırk derece ateşi var. Bu durumda hiç bir yere gidemez. Yarın dokuzda gelin, bu zata heyet raporu verelim. Bu hali ile bir yere gidemez’ diye teminat verdi.
“Meğer Üstad vefat etmiş”
“Akşam namazından sonra ben bir türlü ayakta duramadım. Durumu Zübeyir Ağabeye anlattım. ‘Kardeşim, git yat’ dedi ve ben de yattım. İki saat filan uyumuşum ki Zübeyir Ağabey geldi. ‘Kardeşim tahammül kalmadı, bir haftadır uyumadım.’ Ben de: ‘Gel Zübeyir Ağabey, hemen nöbeti değişelim’ dedim. Yatsı namazını kıldım. Zübeyir Ağabey yattı. Hüsnü kardeşimizle beraberdik. Hüsnü: ‘Düşeceğim, ayaklarım da uykusuzluktan sancılanıyor’ dedi. Hüsnü’ye: ‘Ben iyiyim, sen de git’ dedim. Hüsnü de Zübeyir ve Abdullah Ağabeyin kaldığı odaya gitti.
“Ben, Üstad’ın yanında idim, kapı arkadan kilitliydi. Gündüzden Üstad çok hararetli olduğu için, buz istemişti. Biz aramış bulamamıştık. Gece arkadaşlar bir yerden buz bulup getirmişlerdi. ‘Buz bulduk Üstadım’ dedim, istemedi. ‘Üstadım çay yapayım’ dedim. Üstad ‘İstemez’ diye işaret etti. Üstad’ın mübarek dudakları kuruyordu. Ben ıslak mendille siliyordum, bu hiç görülmemiş bir hararetti.
“Saat iki buçuk sıralarında idi. Ben Üstad’ın üzerini örtüyordum. Üstad yatıyordu. Bir müddet böyle devam etti. Üstad ışıktan rahatsız olmasın diye lâmbaya mendil sararak ışığı azaltmıştım. Bir ara birden Üstad boynumu tuttu, ben Üstad’ın kollarını ovuyordum. O anda Üstad ellerini göğsüne koydu uyudu. Ben de Üstad uyudu diye sobayı yaktım. Üstad’ın ayak ucuna geçip uyanacak diye bekliyordum. Ağabeyler de gelecek de sahur yemeği yiyeceğiz diyordum.
“İnna lillah…”
“Ah bilmiyordum ki, Üstadım ebedî âleme göçmüş. Bu fani dünyaya gözünü yummuş. Başımdan hiç geçmemişti ki, nasıl bileyim, Üstadımın vefatını anlamayarak uyudu zannediyordum. Sahur da geçti. Abdullah ve Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş geldiler. ‘Bayram, uyuyakalmışız’ dediler. Ben de ‘Siz gelin, Üstad uyudu, üşütmeyin, ben sabah namazını kılayım’ diye onların yattığı odaya geçip namaz kıldım. Cüz’üm vardı, onu okuyup biraz yatayım derken, birden içeriden ağabeyler, ‘Yahu Bayram, Üstad Hazretlerinden ses gelmiyor’ dediler. Ben, ‘Üstad uyudu, onu üşütmeyin’ dedim.
“Tekrar geldiler. ‘Bayram, Üstad’dan ses gelmiyor’ deyince ben de beraber Üstad’ın odasına vardım. Zübeyir Ağabey baş ucunda, dördümüz Üstada bakıyoruz. Üstad’dan hiç ses gelmiyor. Fakat vücudu sıcacık. Bizi müthiş bir telaş aldı. Zübeyir Ağabey ‘Üstada böyle haller olur, geçer’ diyordu ama, ben fena üzülüyordum. Hiçbirimizin başından böyle bir hâdise geçmemişti. Zübeyir Ağabey, ‘Urfa’da Elazığlı Vaiz Ömer Efendi var, ona haber gönderelim, o bilir’ dedi. Haber gönderdik, geldi. Üstadı görünce; ‘İnna lillah ve inna ileyhi raciûn. Üstad vefat etmiş kardeşlerim’ dedi.
“Haber kısa zamanda yayıldı”
“Zübeyir Ağabey, ‘Üstada böyle haller olur, geçer’ dedi. Ben de Üstad’ın vefatına katiyyen inanmıyordum. Afyon hapsinde Üstadımızı zehirlemişlerdi. Üstad’ın dili kızarmıştı. Biz devamlı ağlıyorduk. Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabeyler beraberdi. O anda Ahmed Feyzi Ağabey: ‘Budalalar ne ağlıyorsunuz, daha Üstad’ın ömrü uzun’ demişti. 1949’da söylemişti. O anda Ahmed Fevzi Ağabeyin sözleri hatırıma geldi. ‘Acaba yine Üstad’ın ömrü uzun mu?’ diye kendimi teselli ediyordum. Kimseye bir şey diyemiyorduk.
“Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey, Üstad’ın yanından ayrıldılar. Isparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır v.s. yerlere Üstad’ın vefat haberin telgraf çekerek bildiriyorlardı. Sabahleyin halk yine Üstadı ziyarete başladı. Ben de pencereden, ‘Üstadımız uyudu’ dedim. Üstadımızın üstüne bir tülbent örtmüştük. Az sonra otel sahibi gelmiş, kapıdan şöyle bakınca durumu anlamıştı. Eyvah deyip dizlerine vurarak feryad etmeye başlamıştı. Dışarıda otelci ile Emniyet Müdürü karşılaşınca, Emniyet Müdürü, ‘Bu telaş nedir?’ diye soruyor, o da, ‘Bediüzzaman Hazretleri vefat etti’ demiş.
“Ben şüpheleniyorum”
“Hakikat mı?’ diyor, o da ‘Evet’ diyor. Emniyet Müdürü ve bütün emniyet teşkilâtı ve otelin önüne Üstadı Isparta’ya zorla göndermek için gelen jandarma teşkilâtı geri döndüler. Hemen Emniyet Müdürü aslı olup olmadığını anlamak için bir doktor gönderdi. Doktor geldi ve Üstadı muayene etti ve ‘Allah Allah çok fazla hararet var’ dedi. Bana, ‘Bir ayna var mı?’ diye sordu. Üstad’ın ağzına, getirdiğim aynayı koydu, nefes gelmediğini görünce, ‘Evet, Üstad vefat etmiş’ dedi. ‘Fakat hiç ölüm haline benzemiyor, yalnız bu cenazenin hemen kalkmasını istemiyorum. Biraz kalsın, ben şüpheleniyorum’ dedi. Daha sonra doktor raporu yazdı ve emniyete verdi. Zaten biz de hemen kalksın istemiyorduk. O arada tereke hâkimi geldi. Üstad’ın saat, cübbe, seccade, sarık gibi eşyalarını tesbit etti. Bunları kardeşine verilmesini kararlaştırdı.
“Vefat haberini alan binlerce Urfalı akın ederek otelin önünü doldurdular. Bütün illere telgraflarla, telefonlara Üstad’ın vefat haberi duyuruldu. Mehmed Hatiboğlu ve diğer Urfa’nın ileri gelenleir, ‘Üstadı Dergâhta yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz’ diye karar aldılar. Üstad’ın mübarek naaşı öğle namazından sonra İpek Palas’tan alındı ve iki saatte ancak Dergâha gidebildi. Müthiş bir kalabalık vardı. Bütün Urfalılar dükkânlarını kapamışlardı. Cenaze giderken ben ve Hüsnü kardeş bayılmıştık. Abdullah Yeğin Ağabey de bizi teselli ediyordu. ‘Çocuk musunuz’ Kendinize gelin’ diye… Urfa’da şimdiye kadar böyle bir kalabalığın daha meydana gelmediğini söylüyorlardı Urfalılar…
Urfa’ya akın
“Dergâha vardığımızda çok kalabalıktı. Dergâha girmek de çok zordu. Bizim içeri girmemiz için açıldılar. Üstad’ın cenazesini Dergâhın içinde yıkamak mümkün oldu. Üstad’ın cenazesini Molla Abdülhamid Efendi (Urfa’nın tanınmış ve çok sevilen âlimlerinden) yıkadı.Molla Abdülhamid Efendi, Şafiî mezhebindendi. Üstad’ın hizmetkârları Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey ve Hulusi Ağabey beraber yardım ettik. Oradan Ulu Camiye Üstad için hatim okumaya gittik. Cenazeyi beraber götürdük. O gece Üstad’ın cenazesi camide kaldı. Diyarbakır, Elâzığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı, vilâyet, kaza ve köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu. Cenaze Cuma günü kaldırılacakken Urfa’da çok fazla izdiham olmasından dolayı vazgeçildi. Bir de Isparta milletvekilleri Menderes’e çıkarak, Üstad’ın cenazesini Isparta’ya götürmek istediklerini söylemişler.
“Urfa halkı bunu duyunca, ‘Biz buradan cenaze vermeyiz’ dediler. Ve günden güne de sadece Türkiye’den değil, dış devletlerden duyanlar da, Üstad’ın cenazesine geliyorlardı. Bu durum üzerine Urfa Valisi Şerafettin Atak, bizi çağırdı ve rica etti. ‘Cenaza Cuma günü kalkacaktı, çok fazla dahilden ve hariçten kalabalık gelmeye başladı, sizden rica ediyorum, biz bugün ikindi namazını müteakiben cenazeyi defnedeceğiz’ dedi. Aniden belediye hoparlörüyle ilân edildi: ‘Cenaze namazı Perşembe günü ikindi namazından sonra kılınacak’ diye. Bir gün önce de Cuma namazında kılınacağı ilân edilmşti. Ve Perşembe günü ikindi namazını müteakiben, Vali ve Belediye Reisi de dahil olmak üzere cenaze namazı kılındı.
“Şunu arz etmeden geçemeyeceğim:
Cenaze yıkanırken, muhtelif renk ve büyüklükte çeşitli kuşlar geldiler, biz hayret ettik ve hafif hafif de yağmur devam ediyordu. Urfa’da Mübarek Şeyh Müslim isminde bir zat, 1954 yılında Dergâhı tamir ettirdiği sırada ayrıca kendisi için de iki kubbeli yeri yaptırıyor. Talebeleri ve müritleri vasiyeti anında, ‘Seni buraya defnedelim’ dediklerinde, ‘Benim yerim başka yerdir. Buranın sahibi vardır ve gelecektir, burası onundur’ diyor.
“Üstadımızı defin anında, cenaze kabre indirilirken, çok fazla kalabalıktı. Hattâ bir ara Vali yere düşüp altta kalarak eziliyordu. Cenazeyi taşımak için birlikler, halk ve polis birbirlerinin ellerinden âdeta zorla alıyorlardı.
“Acayip bir kalabalık vardı. Perşembe günü ikindi namazını müteakip Üstadımız defnedildi. Ancak, hususî araba tutanlar yetişebildiler. Ceylân Ağabey, Çalışkan Hanedanı, Emirdağ Nur Talebeleri çok zor yetiştiler. Merhum Ceylân Ağabey çok fazla üzüldü. ‘Kaç sene Üstada hizmet ettik ve vefatında bulunamadım’ diye. Çokları da Cumaya kalacak diye, Cuma günü sabah geldiler. Emniyet mülahazasıyla askerî birlikler, Urfa’nın etrafını tanklarla çevirmişti.
“Kabrimde nöbet tutacaksın”
“Bir gün Üstadımız bana: ‘Sen benim kabrimde nöbet tutacaksın’ demişti. Üstad’ın vefatından sonra ben Urfa’da kalmak istedim, fakat ağabeyler ısrar ettiler. ‘Hiç olmazsa biriniz Isparta’da kalın’ diye. Ben hakikaten Urfa’da kalmak istedim. Fakat Zübeyir Ağabey ‘Kardeşim, Üstad bana da kabrimi bekle demişti. ‘Şimdi ben kalayım, hem rahatsızım, siz Isparta’ya gidin’ dedi. Birkaç gün sonra Üstadı götüren araba ile Ceylân Ağabey, Sungur Ağabey, Hüsnü kardeş, Tahirî Ağabey, Isparta’ya gittik. Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettik. Hüsnü ve Ceylân Ağabey oradan memleketlerine gitmek üzere ayrıldılar. Tahirî Ağabey ile biz Isparta’da kaldık.
“İki ay sonra ihtilal oldu. Üstad’ın vefatından sonra Zübeyir Ağabeyi Urfa’dan çıkardılar. O da Isparta’ya geldi. İki gün sonra polisler geldi. Zübeyir Ağabeyle beni Valinin yanına götürdüler. Vali bize çok kızdı, hakaret etti. ‘Derhal Isparta’yı terk edin. Burada yılan gibi çöreklenmişsiniz’ tabirini kullandı.
“Üstadımızın evine gittik. Tahiri ve Zübeyir Ağabeyle, ‘Ne yapacağız?’ diye meşveret ettik. Zübeyir Ağabey, ‘Bunlar memleketlerimizde hizmet ettirmezler. Ben Eskişehir’e gideyim, saatçilik öğreneyim. Köylerde saat tamir edeyim. Sen de şoförsün, Nazilli’de Mustafa kardeşin yanına git. Onun traktörleri var. Bu sıkıntı geçinceye kadar idare edelim’ dedi. Ertesi gün Zübeyir Ağabeyin memleketinden ‘Baban hasta’ diye telgraf geldi. O Konya’ya gitti. Benim üzerimde baskıyı arttırdılar, ‘Derhal burayı terk et’ dediler. Hüsrev Ağabey, ‘Bayram, şimdi ihtilal hükümeti seni zorla çıkartırsa bir daha Isparta’ya koyamayız. Bir müddet buradan ayrıl. Hatta gideceğin yeri de bunlara söyle’ dedi. Biz zaten ayrılmaya karar vermiştik.
“Polisler Terzi Mehmet Ağabeye ve Rüştü Ağabeye gidiyorlar, ‘Yukarıdan emir var, Bayram Isparta’dan ayrılsın’ diyorlar. Tahiri Ağabey, Mustafa Ezener Ağabeyle beni otobüse bindirdiler. Nazilli’ye vardım. Hacı Mustafa Öztürk çok memnun oldu. ‘Arkadaş, başımın üzerinde yerin var’ dedi. Üst katta yatak hazırladı. Menderes’in yanında büyük bir çiftliği vardı. Her gün gidip geliyorduk. Allah razı olsun o cesaret ve fedakârlığı hiç unutmam. Bu arada Isparta’daki Ağabeyleri hapis ediyorlar, sonra beni arıyorlar. Tahiri Ağabeyden bir mektup geldi. ‘Seni arıyorlar yerinden ayrılma’ diyordu. Zübeyir Ağabey de Ankara’dan telefon etmiş, ‘Bayram’ı arıyorlar yerinden ayrılmasın’ diye. meğer Üstad’ın kabrini kaldıracakmışlar, tedbir alıyorlarmış. Hatta yukarı kabristanda nöbetçiler bir müddet beklemiş.
“Bir gün Menderes’in kenarında çadırda yatıyorduk. Rüyamda acayip bir ses, uçak sesi. Ve Urfa’da dergâhın üzerinde beyaz bir uçak. Uçaktan çok fazla gürültü geliyordu. ‘Bekleyin geliyoruz, bekleyin geliyoruz’ diye müthiş bir ses geliyordu. Birde tam dergâhın üzerine bir uçak indi. Uçaktan iki mübarek zat indi. Bembeyaz sakalları vardı. Ben hemen vardım birisinin elini öptüm. Arkadan ses geldi, ‘Bediüzzaman’ın hizmetinde olan, başkasının elini öpemez’ diyordu. Ama ben öptüm. Birkaç gün sonra gazeteler yazdılar, ‘Bediüzzaman’ın naaşı denize atıldı vs…’ diye.
“Çiftlikte su motoru vardı. Motor Menderes’ten su çekiyordu. Üç-dört adam pamukları suluyordu. Kadınlar da çapalıyorlardı. Ben çadıra girdim, İhlas Risalesini okudum, sonra çıktım. Bir başçavuş çadırın önüne geldi, benden sordu: ‘Burada bir Nurcu varmış.’ Ben de ‘Nurcu ne demek?’ dedim. ‘Ben ne bileyim?’ dedi ve gitti. Üç ay falan Nazilli’de kaldım. Oradan İstanbul’a, daha sonra Ankara’ya geçtim. Ankara’da on altı yıl kaldım.
* * *
Tugay Camii
“Bir gün Üstadımızla Barla’ya gidecektik. Zübeyir Ağabey de vardı. Şoför de Mahmut Çalışkan’dı. Isparta İmam-Hatip okulunda Kur’ân Hocası ve Kesikbaş Camiinde imamlık yapan Hafız Feyzi Efendi (1957), Üstadımıza geldi, Tugaya temel atılacağını, Üstadımızın da gelmesini rica etti. Barla’ya hareket etmek üzereyken Üstadımız Hafız Feyzi’yi kıramadı. ‘Peki gideceğiz’ dedi.
“Isparta’nın ileri gelenleri hep oradaydı. Üstadımız da kalabalığın içine girdi. Tugayın subayları Üstada bakıyorlardı. Çünkü hiç böyle bir zat görmemişlerdi. Kılık-kıyafeti şeair-i İslâmiyeyi gösteriyordu. Elinde şemsiyesi, gözünde güneş gözlüğü vardı. Biz de Zübeyir Ağabey ve Mahmut Çalışkan ile Üstadımızın arkasındaydık. Bütün nazarlar Üstadımızdaydı; herkes birbirine ‘Bu zat kim?’ diye soruyorlardı. Bir yüzbaşı koşarak bir sandalye getirdi ve ‘Buyurun efendim, oturunuz’ dedi. Üstad da kendisine teşekkür ederek oturdu.
“Tugay komutanı çok güzel bir konuşma yaptı. Üstadımız da dinledi. Konuşması bittikten sonra Tugay Komutanı Üstadımıza işaret ederek, ‘Hoca Efendi camiye harcı koysun’ dedi. Ve Üstadımıza Zübeyir Ağabey malayı doldurdu ve verdi. Üstad ‘Bismillah’ dedi ve harcı attı. Bizler de Üstadımızın arkasındaydık. Tugay Komutanı Feyzi Fırat Bey, Üstadımıza ve Isparta halkına teşekkür etti. Ondan sonra birçok subay Üstada karşı hürmetle alâkadar oldu.
“Biz Isparta ve Barla’ya giderken, Üstadımız subaylara ve erlere daima eliyle selâm verirdi. Hattâ Isparta’nın içinde orduevi vardı, oradan geçerken Üstadımız subayları gördüğünde daima onları selâmlardı. Onlar da Üstad’ın selâmını ayağa kalkarak alırlardı. Üstadımız askerleri çok sever, fazla alâkadar olurdu. Tugay Camiinin yapılmasını çok arzu ediyordu ve çok memnun olmuştu. Cami temeli kalkmaya başladı. Maalesef 27 Mayıs ihtilâli oldu ve cami kaldı. Yeri hâlâ boş duruyor.
“Radyo bir nimet-i ilâhiyedir”
“Üstadımız radyoyu dinliyordu. İstanbul’da genç Üniversite talebeleri ile gezerken bir taksi içindeki radyoyu dinliyor, ondan sonra ‘Nur Âleminin Bir Anahtarı’ namında küçük bir risaleyi yazıyor. Üstadımız radyoyu kudret-i İlâhiyenin bir eseri olarak tefekkürle dinlerdi.
“Radyo bir nimet-i İlâhiyedir. Elbette ve elbette beşer bu büyük nimete karşı umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelime-i tayyibe olan başta Kur’ân-ı Hakim, onun hakikatları, iman ve güzel ahlâk dersleri ve beşere lüzumlu ve zarurî menfaatlarına dair kelimatı olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer. Evet, beşer hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı vardır. Fakat bu keyifli hevesat beşte birisi olmalı, yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahatine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olsa sa’ye şevki kırar.’
Lahika mektubu neşrederdi
“Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muhabereyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal:
“Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin.”
“Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.”
“Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.’
“Aziz, sıddık kardeşlerim,
“Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin…’
“Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi. Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur’un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.”
Ramazan geceleri
“Üstadımız Ramazan’ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı. Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazı olduğunda kılar, yatardık.
“Hem rivayet-i sahiha ile Leyl-i Kadri nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız’ ferman etmesiyle bu gelecek seksen küsür sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyl-i Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak böyle sevaplı yerlerde bir saadettir’
diye bize dersler verirdi.
“Üstadımız mübarek Ramazan’da daima evrad ve ezkarıyla meşgul olurdu, her gün bir cüz okurdu. Bizleri de teşvik ederdi. Bizler Ramazan’da muhakkak cüzlerimizi okurduk. Üstad fitresini bize verirdi. Bizlere de ‘Siz talebe-i ulumsunuz, fitrenizi birbirinize devredebilirsiniz’ derdi. Biz de birbirimize devrederdik, o parayla buğday alırdık. Sav’da, bazen Kuleönü’nde ekmek yaptırırdık, nafakamızı iktisatlı olarak harcardık.
“Üstadımız arabaya bindiğinde şu Âyet-i Kerimeyi okurdu. ‘Sübhanellezi sehhare lena hâzâ ve ma künna lehü mukrinîn.’ Ayrıca yedi defa Ayetü’l-Kürsî’yi okurdu. İki öne, iki sağa, iki sola, bir arkaya.
“Hayru’l-umûri ahmezüha”
“Üstadımız daima talebelerini lâhika mektuplarıyla tenvir ve irşad ederdi. Bu lâhika mektuplarıyla talebelerini maddi ve mânevî muhafaza etmiştir. Hem pek çok âli hakikatların anlaşılmasına vesile olmuştur. Hususan musibete düşen ağabey ve kardeşleri şöyle irşad ederdi:
“Madem biz kadere teslim olduk, bu sıkıntıları (hayru’l-umûri ahmezüha) sırrıyla sevap kazanmak cihetiyle mânevi bir nimet biliyoruz.”
“Madem gecici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Madem hakkalyakin derecesinde yakinî bir kanaatimiz var ki, biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz, bu sıkıntılı haller ile müftehirane, müteşekkirane bir mücahede-i mâneviye yapıyoruz, diye şekva etmemek lâzımdır.
“Evvel ve âhir tavsiyemiz tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet ve benlik ve rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”
“Sizdeki ihlas ve metanet şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve sertretmeye kafi bir sebeptir. Ve Risale-i Nur zinciri ile kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlâhiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaene hasenelerin rüçhanına göre muhabbet ve afe muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek sıkıntıdan bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet iki cihetle zulüm olur. İnşaallah birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.
“Sıkıntılı musibetleri hiçe indiren bir hakikatlı tesellidir:
“Birinci: Hakkımızda zahmed rahmete dönmesi,
“İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ve ferah,
“Üçüncü: İnayet-i hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.
“Dördüncü: Geçici olmasından zevalinden lezzet,
“Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar,
“Altıncı: Vazife-iİlâhiyeye karışmamak,
“Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar,
“Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok hafif olması,
“Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur.
“Dokuz adet mânevi sevinçler öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki, tarif edilmez. Ağır elemlerimizi teskin ediyor.’
“Bu nevi mektuplarla dışarıda olduğu gibi, hapisteki Nur Talebelerini çeşitli vesilelerle, çeşitli mektuplarla teselli ediyordu.
“Yok mu bir talebem?”
“Üstadımız yine bize bir gün ders anında, ‘Afyon hapsinde talebelerim arasında ufak nazlanmalar, huzursuzluk vardı. Çok üzülüyordum. ‘Yarabbi, yok mu bunların içinde bir talebem?’ dediğim zaman, Tahirî karşıma çıktı. ‘Evet varım Üstadım’ diye beni teselli etti.
“Üstadımız: “Tahiri, ‘gençlerin kumandanı’ derdi. Tahirî Ağabeydeki hasletler bambaşkadır. En çok beraber kaldığımız, çok mübarek bir ağabeyimizdir. Otuz sene üç ayları tuttu. Ben hiç görmemiştim vitir namazını yatsının arkasından kıldığını. Muhakkak gece erkenden kalkar, teheccüd ve vitir namazını kılardı. Nur Talebelerinin âdeta bir dua hazinesiydi. Üstadımız’dan ne gördüyse aynen tatbik ederdi. Ben hiç kimse hakkında Üstadımızın böyle dediğini duymamışım. ‘Tahirî velîdir. Dünyada kendini bilmesin’ derdi. Ben Üstadımız’dan bu sözü, çok defa Tahirî Ağabey hakkında duymuşum.
“Afyon hapsinde Yalaman Camii imamı Hafız Osman Toprak’ın, Tahiri Ağabey hakkındaki bir hatırası:
“1948’de Afyon hapsinde tam altmış dört gün mevkuf kaldım. Bu mevkufiyetim merhum Tahiri Mutlu’nun koğuşunda geçti. Hapiste Üstad’la devamlı görüşmelerimiz olurdu. Üstad bana bir gün şöyle buyurdu: ‘Onlar seni başka koğuşa koyacaklardı. Ben seni Tahiri’nin yanına verdim.’ Beni altı koğuş gezdirmişlerdi. Sonunda Tahiri’nin koğuşunda kaldım. Üstad, merhum Tahiri Mutlu için ise şöyle diyordu:
‘Tahiri’nin öyle bir derecesi var ki, manevî sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder. Bunu kendisine söyleme. Tahiri dolu bir testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi bilseydi dünyada harcardı. Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme. Ahirette ümmet-i Muhammed’e faydası olacak.’
“İstihdam olunmamı isterim!
“Bir gün yine bir ders esnasında, ‘Tahirî, kendini bu dünyada biraz bilmek ister misin? Yoksa istihdam olunmanı mı istersin?’ dediğinde. Tahirî Ağabey, ‘Aman efendim, istihdam olunmamı isterim’ dedi. Tahirî Ağabeyimiz Üstad’ın hizmetinde olanların içinde hepimizden yaşlıydı. Fakat hepimizden çok çalışırdı. Risale-i Nur olsun, Kur’ân-ı Kerim olsun, gözünden hiçbir noksan kaçmazdı. Tashih ederken bizlerin gözünden kaçar, fakat Tahirî Ağabeyin gözünden hiç kaçmazdı. İçimizde Kur’ân-ı Kerim hizmetinde en fazla Tahirî Ağabeyin hizmeti geçti. Isparta’da en sıkıntılı anlarımızda hem teksir işlerinde, hem mumlu kağıt meselelerinde bütün Risale-i Nur’un hizmetlerinde, en nazik zamanlarda, sırf Allah rızası için, hiç fütur vermeden çalışır, onun çalışması bize gayret verirdi. Bilhassa sabahlara katar teksir işlerinde çalışırdık. Sabahleyin millet yattığında, çuvallarla, yaptığımız teksirli eserleri başka yerlere kaldırırdık. Isparta’da bütün hizmetlerin tedbirinde bize çok müşfikane davranırdı. Hem mânevî pederimiz, hem en kıymetli Ağabeyimiz idi. Hiç yorulmak bilmezdi.
“Vazifemiz hizmettir”
“Üstadımız daima derslerinde,
‘Kardeşlerim, bizim vazifemiz ihlas ile iman ve Kur’ân’a hizmet etmektir. Ama bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek, muarızları kaçırmak ise, vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlup da olsak, kuvve-i mâneviye ve hizmetimize noksanlık vermeyeceğiz. Bu noktadan kanaat etmek lâzımdır. Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin-i Harzemşah’a demişler. “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın.” O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i ilâhiyedir. Ona karışmam.” Ben de o kahraman-ı İslâma iktidaen, Benim vazifem hizmet-i imaniyedir. Kabul ettirmek Cenab-ı Hakka aittir. Vazifemi yaparım. Cenab-ı Allah’ın vazifesine karışmam.”
İhlâs – Uhuvvet
“Hususan Üstadımız daima derslerinde ihlâs ve uhuvvetten bahsederdi. ‘Bu zaman enaniyet zamanıdır’ derdi. Hattâ bir gün Zübeyir Ağabey:‘Üstadım ben enaniyetten çok korkuyorum’ dediğinde, mübarek Üstadımız Zübeyir Ağabeye, ‘Evet kork, titre’ demişti.
“Bu gaflet zamanında hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi her şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinin ve uhrevî hareketini de dünyevî mesleğine bir nevî âlet hükmüne getiriyorlar. Halbuki hakaik-ı imaniye ve hizmet-i Nuriye-i Kudsiye kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlâhîden başka bir gaye olamaz.
“Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında, bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet-i İlâhiyeye dayanmaktadır.’
Risale-i Nur’un kerameti
“Üstadımız gösterişten, kerametvârî hâdiselerden çok çekinirdi. Meselâ, bir gün ders esnasında, Kastamonu’dan Denizli hapsine götürülürken o zamanki valilerden Nevzat Tandoğan ve o zamanki emniyet teşkilâtı, Üstadımızı istasyonda karşılıyorlar. Güya cürm-ü meşhud halinde yakalayıp, Üstadı cezalandırmak istiyorlar. Üstadımız da o anda sarığını çıkarıp trene biniyor. Vali ve emniyet teşkilâtı çok hayret ediyorlar. Nasıl haber aldı da, böyle hareket edip cürm-ü meşhuddan kurtuldu diye. Üstadımız da, ‘Bu keramet değildir. Bir pire onları mağlûp etti’ demişti. Çünkü Üstadımızın trene bineceği zaman başına bir pire konuyor, Üstad da başını kaşımak için sarığını çıkarıyor. Emniyet teşkilâtı da bu durumda hiçbir şey yapamıyor. Üstad kerameti kendine almayıp pireye veriyor. Bu neviden hem Denizli’de, hem Eskişehir, hem Afyon hapishanelerinde çeşitli kerametvârî hâdiseler oluyordu. Üstad, ‘Benim değil, bu Risale-i Nur’un kerametidir’ derdi. Üstadımız gösterişten, kendisine Müceddid nazarıyla bakılmasından rahatsız olurdu.
“Yüzüne bakılmasını istemezdi”
“Bizler Üstadımıza başka bir nazarla baksak, derhal rengi değişir, sıkılır, bizden istiskal eder; ihtiyar ve bakıma ihtiyacı olan bir kimse nazarıyla sırf lillah için baktığımız zaman çok memnun olurdu. Hattâ yemek yaparken, çay yaparken şahsî meseleleriyle fazla meşgul etmek istemezdi. Daima nazarları Risale-i Nur’a ve Nur’un hizmetlerine tevcih ederdi. Yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak, bizlere muhakkak ikram ederdi. Biz ise almak istemezdik. ‘Vermezsem, ikram etmezsem bana dokunur’ derdi. Üstadımız yemeğini rahatla yesin diye yemek yerken dışarı çıkardık. Bazen yemeğini yedi, zannı ile sofrayı kaldırmak için habersiz girdiğimiz zaman; ‘Keçeli, keçeli midenin kerameti var’ der, yemeğini bize verirdi.
“Üstadımıza hizmet ederken yüzüne baksam, yani mübarek, veli bir zat sıfatıyla baksam hemen sıkılırdı. Hizmet ederken Üstad’ın yüzüne değil de, yere bakarak hizmet ederdik.
“Üstad, rahatsız olduğu, sesinin az çıktığı zamanlarda, ben yüzüne baksam, ne demek istediğini hemen anlardım. Bu hususta meleke kesb etmiştim. En küçük bir hareketinin mânasını, Üstad’ın yüzüne bakmakla anlıyordum. Üstad da, ‘Keçeli, kulağı gözünde, bakma’ derdi. Bazen de kulunç değneği ile döverdi.
“Üstadımız bizlere latife ederdi. Hattâ bazen ‘Benim Şarklı talebelerim lâtife eder beni eğlendirirlerdi. Siz de beni ferahlandırıcı sözler söyleyin’ derdi. Hattâ araba ile seyahate giderken Ceylân Ağabeyle beraber şu kasideyi söylerdik, Üstadımız da memnun olurdu. (Bu kaside Hanımlar Rehberi kitabının arkasında dercedilmiştir.)
“Annem beni yetiştirdi”
“Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı.
Teslim etti Risaleyi, Allah’a ısmarladı.”
“Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana,
Sütüm sana helâl etmem çalışmazsan Kur’ân’a.”
“Yazdığımız Risaledir, okuyoruz Nurları,
Biz Nurların yardımiyle hıfzederiz imanı.”
“Medrese-i Nuriyedir Sav ve Barla, Eflâni,
Şakirdlere müzahirdir Abdülkadir Geylânî.”
“Mübarekler hey’etiyle Nur ve gül fabrikası,
Kalemleri kılınç gibi zamanın harikası.”
“Hapishane dedikleri oldu birer medrese,
Genç-ihtiyar, kadın-erkek koşuyorlar bu derse.”
“Tamam otuz beş senedir küfürle etti cihad,
Tarih-i İslâmda pek ender görünür bu sebat.”
“Ey Nurcular! Ey Nurcular! Ey mübarek kardeşler!
Her an sizden razı olsun Allah ve Peygamber…”
“Üstadımız bunu dinlerken çok memnun olur ve ferahlardı. Üstadımız rahatsız olduğu zaman daima ferahlandırıcı, müjdeli havadisler söylerdik. ‘Söyleyin,’ derdi, ‘Benim vücudum çok hassas olmuş, en ufak bir şeyden fazla üzülüyorum’ derdi. Bizler de çok dikkat ederdik. Üstadımızın üzüleceği bir şey olursa tehir ederdik.
“Üstad’ın rahatsızlığı kulunçtu”
“Üstadımızın maddî hastalığı yoktu. Yalnız kulunç hastalığı vardı. Üstad’ın hastalığı mânevî idi. Âlem-i İslâmın aleyhinde bir şey olsa, Üstad derhal radar gibi hisseder, rahatsız olur, rengi değişir, sesi çıkmaz, bir asabî hal alırdı. O anda hizmeti çok zor olurdu. Türkiye’nin neresinde bir hâdise olsa, Üstad derhal hisseder, bizler de anlardık ki, muhakkak bir yerde Risale-i Nur’un veyahut Nur Talebelerinin aleyhinde bir plân hazırlanıyor. Bunların yüzlercesine şahit olmuşuz. Üstadımız yine son zamanlarda daima, ‘Bana merak edici şeyler söylemeyin, benim vücudum çok hassas olmuş, çok fazla üzülüyorum. Daima bana ferahlandırıcı, müjdeli havadisleri söyleyin’ derdi.
“1954’te Sungur Ağabey Samsun’da hapiste idi. Üstadımız çok fazla alâkadar oluyordu. Daima sorardı. Her zaman Sungur Ağabeyden bahsederdi. Bir gün Üstadımız Ceylân ve Zübeyir Ağabeyle Barla’ya gitmişti. Sungur Ağabeyin tahliye olduğuna dair Samsun’dan telgraf geldi. Üstadımız da bir saat sonra Barla’dan geldi. Ben Üstadımıza müjde verdim. Üstadımız çok sevindi, benim müjdemi ziyafet olarak verdi.
“Sen benim aramı açacaksın”
“Üstadımız katiyyen gıybet ettirmezdi. ‘Üstadım, falan böyle söyledi’ desek, ‘Siz yanlış anlamışsınız, o benim dostumdur, o Risale-i Nur’a dosttur. O öyle söylemez, sen benim kardeşlerimle aramı açacaksın’ derdi. Bazı yerlerden, ‘Filan hoca Risale-i Nur’un aleyhinde, Üstadımızın aleyhinde’ diye mektup gelirdi. Bazen de gelir, söylerlerdi. Üstadımız da, ‘O zat ehl-i ilmdir. Bize dosttur’ der, sustururdu. Daima hüsn-ü tevile çalışır ve ‘Biz hüsn-ü zanna memuruz’ derdi. Hattâ Konya’dan Nur Talebelerinden iki grup geldi. Üstadımızı ziyaret ettiler. Bir grup diğer grubu şikâyet etti. ‘Tedbirli hareket etmiyorlar, camide ders yapıyorlar’ diye. Diğer grup da öbür grubu şikâyet etti. Üstadımız onlara demişti:
‘Kardeşim, sizin hizmetinize ihtiyaç yoktur. Aranızda tesanüdünüze ihtiyaç vardır. Sizler ara sıra İhlas ve Uhuvvet ve Hücumat-ı Sitte risalelerin mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkâlede sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız bu memlekete medar-ı iftihar olacak.’
Üstadımız fedâkarlık dersi verirken, eski Şark talebelerinden misaller verirdi. Hattâ Ermeni Taşnaklarından misaller verirdi.
‘Onları ateşe atarlar, gözleri patlar, davalarından ve şecaatlerinden vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerim de öyle olmanız lâzımdır. Ben size “Gidin Rus kumandanını öldürün!..” desem, siz de hiç tereddüt etmeden gitmeniz lâzımdır. Ve sizleri de öyle biliyorum’ derdi.
“Zararı yok”
“Ankara’da Tarihçe-i Hayat neşrolunduğunda bir mektup geldi. Mektupta resmin caiz olmadığından bahsediliyordu. Mektubu Üstadımıza okuduk. Üstadımız tebessüm etti, ‘Bir kurşun kalem ile resmin boynunu çizdi. ‘Zararı yok. Yarım insan yaşamaz ve böyle mektup yazın’ dedi. Mektubu yazan zata aynen Üstadımızın cevabını gönderdik.
“Buna benzer başka bir mesele: Üstadımız Afyon hapsinden çıktığında Zübeyir Ağabey ile bir evde kalıyordu. Tahirî Ağabey Isparta’dan Üstadımızı ziyarete gelip bir akşam misafir kalıyor. Namaz kılarken resimli para olduğu için cüzdanını çıkarıyor. Sabahleyin Üstadımıza, ‘Allah’a ısmarladık’deyip çıkıyor. Garaja geldiği zaman bilet almak için cüzdanını arıyor, bulamıyor. Hemen geriye dönüyor, Üstad’ın yanına geliyor. Zile basıyor. Zübeyir Ağabey çıkıyor, cüzdanını getiriyor. O anda Üstadımız Tahirî Ağabeyi görünce, ‘Niye geldin?’ diye soruyor, Tahirî Ağabey de, ‘Resimli para olduğu için cüzdanımı çıkartmıştım. Unutmuşum, onu almaya geldim’ diyor. Üstadımız, Tahirî Ağabeye darılıyor, ‘Bir daha böyle yapma, zararı yok, yarım insan yaşamaz’ diyor.
“Rüya ile amel edilmez”
Üstadımız bize bu hususlarda çok mükerrer ders verirdi. Bazen bizler de cüzdanımızı korduk, yatağın üzerinde filan unuturduk. Üstadımız gördüğünde bize ‘Emniyete sadakatsizlik ediyorsunuz. Böyle yapmayın’ derdi. ‘Çünkü sizin hatırınıza gelmez, fakat diğer kardeşinizin hatırına gelir; acaba bu kardeşimiz parayı kaybetti, benden mi şüpheleniyor?’ diye…
“Yine bir gün Diyarbakır’dan bir mübarek zat mektup yazmıştı Üstadımıza. Orada birisi rüya görmüş:
“Rüyasında Peygamber-i Zişan Efendimiz ve Hülefa-yı Raşidînin ve Gavs-ı Azam gibi zatların bulunduğu meclise Cibril Alehisselâm gelip, artık hizmetin, neşriyatın sona erdiğini ve bundan böyle maddî cihad lâzım olduğunu söylemiş. Bunu Üstadımıza yazmışlardı, biz de okuduk. Üstadımız hemen kağıt kalem istedi. Cevap yazdırdı:
‘O rüyanız mübarektir, yalnız te’vile ve tabire muhtaçtır. Oradaki cihad maddî değil, mânevî iman hizmetidir, düşmana galebe çalmak silâh ile değil, Nur’un iman bürhanlarının küfr-ü mutlaka mânevî galebesine işarettir. Sakın maddî cihad zannedilmesin. Ve ben rüya ile amel etmem.’ demişti.
“Üstadımız, Ankara Beyrut Palas Oteline geldiğinde, bazı mühim zatlar kendisini ziyarete gelmişlerdi. Üstad burada, vasiyetnamesi hükmünde olan bir mektubu kaleme aldı. Bu mektup, ‘Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzını bir kanun gibi ilelebet devam ettirmeleri… ‘ mânâsında idi.
Gazeteler: “Nurcular beyanname dağıttı.”
“1958 senesinde Nazillili mahalli gazetelerce Üstadımızın aleyhinde neşriyat yapılmıştı. Çeşitli isnadlarda bulunuluyordu. Nazilli’deki Nur Talebeleri o gazeteyi Isparta’ya, Üstadımıza göndermişlerdi. Biz de Üstadımıza okuduk. Üstadımız çok üzüldü. Buna bir cevap yazın demişti. Allah rahmet etsin, Zübeyir ve Ceylân Ağabeylerle beraber üç imzalı bir cevap yazıp Nazilli, Ankara ve sair yerlere gönderdik. Ankara’nın genç Nur Talebeleri bu mektubu matbaada bastırıp bazı postahanelerden gönderirken memurlar bunu tesbit etmişler. O zamanki müsbet hükümete muarız, büyük gazeteler de ele geçirmişler. Çok büyük bir hâdise imiş gibi günlerce büyük manşetler attılar. ‘Nurcular Ankara’da beyanname dağıttılar’ gibi yaygara kopardılar. Hemen hükümet kuvvetleri faaliyete geçti, bizlerin hakkında tevkif kararı verdiler. Ceylân Ağabeyi Emirdağ’da yakalayıp elleri kelepçeli olarak Ankara’ya getirdiler. Bizi de Tahirî ve Rüştü Ağabeyle birlikte polis karakoluna götürdüler. Bir gece orada kaldık. Bir sandalye verdiler, sabaha kadar bir tek sandalye üzerinde nöbetleşe uyuduk.
“Herkes Aya çıkıyor”
“Dar bir yer… Yatacak yer zaten yok. Sabaha kadar polislerle sual-cevaplı münazara yaptık. Bizlere tehdit-tezvirler savuruyorlar,
‘Bediüzzaman nereden geçinir? Siz nereden geçinirsiniz’ ‘Herkes Aya, Güneşe çıkıyor… Sizler de insanlara Kur’ân-ı Kerim öğretmekle meşgulsünüz… Milleti kırk senedir geri bıraktınız’
gibi laflar ediliyorlardı. Biz de cevaben onlara diyorduk; ‘Kardeşim, biz sizin Aya, Güneşe çıkmanıza mani değiliz. Biz sizin imanınıza çalışıyoruz. Siz madem ki çalışıyorsunuz, Aya, Güneşe çıkın, biz size mani değil, yardımcı oluruz.’ Bu neviden çok şeyler konuşuldu. Bir gün sonra Isparta Hapishanesine aldılar. Orada da bir müddet kaldıktan sonra, Ankara’ya göndermek için başımıza bir jandarma uzmanı geldi. Bu meselelerle ilgilenen Ahmet isminde Burdurlu bir komiser vardı. 10-15 sene Isparta’da kaldı. Aleyhimize çok çalıştı. Isparta’da ne kadar Nur Talebesi var, Risaleler hangi köyde ne kadar yazılır, hangi köyde ne kadar Nur Talebesi var, nerede teksir olunur, kağıt, kalem nereden alınır? Hangi dükkândan hangi dükkâna mektup gider. Gece gündüz Nur Talebeleriyle meşgul, çok gaddar, çok merhametsiz birisiydi. Isparta’ya Üstadımızı ziyarete kim geldi ise hepsinin adresini alarak evlerini taharri ettirmişti. Çok gayretkeş bir Halk Partili idi. Bu adam hakkında ne kadar anlatılsa bitmez.
“Kelepçeleri namaz için açıyorlardı”
“Bizi trene bindirdiler. Ellerimizde kelepçeli idi. Başımızdaki jandarma uzmanı insaflı idi, namaz vakitlerinde ellerimizi açıyor, sonra tekrar bağlıyordu.
“Ankara cezaevine geldik. Bu yazıyı kim yazmış, kim bastırmış, kim dağıtmış, onunla kim alâkadar olmuşsa toplayıp on kişiyi Ankara cezaevine koymuşlardı. Biz orada altmış dört gün kaldık. Cezaevinde iken Üstadımız bize haber göndermişti:
‘Üzülmesinler, Halk Partinin şiddetli hücumuna karşı Demokratların mason kısmı rüşvet veriyor. Demokratların aleyhinde olmayın. Hem Menderes Japonya’ya gittiği için onun yokluğundan istifade ettiler. Demokratların mason kısmı bu hâdiseyi körükledi.’
Ayrıca şöyle bir haber daha göndermişti:
‘Âlem-i İslâm’da Nur Talebelerine başka bir nazarla bakıyorlar. Bizi serbest bıraksalar, âlem-i İslam, Idiyecekler. Fakat şimdi bu hapis gibi ilişmelerle, ‘Demek Nurcular onların din aleyhindeki hareketlerini tasvip etmiyorlar. Belki hapis etmişler’ diyecekler. Hem yine bizler fakr-u hâlimizle milyonlar lira verseydik bu küllî neşriyatı yaptıramazdık. Demek ki kader-i İlâhî, Ankara cezaevinde kısmetimiz varmış ki, bu şekilde tecellî etti.’
“Tahliye oluyoruz”
“Altmış dört gün kaldıktan sonra tahliye olduk. Mahkememiz bilahare neticelendi. Biz hapiste iken merhum Küçük Ali, Mahmut Çalışkan, Vahşi Şaban Üstadımıza hizmet ediyorlarmış. Üstadımız, ‘Bunlar bana bir senelik zahmeti verdiler, beni çok yordular’ diye lâtife yapmıştı. Çünkü bizler Üstad’ın tarz-ı hareketine iyice meleke kesbetmiştik.
“Tasannu ve gösterişten çok çekinirdi”
“Üstadımız tasannu ve gösterişten çok çekinirdi. İhlasın zirvesine çıkmıştı. Üstadı tam manasıyla anlatmaya benim ifadem, kabiliyetim ve kalemim müsait değildir.
“Üstad her yaşta, anlayışta ve meslekteki kimselerin seviyesine ve durumuna göre konuşur, görüşür hepsini de memnun ederdi. İlkokul talebesinden üniversite talebesine, mualliminden profesörüne kadar, herkesle alâkadar olur, onların durumlarına göre Risale-i Nurlardan ders verir, muhakkak tatmin ederdi. Biz onun karşısında hiç itiraz edenini görmedik. Hattâ çıktıktan sonra çokları, ‘Biz bu sualleri soracaktık, Allah razı olsun, hiç sormaya ihtiyaç kalmadı, hattâ kalbimizde ne varsa hepsinin de cevabını verdi’ derlerdi.
“Bir gün İzmir’den başka yerlerden doktorlar gelmişti. Onlara doktorluk hakkında gayet güzel dersler verince, doktorlar hayret içinde kaldılar. ‘Tıpta bunların biz bir kısmını okuduk. Bu kadar tahsil yaptığımız halde, bu anlattıklarını yeni duyuyoruz. Acaba bunları nereden okumuş? Doğrusu Üstad’ın otuz senedir tatbik ettiği meseleleri, tıp, bugün yeni yeni keşfediyor’ demişlerdi.
“Herkesin seviyesine göre konuşurdu”
“Üstad avamın da seviyesine göre konuşurdu, havassın da. Öyle olurdu ki bir köylünün, bir çobanın, bir rençberin seviyesine iner, alçak gönüllülükle ve tam onların anlayacağı bir lisanla konuşuyor, onları memnun ve mesrur ederdi. Bir profesörle konuşurken kâh kozmoğrafyadan bahseder, dünyanın kaç saniyede döndüğü, dakikada kaç yağmur tanesi düştüğünü hesaplar, bu nevi şeylerden konuşurdu. Onlar da, ‘Bunların nereden öğrenmiş, biz bunları okumadık, bir kısmını yeni okuyoruz. Dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ömrünü biliyor’ derlerdi.
“Dinlerken sevinçlerinden yerlerinde oturamazlar, kalkarlar, otururlar, hayretler içinde kalırlar, ‘Allahü Ekber’ derlerdi.
“Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil,
‘Üstad’ın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle, Üstad’ın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye’de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor.’ demişti.
Çantay: “Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik.”
“1961’de Mustafa Polat’la merhum Hasan Basri Çantay‘ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat sordu: ‘Neden Üstad tarzında eser yazmadınız?’
“Kardeşim,’ dedi. ‘Sizler Üstad’ın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstad’la mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok.”
“Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstad’ın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nurları te’lif etmeye başladı; hem Türkiye’de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi. Türkiye’de her şey onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, İslâmiyetten mahrum kalmış halkı, İslâmiyet’ten uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne polisi, ne jandarması, ne bekçisi. Yalnız onun Allah’ı var. Yalnız Allah’a dayanmıştı, yalnız Peygamberine.’
“Siz Üstadı anlayamazsınız”
“Bir gün eski alay müftüsü Osman Nuri Efendi şöyle demişti:
“Kardeşlerim! Sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hafızalarınız anlamaz. Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur’u anlayarak okuyun. Ben eserlerinin hepsini mütalaa edemedim. Fakat çok kitaplarını tetebbu ettim. Hususan işte görüyorsunuz. Fevzi Çakmak’la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin Üstad’ınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idare edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir’.
“Üstadı on yedi defa zehirlediler”
“Üstadımız aynı zamanda yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak bize verir, ‘Vermezsem bana dokunur’ derdi. Hattâ Üstadımıza haftada bir ekmek alırdık, ekmeği fırından veya bakkaldan alırken çok dikkat ederdik. Çünkü bizim etrafımızda çeşitli dessaslar vardı. Fırıncılardan ekmek alırken, fırıncının verdiği ekmeği almaz, bir tedbir olarak kendimiz seçer alırdık. Hattâ mandıradan yoğurt alırken yüzlerce kâsenin içinden biz kendimiz seçerdik. Çünkü Üstad’ın aleyhinde çok plânlar döndürüyolardı. On yedi sefer zehirlediler.
“Bizler çok dikkat ediyorduk. Hattâ Üstadımıza su getirirken, suya giderken ve sudan gelirken erkek ve kadın, çoluk çocuk hep bizimle meşgul olmak isterlerdi. Üstadımızın hizmetinde olduğumuz için su getirirken bize yardım etmek isterlerdi. Biz katiyyen kimse ile konuşmazdık. O anda su getirirken Üstadımızın hizmetkârları da olsa birbirimize termosu vermezdik.
“Üstadımıza ekmek ve yoğurt gibi ne alırsak kapalı bir kap içinde getirirdik. Zehirlenme hâdiselerinden başka, Üstadımız isabet-i nazardan da çekinirdi. Su getirdiğimizde dahi Üstadımız kendisine dokunmasın diye bize yirmi beş kuruş para verirdi.
“Hizmetindekilere şefkatle muamele ederdi”
“Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlas dersleri verirdi. Çok şefkatli muamele ederdi. Hususi hizmetlerini de tedricen yaptırırdı. Bu hususlarda her bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, ‘Bu taştır, bu ağaçtır, topraktır, bu meyyittir’ gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey de, ‘Evet Üstadım’ derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin, şefaatına mazhar eylesin.
“Zübeyir Ağabey müstesna idi”
“Bizler Üstadımızın, Risale-i Nur’un tarz-ı hareketini, hem ihlâs, istiğna, mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat; düşmanlarına karşı şecaat, cesaret derslerini Üstad’dan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık. Allah ebediyyen razı olsun, Allah dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın. Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı.
“Onda, Risale-i Nur’a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen taviz vermezdi. Kendisi hakaretlere, işkencelere, dayaklara maruz kalsa, zerre kadar sarsılmazdı. Hattâ Afyon hapsinde onun o güzel müdafaalarını hazmedemeyen Afyon savcısı kendisine günlerce dayak attırırdı. Gardiyanları ayartarak onu falakalara yatırırdılar. Gardiyanlar vurdukça Zübeyir Ağabey onların yüzüne tükürür ve ‘Vurun, vurun’ diye bağırırdı.
“Hapishanede kendisine insanlık dışı hakaretler yapıldığı halde o, onlara şefkatle muamele edip, hiç ehemmiyet vermezdi. Biriktirmiş olduğu maaşı ile hapishanedeki fakir Nur Talebelerine yardımda bulunur, kendisi yemez, onlara yedirirdi.
“Her şeyini Risale-i Nur’a feda etmişti”
“Risale-i Nur ve Üstad uğrunda kendisini binler parça da etseler, o, yine Risale-i Nur diye kalkardı. Hattâ bazı zamanlar hasta olurdu. ‘Zübeyir Ağabey, polisler geliyor’ denildiği zaman hemen kalkar, hiç hastalık eseri kalmazdı. Polisler sık sık kendisini ziyaret ettikleri, bulunduğu eve taharri maksadıyla geldikleri için böyle hareket ederdi. İman ve İslâma dair, şecaate dair bir yazı çıksa, hemen Zübeyir Ağabeyi taharri ederler, o da onlara hiç taviz vermez, âdeta onlarla dalga geçerdi. Üstadımız’dan ne görmüş, ne işitmişse harfiyen tatbik ederdi. Üstadımız da en mahrem işlerinde ve hizmetlerinde Zübeyir Ağabeyi istihdam ederdi. Çok zaman siyasî mevzuları veyahut hayat-ı içtimaiyeye dair meseleleri Üstadımız Zübeyir Ağabeye havale ederdi. Bütün içtimaî mektuplarında, siyasilerle görüşmelerde de Zübeyir Ağabey, Ceylân ve Sungur memur olurdu. ‘Sungur, bugün seni keyfetmeye götüreceğim’ dediğinde; Sungur Ağabey ‘Üstadla gezmeye çıkacağım’ diye çok sevinirdi. Birden hazırlanır, Üstadımız balkona çıkar, ‘Sungur, evlâdım sen kal, filanca yere mektup yaz, veyahut Ankara’da Nur’un hizmetleri var oraya git’ der, Ankara’ya gönderirdi.
“Ekseri bu neviden hâdiseler vuku bulmuştur. Üstadımız, ‘Sungur, senin hayatın Nurlarla kaimdir, ‘ derdi ve ‘Şahsî hizmetimden ziyade, sen Risale-i Nur’un hizmetiyle mükellefsin’ derdi. Hayat-ı içtimaiyeye dair mektup işlerinde, siyasilerle görüşmelerde ve Ankara’daki Nur hizmetlerinde ekseri Sungur Ağabeyi istihdam ederdi. Üstadımız daima akla kapı açar, irade-i cüz’iyeyi kimsenin elinden almaz, yalnız işaret ederdi.
“Zübeyir böyle yapalım mı?”
“Meselâ, Zübeyir Ağabeyi çağırır, ‘Zübeyir böyle yapalım mı?’ der, işaret ederdi. Zübeyir Ağabey, de ‘Evet Üstadım, yapalım’ derdi. Üstadımızın işaret ve emri olmadan katiyyen ne mektup yazar ve ne de başka şeyle meşgul olurdu. Daima, Üstad, Risale-i Nur diye yaşar, onlarla yatar, kalkardı.
“Niçin gazete ile meşgul oluyorsun?”
“Zübeyir Ağabeyin gayreti de yetişilmez mertebede idi. Bizim anlayamadığımız meselelere o çok ehemmiyetle eğilirdi. Meselâ İttihat gazetesi çıktığında Zübeyir Ağabey, Galata Köprüsünde gazete satmıştı. Ankara’ya geldiğinde, ‘Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci mi oldun, ne lüzum var da gazete ile meşgul oluyorsun? Bunlarla çocuklar meşgul olur, sen çocuk musun?’ diye, haddim olmayarak darılmıştım. Çok üzüldü. ‘Haklısın, ama Üstadı ve Risale-i Nur’u ne ile tanıtacağız? Üstadımız bizlere gazete okutturmuyor muydu? Üstad sağcı neşriyatı takip etmiyor muydu? Gazeteciliğin on seyyiesi olursa, yüz hasenesi olur. Bu iyi bir meslek değil, gazetecilikle insan kendini harcar, çok zor bir meslek. Ben bunlara mani olamam. Üstadı dünyaya ilân edeceğim, dünyaya tanıtacağım, diye bu tehlikeye atılıyorlar. Bizler aleyhinde olmayalım. Ben bunları teşvik için gazete sattım’ demişti.
“Bunlar Nur Talebelerini parçalıyorlar”
“Nizam Partisi kurulduğunda hiç taviz vermedi. Daima Nurum içtimaî hayatımıza dair derslerini anlatırdı. ‘Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar kardeşlerimiz değil mi?’ dediğimde, ‘Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur Talebelerini parçalıyorlar, çok, pek çok zarar veriyorlar’ diyordu.
“Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen müsamaha etmezdi. ‘Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risale-i Nur’un düsturlarını bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar. Bizim siyasetimiz, sırf reylerimizle Halk Partisini iktidara getirmemek, milleti bölmemektir.
‘Biz Üstadımız’dan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar veyahut okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimaiyeye dair mektupları bize Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar, Üstadımız vazifeli. Üstad her cihetle Üstad değil mi de, bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar. Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar’ diyor ve bunlara çok üzülüyordu.
“Halbuki Üstadımız nazarları daima Nurlara veriyordu. Evet mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas sebat ve metanettir ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, bir adam yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere teveffuk etmiş’ derdi. ‘Bunun gibi biz de Üstad Hazretlerinden ne görmüşsek, ne duymuşsak ona ittiba etmeye mükellefiz. Yeni bir çığır açmayalım. Onlar da inşaallah anlayacaklardır. Üstadımızın son mektuplarını okumuyorlar, okusalar herhalde anlayacaklar. Eğer yine anlayamazlarsa o zaman anlamak istemiyorlar.’
“Halk Partililerin iftirası”
“Emirdağ’da bazen Halk Partililer gelir, bizleri tanımazlar, ‘Yahu şu Çalışkanlar var ya, bir risaleyi, bir liralık bir kitabı beş liraya satıyorlar’ gibi çoklara su-i zan verirlerdi. Maksatları Çalışkanlar hanedanının kuvve-i mâneviyelerini kırmaktı. Halbuki bütün ziyarete gelenleri onlar misafir ederlerdi. Maddi-mânevî alâkadar olurlardı, paralarını verirlerdi. Kahraman Emirdağ Nur Talebeleri, Üstadımıza karşı çok sadıktırlar. Üstadları için canlarını verirlerdi. O kadar baskı, tehdit, zulüm ve tarassut onları hiç yıldırmadığı gibi bilâkis daha çok kahramanlık yaparlardı. Öyle zaman oldu ki, öz kardeşin üçünü de oğulları ile beraber hapsettiler. Günlerce, aylarca dükkânları kapalı kaldı, iflas ettirinceye kadar çalıştılar, ama yine onlar kazandı. Dünya malının fani olduğunu ve Üstad’ın verdiği derslerin mahiyetini tam anlamaya vesile oldu. Değil malları ve servetleri, onlar, Üstad ve Risale-i Nur için canlarını veriyorlardı. Servetlerini kaybetmiş, iflas etmiş, bunları düşünmüyorlardı bile.
“Hamza Emek o zamanlar Demokrat Parti ilçe başkanı idi. Sırf hizmet için parti başkanlığı yapardı. Çünkü Emirdağ’a gönderilen kaymakam, jandarma v.s. gibi kişiler kasıtlı olarak menfî insanlardan seçer gönderirlerdi. Hamza Emek parti başkanı olduğu için kendisine diş geçiremezlerdi.
“Herkese itimat edemezdik”
“Üstad kimsenin yemeğini yemediği halde, Ceylân Ağabeyin annesini yaptığı yemeği yerdi. Hususan köfte gibi yemekleri daima Ceylân Ağabeyin annesi Fethiye Hanıma yaptırırdı ve onun yemeğini yerdi, ona dua ederdi. Bir de Firdevs Hanım vardı, çok ihlaslı idi. O da Üstada yoğurt yapardı, hem ineği bereketliydi. Üstad Emridağ’a gelmeden Üstad’ın geleceğini hisseder, yoğurt hazırlardı. Herkesten yoğurt alamazdık, çünkü zehir vermek için daima çalışanlar vardı. Hattâ bir defasında yukarıdan emir geliyor ve ne yapın yapın Bediüzzaman’ı hastaneye yatırın, ona bakan bir hizmetçi koyun ve para da almayın deniliyordu. Tabiî bu plânlar hep akim kaldı. Çünkü Üstadda müthiş bir feraset, tedbir, hassasiyet, ihlas vardı. Derhal farkına varıyordu, ona göre de tedbir alıyordu.
“Tarihçe-i Hayat’ta bunların bir kısmı geçer. Üstada neler yaptılar neler? Geceleri aniden karakola çağırmak, akşamdan sonra mahkemeye çağırmak, ziyaretçi gelmişse niye geldi diye çağırmak… Biçare bir köylü Üstad’ın elini öpse peşine takipçi koyarlardı. Üstad’ın evinden çıkarken ve girerken ziyaretçilerine hakaret ederlerdi. Üstada niye selâm veriyorsunuz, niye bakıyorsunuz v.s. Ama o büyük Üstad her şeye sabrediyordu…
“Beşeriyetin imanını kurtarmak, masumların imanını kurtarmak için, Risale-i Nur’un neşri için her şeye sabredeceğim… Eskiden cebbar kumandanlara baş eğmeyen, hayatında kimseye tenezzül etmeyen zat, şimdi bir bekçi, bir jandarma gelse ‘Filan yere git’ dese, gideceğim… Sabredeceğim, benim vazifem müsbet hareket etmek, ben Eski Said’i bıraktım. Yeni Said bütün işkence ve hakaretlere sabretmeye karar verdi’ derdi.
“Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem”
“Barla’ya geldiğinde Üstad, çınar ağacının başında sabahlara kadar dua ederdi. Arı sesi gibi çınar ağacının başından yanık yanık ses gelirdi. Barlalılar derdi:
“Hoca Efendiyi buradan Eskişehir Hapishanesine götürdüler, çınar ağacı mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir insan gibi bir vaziyet aldı. Ama Hoca Efendi tekrar geldiğinde çınar birden acaip bir hal aldı, birden şevklendi, kanatları yukarı kalktı, yaprakları şenlendi, hep şaşırdık. Barlalılar, mahallemizin bülbülü geldi, diye hep sevinirlerdi.’ Üstad da: ‘Ben bu çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmem, bu çınar benim için bin altından kıymetli’ derdi. ‘Bundan siz de istifade edin’ derdi, meyvesi olan kozalaklardan bize de verirdi, bundaki san’at-ı İlâhiyeye bakın derdi. Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu. Her şeyden mahrumdu. Abdesthanesi elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla’da kışın her şeyden mahrumdu. Yanında yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet memnundu. ‘Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem’ diyordu. Barla’daki mübarek dershanesinde de Risale-i Nur te’lif olduğu için saraylara değişmem diyordu. Üstad Barla’nın kabristanından, suyundan, havasından, insanlarından çok memnundu. Hattâ Barla’dan, İstanbul ve Ankara’ya çalışmak için gidenler olursa üzülürdü. ‘Aman kardeşim dünya acaip olmuş, parmağını soktuğun zaman eli, eli soktuğu zaman kolu, kolu soktuğun zaman da vücudunu götürüyor, dikkat edin, kimseye muhtaç olmayacak kadar rızkınız varsa iktifa edin, mübarek Barla’dan ayrılmayın’ derdi. Barlalıları çok sever, kendi akrabası gibi alâkadar olurdu. Üstadımız Barla’da, sık sık Barla Gölünün kenarlarına gider, bazen denize girerdi. Denize gömleği ve iç donu ile girer, fakat fazla duramaz, çabuk üşüdüğü için hemen çıkardı. Bize; ‘Sizler benim yerime girin’ derdi. Biz de Ceylân Ağabeyle girerdik. Bazen gölde kayıklar olurdu. Üstadımızı kayığa bindirir, gölün kenarlarında gezdirdik. Fazla kalsak veya abdest için gölden fazla su harcasak, gölden israf etmeyin, derdi. İktisad, Üstadımızın damarlarına işlemişti.
“Türkiye’de Risale-i Nur var, Rusya giremez”
“Üstadımız’dan işittim. Mükerrer defalar,
‘Risale-i Nur kıyamete kadar devam edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır.’ demişti.
“Bir seferinde de şöyle konuşmuştu:
‘Sizden soruyorum, koca Çin’i ve Balkanlar’ı yutan bir ejderha Türkiye’ye neden bir şey yapamıyor?’
“Bizler sükût ettik. Tekrar sordu, yine sükût ettik. Üstadımız,
‘Kur’ân-ı Kerim’in bu zamandaki hakikî tefsiri olan Risale-i Nur’un sayesinde’ dedi.
“Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya’yı nasıl durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu:
‘Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu Sözü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya’nın önünü aldı.’
“Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca Rusya’nın önünü alacak?
“Üstadımız şöyle dedi:
‘Esas manevî atom bombası Risale-i Nur’dur. Onların atomundan daha üstündür. Sizler korkmayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe Rusya bu memlekete giremez.’
“Yine Alman Harbinde herkes telâşta, ‘Almanlar Türkiye’ye girdi girecek’ diye kahvelerde konuşuluyor. Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. ‘Korkmayın, telâş etmeyin. Türkiye’de Risale-i Nur var, giremez.’ diyor.
“Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor, milletin telâşını görünce, ‘Merak etmeyin hocaefendi haber göndermiş, Türkiye’de Risale-i Nur var giremez demiş,’ diyor. O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy’da inanmaz bir tavırla şöyle diyor: ‘Meczub, işte girdi.’ Abdullah Çavuş bir şey demeden evine gidiyor. Gece radyolar ilân ediyor. ‘Alman orduları Türkiye’ye giremedi.’ Ondan sonra Osman Atasoy Nur Talebesi oldu.
“Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alâka gösteriyordu.
‘Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir.’ derdi.”
(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir…)