Son şahitlerden Konyalı Hüsmen Duran ağabey yoğun bakımda dua bekliyor.
Uzun zamandır rahatsız olan Hüsmen Duran ağabeyin sağlık durumu ağırlaştığı için 20 gündür Selçuk Üniversitesi tıp fakültesi hastanesi yoğun bakım ünitesinde yatmaktadır.
1932 doğumlu Hüsmen Duran 1952 yılında Nurları tanımış ve üstadımızı defalarca ziyaret etmiştir.
1932’de Konya’da doğdu. Nur Risalelerini okuduğu için mahkemeye verilen on binlerce Nur Talebelerinden birisidir.
“Üstadı ziyaretim”
“Hazret-i Üstadı ziyaret etmek üzere Isparta’ya vardık, fakat elimizde adres yoktu. Ulu Camii vardı, oraya gittik. Orada birine sorar öğreniriz dedik. Gittim, baktım biri abdest alıyor. Ona yanaşıp sordum. ‘Siz nereden tanıyorsunuz Üstadı?’ dedi. ‘Kitaplarını okuyoruz’ dedim. ‘Hangi kitaplarını okuyorsunuz?’ dedi. Ben de ‘Lem’alar, Şuâlar, Mektubat’ dedim. ‘Siz Sıddık Süleyman diye birisini duydunuz mu?’ diye sordu. ‘Evet duyduk’deyince, ‘İşte o benim’ dedi.
Sonradan anladım ki, onu oraya Üstad göndermiş. Yoksa namaz vaktiydi, namazı kılıp gidelim derdi. Beraber Üstad’ın evine gittik, ‘Siz merdivende bekleyin, ben Üstada haber vereyim’ dedi. ‘Yalnız, Üstad anlatacaklarını anlatır, konuşması bittiği zaman gitmenizi isteyince Esselâmu Aleyküm der, siz de Aleykümselâm dersiniz ve çıkarsınız’ dedi.
İçeri girdim, Üstad yatakta, hasta, sesi zor çıkıyordu. Söylediklerini Zübeyir Ağabey bize tekrar ediyordu. Beni gösterdi ve dedi ki: ‘İşte Zübeyir, bu benim yirmi senelik talebemdir.’ Hafız olduğumu öğrenince ‘Kur’ânı ezberleyen gözleri öpeyim’ dedi. Gözlerimden öptü. Biraz daha konuştuktan sonra, Üstad ‘Esselâmu Aleyküm’ dedi. Ben kalktım, fakat çıkarken, ailemden niye bahsetmedi diye kendi kendime söylendim. Tam kapıdan çıkarken Üstad, ‘Annen baban var mı?’ diye sordu. ‘Var’ deyince,
‘Madem onlar seni yetiştirmiş, sen benim talebem olduğun gibi, onları da talebe olarak kabul ediyorum ve her sabah dualarıma ortaktırlar.’
dedi. ‘Madem ki sen beni ziyarete geldin, senin yol paranı ben vermem lazım’ dedi. ‘Ben almam’ dedim. Fakat cüzdanımda 10 lira param vardı, harcamıştım. Daha sonra baktım, cüzdanımda bir 10 lira daha var. Gelirken birisi pasta göndermişti. ‘Ben karşılıksız bir şey almam’ dedi ve bana 1 lira verdi. O 1 lirayı hâlâ hâtıra olarak saklıyorum.
“Daha sonra Isparta’dan ayrıldım. On beş gün sonra tekrar Üstad’ın yanına geldim. Üstad beni görünce, ‘Kardeşim daha on beş gün oldu görüşeli, niye tekrar geldin’ dedi. ‘Üstadım artık sizin hizmetinizde kalmak istiyorum’ deyince, ‘Kardeşim git, Konya’da hizmet et’ dedi. Böyle olunca tekrar Konya’ya gittim. Konya’da hocalık yapmaya başladım.
“Bir ara Eğirdir’de kitap getirmeye gittim. Üstadı tekrar ziyaret etmek nasip oldu. Bu gidişimde Üstad bir liste çıkarmıştı. Bu listede Mesnevî’nin gittiği ülkeler yazılıydı. Öyle ülkeler ki, adını hiç duymadığım ülkeler. Üstad bana ‘Arapça biliyor musun?’ dedi. ‘Bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum’ dedim. Üstad ‘Mesnevî’yi getir Zübeyir’ dedi. Zübeyir Ağabey Arapça bir Mesnevî getirdi. Üstad bir kaç satır okudu, tercüme etti. ‘Bunu sana hediye ediyorum. Konya’da kardeşim var, Abdülmecid Efendi, ona götür sana ders versin’ dedi. Abdülmecid Efendiye götürdüm, ‘Bunları ben de anlamıyorum’ dedi. Ben de, ‘Anladığın tarzda anlat’ dedim.
“Üstad bir sene sonra bana ve kardeşi Abdülmecid Efendiye mektup yazmış. ‘Kardeşim Hüseyin, sana verdiğim Mesnevî’yi Abdülmecid Efendiye ver, tercüme etsin.’ Abdülmecid Efendiye de aynı şekilde diyor ki: ‘Hüseyin’den al, tercüme et.’ Nihayet mektup gelince Abdülmecid Efendiye gittim. Ben gidince o da Mesnevî’yi aldı, okumaya başladı, papağan gibi anlatmaya başladı. ‘Anlamadığım kitabı anlamaya başladım’ diyordu.
“Abdülmecid Efendi ‘Demek Üstad bana sevap kazanayım diye bu tercümeyi yaptırıyor, önceden anlamıyordum, bak şimdi anlatmaya başladım’diyordu.
“Bir gün bir tefsir hocası dedi ki: ‘Bediüzzaman Vehhâbî’dir, hiç hadisten bahsetmiyor, hep âyetten bahsediyor. ‘ O zaman Hayrettin Karaman bu söze kızmış. Bana geldi, ‘Buna cevap vereceğim’ dedi. Ben de bu durumu Üstada yazdım. Üstad cevaben dedi ki: ‘Kardeşim Hüseyin, o hoca aldanmış veya aldatılmıştır. Benden selâm söyleyin ve katiyyen münakaşa etmeyin.’ O hoca birkaç ay sonra boğazından ameliyat oldu, konuşamaz hale geldi, tefsir hocalığını bıraktı. Bir sene sonra da ahirete gitti. Allah günahlarını affetsin.
“Bir ara camilerde Risale okunmaya başlandı. Üstada bunu soruyorlar. Üstad da ‘Maşaallah, Bârekallah’ diyor ayağa kalkıyor, memnuniyetini izhar ediyordu. O zaman bize bir kuru ekmek gönderdi. Biz de parçalayıp yedik.
“Üstad Ankara’ya geldiğinde biz de ordaydık. Diyarbakırlı bir yüzbaşı karşıladı Üstadı. Üstad da ona müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek hakkında ders verdi. Daha sonra biraz Konya’da hapishaneye düştük. Çok zor günler geçirdik. Azılı katillerin, yan kesicilerin, sarhoşların, kumarbazların arasında kaldık. Cenâb-ı Hakkın inayetiyle Konya hapishanesi de Medrese-i Yusufiye oldu. Risale-i Nur’un inkişâfına, çok hizmetlere vesile oldu. O azgın insanlar tövbe edip namaza başladılar, Kur’ân okumayı öğrendiler, günahlarına tövbe ettiler. Dr. Sadullah Nutku Ağabey de hapishanedeydi. Sonra Osman Yüksel Serdengeçti de hapishaneye geldi. Hattâ o zamanlar Türkiye’de huzur yok diyorlardı. Osman Yüksel Serdengeçti de ‘Huzur isteyen Konya hapishanesine, Nurcuların yanına gelsin’ diyordu.
“Bir gün Zübeyir Ağabeyle sohbet ederken Zübeyir Ağabey dedi: ‘Bir gün ben Üstad’la Afyon hapsindeyken Üstadı bir odaya koydular. Pencere kırık, kapı kilitli, biz giremiyoruz. Soba var, yakmıyorlar. Biz de giremiyoruz ki yakalım. Bir gün Üstad abdest almış, namaz kılmış oturuyor. Âdeta abdest aldığı sular sakal ve bıyığında donmuş. Ben donmuş kalmış zannettim. O zaman ben kilidi kırdım, ‘Üstadım!..’ diye yanına girdim. ‘Korkma kardeşim, öldüremeyecekler’ dedi. O zaman gardiyanlar geldi, ‘Nasıl olur da bizden izinsiz buraya girersin, kilidi kırarsın?’ dediler. Beni falakaya yatırdılar, dövüyorlardı. Ben de Allah diyordum. Siz de böyle bir duruma düşerseniz Allah deyin, başka bir çare yok!”
(Son Şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir…)